Ermeni Sorunu’nundoğuşu ve 1915’e evrilentarihsel süreç
Türk milliyetçi tarih yazımında emperyalist devletlerce Osmanlı Devleti’ne yapılan dış müdahaleler ve bu müdahalelerin biçimlerinden biri olarak görülen misyonerlik faaliyetleri, Ermeni Sorunu’nun ortaya çıkışı ve gelişmesinde neredeyse yegâne etken olarak gösterilmekte, Ermenilerin Osmanlı idaresi altında hiçbir sorun yaşamaksızın adeta bir “asr-ı saadet” içerisinde oldukları iddia edilmekte ve bu sorunun herhangi bir tarihi temele dayanmayan, dış güçler ve bilhassa da misyonerler tarafından ortaya çıkarılan “sunî bir sorun” olduğu görüşü yaygın biçimde savunulmaktadır.Oysa Ermenilerin Osmanlı idaresinde herhangi bir sorun yaşamazken, salt dış güçlerin kışkırtmaları ve misyonerlik faaliyetleri neticesinde devlete isyan ettikleri yönündeki iddialar; emperyalist müdahalelerin Osmanlı Devleti’nin çözülüşünde etkili olmasına ve milliyetçi, bağımsızlıkçı akımların güçlenmesine imkân veren sınıfsal dinamikleri, Ermeni ulusal bilincinin oluşum sürecini, ardından da 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun ve bilhassa Ermenilerin yoğunlukta olduğu doğu vilayetlerinin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve sosyal koşulları neredeyse bütünüyle göz ardı etmektedir.
Tanzimat reformlarının yanı sıra Avrupa devletlerine tanınan kapitülasyonların şemsiyesinde yerli Hristiyanların da istifade ettiği korunaklı statü, ticaretin hızla geliştiği 1830-1860 yıllarında İmparatorluğun batı bölgelerinde Hristiyanlar arasında girişimci bir orta sınıf doğurmuş, imparatorluğun batı bölgelerinde yaşayan Ermeniler diğer Hristiyanlarla birlikte bir burjuvalaşma, iktisadi ve sosyal yükseliş dönemine girmişlerdir. Ancak 19. yüzyıla kadar Osmanlı devlet yönetiminin merkezî bir nitelik taşımadığı ve iktidarın babadan oğula geçen valilikler şeklinde Kürt aşiretlerine terkedilmiş durumda olduğu doğu vilayetlerindeki Ermenilerin içinde bulunduğu yaşam koşulları, çoğu yerde bununla tezat içerisindeydi. Yarı sömürgeleşme süreci içerisine giren Osmanlı devletinin mali ve askeri yönden çöküntü içerisinde olduğu bu dönemde, eşkıyalık, vergi sistemindeki bozukluk, kötü idare ve idareciler gibi dertlerden Müslüman tebaa gibi Ermeniler de mustarip durumdaydı. Askerlikten muafiyet ve yabancı konsoloslukların himayesini temin edebilmek gibi bazı yönlerden Müslümanlardan daha iyi durumda olsalar da doğu vilayetlerindeki Ermeniler, Müslüman tebaa ile ortak olanlara ilaveten, başka birtakım dertlerle de yüz yüzeydiler.Doğudaki Ermeni köyleri öteden beri esas olarak Kürt aşiret beyleri tarafından yönetilmekte ve bunlara vergi ödemekte iken, Avrupa kapitalizmiyle teması giderek artan Osmanlı Devleti’nin, II. Mahmut döneminden itibaren yerel feodal unsurlara karşı merkezi otoritenin gücünü arttırmaya yönelmesi, bu durumu değiştirmiştir. Devletin hem Ermeni köylülerini hem de Kürt aşiretlerini doğrudan doğruya, birbirinden ayrı olarak vergilendirmek istemesi, aşiretlerin kendi ödedikleri vergiyi Ermenilerden çıkarmasına, Kürt feodalleri tarafından dayatılan haraca itiraz etme gücünü göstermeyen Ermenilerin ise, haraca ilaveten bir de doğrudan doğruya devlete vergi ödemek zorunda kalmalarına yol açtı. Buna ek olarak, Avrupa kapitalizminin Avustralya ve Arjantin’de daha uygun ham yün ihraç kaynakları bulması neticesinde Osmanlı Devleti’nin yün ihracatında yaşanan çöküşe paralel olarak, Kürt aşiretlerinin esas geçim kaynağı konumundaki göçebe ekonomisinin de çöküntüye uğraması ve bunu izleyen zorunlu iskân politikaları, Kürt egemenlerinin Ermenilere karşı davranışlarını olumsuz yönde köklü biçimde değiştirmiştir.
Devlet idaresinin gitgide bozulduğu ve yozlaştığı bu dönemde Ermeni köylülerinin durumu da giderek kötüleşmiş, Osmanlı vergi toplayıcılarına eskiye nazaran ağırlaşan vergileri ödemeye ve vergiye ilaveten Kürt aşiret reislerine haraç vermeye güçleri yetmemeye başlamıştır. Kürt feodallerine haraç vermeyi reddeden Ermeni köylüleri mal ve hayvanlarına el konulması, kadınların ırzına geçilmesi ve öldürmeile sonuçlanan acımasız saldırılarla karşı karşıya kalmışlar, Islahat ve Tanzimat fermanlarıyla getirilen reformlar, doğu vilayetlerinde yaşamakta olan Ermeni halkının içinde bulunduğu olumsuz koşullarda önemli bir müspet değişiklik yaratmamıştır. 1850-1870 yılları arasındaki dönemde taşrada görülen haraç alma, Müslümanlığa zorlama, yağma ve adam kaçırma olayları hakkında Ermeni din adamlarınca Osmanlı yönetimine 500’ü aşkın şikâyetname gönderilmiştir. Dolayısıyla Türk-Ermeni ihtilafı, başlangıçta esas olarak bir Kürt-Ermeni ihtilafından ve Kürt feodallerinin eylemlerine devlet tarafından göz yumulmasından doğmuştur.Ermeniler Kürt hâkimiyetinden kurtulmak için Hristiyan devletlerin ve bilhassa Rus Çarlığının müdahalelerine bel bağlarken, bu müdahalelerin gecikmesi olasılığı karşısında Osmanlı Devleti’nden yana bir tutum sergilemişler ve Osmanlıların bölgede çıbanbaşı olarak telakki ettikleri Kürt feodallerinin hâkimiyetine son vererek merkezî bir idare oluşturma çabalarını desteklemişlerdi. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde, Kürtlerle bir arada yaşamanın olanaksızlığı fikri Ermenilerde giderek güçlenmiştir.
Kürt aşiretlerinin saldırılarına ilaveten, Rusya’nın Kafkasya’yı ele geçirmesi üzerine 1860’lı yıllardan itibaren Osmanlı İmparatorluğu topraklarına göç eden yüzbinlerce Çerkez’in önemli bir kısmının Ermenilerin bulunduğu doğu illerine yerleştirilmesi, Ermeni köylülerinin durumunu daha da ağırlaştırmıştır. Korkunç bir yoksulluk içerisinde bulunan bu göçmenler, hayatta kalabilmek için gerek Müslüman gerekse Hristiyan köylerine saldırıp, talan ediyorlardı. Çerkezler kendilerini yersiz yurtsuz bırakanlar olarak gördükleri Kafkasyalı Hristiyanlara karşı duydukları güçlü kin ve nefreti, yeni iskân edildikleri topraklara da taşımışlar, doğal olarak da bundan en fazla zarar gören Ermeniler olmuştu.
Osmanlı Devleti’nin Ermenilerin içinde bulunduğu olumsuz ortamı yaratan koşulları ortadan kaldırma hususunda isteksizlik göstermesi veya bundan aciz olması karşısında, Ermeniler umutlarını her geçen gün daha fazla, aralarındaki mezhep farklarına rağmen dindaş olarak gördükleri Avrupalı emperyalist güçlere ve Rus Çarlığına bağlıyorlardı. Nitekim doğu vilayetlerinde bu şartların hüküm sürdüğü bir dönemde gerçekleşen 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı, yarattığı sonuçlarla Ermeni sorununu uluslararası alana taşıyarak, Türk-Ermeni ilişkilerinde bir dönüm noktası oluşturmuştur.
Ermenilerin savaşta Rus ordusuna verdikleri destek ve Avrupalıların müdahalesini temin etmek için gösterdikleri gayretler, onları Osmanlı Devleti’nin gözünde güvenilmez bir unsur haline getirirken, Kürtlerin Ermenilere olan kinlerini de körükledi. Rus birliklerinin geri çekilişi sırasında Kürtler ve Çerkezler Ermeni köylerinde yağma ve katliamlar gerçekleştirdiler. Osmanlı Rus Savaşının bitimine doğru, İstanbul’daki Ermeni Meclisinin Rus Çar’ına verilmek üzere kaleme aldığı muhtırada; Fırat’a kadar olan bölgenin Rusya egemenliğinde kalması, bunun mümkün olmaması durumunda Bulgaristan’a ve Bulgarlara verilen imtiyazların aynen Ermenilere de verilmesi ve işgal olunan arazi tahliye edilecek ise Osmanlı hükümeti tarafından gerekli reformlar yapılıncaya kadar Rus işgal kuvvetlerinin Osmanlı topraklarını terk etmemeleri talep olunuyordu. Ancak Ayastefanos Antlaşması ile Rusya’nın Kafkasya’da hâkimiyet sağlayarak Doğu Anadolu ile Bulgaristan’da nüfuz sahibi olması İngiltere’nin politikasına ters düştüğünden, İngiltere, Avusturya’nın da desteğini alarak Berlin’de yeni bir uluslararası konferans toplanmasını ve bu konferans sonunda Berlin Antlaşması’nın imzalanmasını sağlamıştır.Ayastefanos Antlaşması’nın Berlin’de kendi aleyhlerine revize edilmesi, büyük beklentilere kapılmış olan Ermenilerde hayal kırıklığı yarattı. Emperyalist ülkelerin kendileri lehine müdahalede bulunmasını sağlamak için yegâne yolun silahlı mücadeleye girişmek olduğu fikri gerek Osmanlı gerekse Rus çarlığı topraklarında yaşayan Ermeni aydınları içerisinde giderek ağırlık kazandı. Birbiri ardına kurulan sosyalist eğilimli Hınçak ve milliyetçi eğilimli Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) komiteleri Avrupa ve Rus kamuoyunun dikkatini Ermeni sorununa çekmek amaçlı silahlı-silahsız güç gösterileri, isyan ve suikastlar örgütlemeye başladılar.
Bu dönemde Ermeni tüccar, sarraf, sanayici ve zanaatkârlar Osmanlı ekonomisi içerisinde önemli bir yere sahiptiler. Ege, Marmara, Orta Anadolu ve Çukurova’da ipekböcekçiliği, dokumacılık, bakırcılık, tütüncülük, kuru meyvecilik, madencilik, lületaşı işlemeciliği ve benzeri pek çok üretim alanında Ermeniler ileri seviyedelerdi ve üretilenlerin önemli bir kısmı yine Ermeni tüccarlar aracılığıyla ihraç edilmekteydi. 18. yüzyılın sonlarında, Osmanlı Devleti’nin kapitülasyonlarla Avrupalı tacirlere tanıdıkları imtiyazlar, kendi tebaasından tacirlere tanıdıklarının ötesine geçerek, onları Avrupalılar ile rekabet edemez duruma getirmiş, bu da gayrimüslim tacirleri Avrupa devletlerinin himayesine girmeye itmişti, ancak Avrupalılar gayrimüslim tacirlerin sahip olduğu yerel ağları ellerine geçiremediklerinden ticaretten elde ettikleri kârları onlarla paylaşmaya mecbur kalmışlardı. Ermeni tacirler, Avrupalıları, bilhassa da Doğu Akdeniz ticaretine hâkim olan İngilizleri, iç bölgelerle ticaret yapabilmek için kendilerini aracı olarak kullanmak zorunda bıraktıkları gibi, Avrupa şehirlerinde de kendi nam ve hesaplarına faaliyet gösteriyorlardı.Batı Anadolu’da gayrimüslim burjuvazinin güç kazanması, Müslüman tacirleri ve seçkinleri tali bir pozisyona iterek, dış ve iç ticarette sahip oldukları üstün konumu yitirmelerine, ithalat ve kredi konularında gayrimüslim tüccar ve finansörlere giderek daha fazla bağımlı hale gelmelerine yol açtı.Müslüman ve gayrimüslim tüccar ve seçkinler arasındaki eşitsiz gelişimden kaynaklanan bu sınıfsal çıkar çatışması, daha sonraki tarihlerde meydana gelen siyasi ihtilaflar bakımından önemle dikkate alınması gereken bir faktördür.
Nitekim Abdülhamid istibdadına karşı İttihat ve Terakki’nin öncülüğünde gerçekleşen 1908 devrimi ve meşrutiyetin ilanı ile birlikte ortaya çıkan özgürlük ortamından siyasi, ekonomik ve kültürel örgütlenmeler yoluyla azami ölçüde istifade etmek isteyen, üstelik Avrupalı misyonerlerin ve konsolosların himayesi altında hızlı bir burjuvalaşma ve uluslaşma süreci içerisine girmiş olan Ermenilerin toplumsal statülerindeki değişme, bu değişimin kendileri aleyhine sonuçlar doğurmakta olduğu düşüncesini taşıyan Müslüman seçkinler arasında tepkilere yol açmaktaydı. Bilhassa, yoğun bir Ermeni nüfusunun bulunduğu Adana merkezli Çukurova veya tarihsel adıyla Kilikya bölgesinde giderek refah seviyeleri artmakta olan Ermenilere karşı, Müslüman toprak ve nüfuz sahiplerinin bütün bunların Meşrutiyet’ten kaynaklandığı, Müslüman-gayrimüslim eşitliğinin İslam hukukuna aykırı olduğu propagandasıyla körüklediği yaygın bir hoşnutsuzluk hali oluşmaya başlamıştı. Bu sınıfsal çatışmanın yol açtığı provokasyonlar sonucunda 1909 yılında 31 Mart isyanı ile eş zamanlı olarak Adana’da 20-30 bin civarı Ermeni’nin öldürüldüğü bir katliam yaşandı.
Öte yandan Ermenileri her daim Osmanlı Devleti’ne karşı silahlı isyan halindeki teröristler olarak resmeden Türk milliyetçi tarih yazımının iddialarının aksine, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile en örgütlü Ermeni partisi olan Taşnaktsutyun, Meşrutiyet’in ilanının hem öncesinde hem de sonrasında, hükümete karşı ortak silahlı eylemler gerçekleştirmekten seçimlere ortak listeyle girmeye kadar uzanan burjuva devrimci bir zeminde uzun süreli bir işbirliği içerisindeydi. Adana katliamı ile yaşanan geçici sarsıntıya rağmen sürdürülen bu işbirliği, 1912 yılına kadar inişli çıkışlı bir seyir halinde devam etmiş, Osmanlı ordusunun nevzuhur Balkan devletleri karşısında ağır bir yenilgiye uğramasının ardından çözülüş sürecine girdiği görülen Osmanlı devletinden ve İttihat Terakki’nin kendilerine verdiği reform sözlerini tutma yeteneğinden umudunu kesen Taşnaktsutyun, Ermeni Sorunu’nu emperyalist devletlerin müdahaleleri aracılığıyla çözme siyasetine geri dönmüştür.
1. Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen önce geçekleşen Taşnak kongresine katılan İttihat ve Terakki heyeti, Gürcü ve Ermenilerin, Kafkasya ve İran’ın kuzeyinde yaşayan Müslümanlar ile birlikte Rusya’ya isyan etmelerinin ve Rus ordusunu arkadan vurmalarının sağlanması halinde, savaşın bitiminde Erivan, Kars, Gence’nin bir bölümü, Van, Bitlis ve Erzurum vilâyetinin bir kısmını içine alacak özerk bir Ermenistan kurulmasını destekleme teklifinde bulundular. Bunu Ermeniaskeri gücünden yararlanmak suretiyle Kafkasya’yı ele geçirmek için hazırlanmış bir tuzak olarak değerlendiren Taşnaklar teklifi geri çevirdiler.Çok geçmeden Taşnakların örgütlediği dört Ermeni taburu Çarlık ordularının yanına, Kafkasya cephesinde Osmanlı ordusuna karşı dövüşmeye başlayacaktı.
19 Nisan 1915’te başlayan ve Taşnak gönüllü ordusunun bir ay sonra şehri işgal etmesiyle birlikte bambaşka bir görünüm alan Van İsyanı; İttihat ve Terakki hükümetinin 24 Nisan’ı 25 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’da Taşnak ve Hınçak yöneticilerinin de aralarında bulunduğu 250’ye yakın Ermeni’yi tutuklamasının başlıca gerekçesi oldu. Binlerce Müslümanın katledildiği Van İsyanı’nı ve Taşnakların Çarlık ordusuyla yaptığı işbirliğini bilhassa Sarıkamış bozgunu sonrasında Anadolu’da gerçek bir tehdit olarak algılayan Osmanlı hükümetince 1915 yılı Mayıs ayında, kısaca “Tehcir Kanunu” diye bilinen “Vakt-ı Seferde İcraat-ı Hükûmete Karşı Gelenler İçin Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun-u Muvakkat” çıkarıldı. Ordu komutanlarına askeri gereklerden ötürü veya casusluk ve hiyanetlerini hissettikleri köy ve kasabaların ahalisini münferiden veya toplu halde başka yerlere sevk ve iskân etme yetkisini tanıyan bu kanunun uygulanması sonucunda Talat Paşa’nın özel arşivinde bulunan belgelere yani referans alınabilecek en düşük rakama- göre, 972.246 Ermeni tehcir edildi. Ancak Kanunun uygulanması sırasında çeteler ve Kürt aşiretlerince kafilelere yapılan saldırıların yanı sıra, kendi yaşayışlarına, alışık oldukları iklim ve doğa şartlarına zıt özelliklere sahip yerlere tehcir edilen Ermenilerin sevk edildikleri yerlerde toplam nüfusun belirli bir yüzdesini geçmemelerini sağlamaya dönük olarak hükümetçe izlenen etnisite mühendisliği politikası bir milyona yakın Osmanlı Ermenisinin Büyük Felâketine yol açtı. Bu Ermeni Kırımını, Taşnak gönüllü birliklerinin ve çetelerinin Doğu Anadolu’da ve daha sonra Çukurova’da on binlerce sivil Müslümana karşı gerçekleştirdiği intikam saldırıları takip etti.
Yalan ve çarpıtmalar
Türk milliyetçi tarih yazımının Ermeni sorunun herhangi bir objektif temele dayanmayan, dış güçler ve bilhassa da misyonerler tarafından ortaya çıkarılan “sunî bir sorun” olduğu yönündeki çarpıtmasına yukarıda değinildi. Bunun yanı sıra, tehcir edilen Ermenilerin sayısı konusunda yapılan yoğun tahrifat, Murat Bardakçı’nın Talat Paşa’nın “kara kaplı defteri”ndeki rakamları yayınlamasıyla bir ölçüde son bulmuşsa da tehcir edilenlerin büyük bölümünün kırıma uğratıldığı konusunda yalan ve çarpıtmalar halen sürdürülmektedir. Oysa gerçekleşen kırımı bizzat Talat Paşa’nın hatıratında “Esasen askeri bir tedbir şeklinde başlayan icraat, ahlaksız ve kötü tıynetlerin yüzünden feci bir şekil almıştır.” diyerek kabul ettiği, Mustafa Kemal Atatürk’ün de fazahat (alçaklık, rezillik) olarak nitelediği bilinmektedir.
Öte yandan Ermeni milliyetçi tarih yazımı ve onun her ettiği kelamı tartışmasız doğru kabul eden liberal tarih yazımı da benzer yalan ve çarpıtmalar üzerine kuruludur. Bilhassa Ermeni tarafında konunun duayeni sayılan Vahakn Dadrian’ın çalışmalarında Osmanlı Ermenilerinin 1915’te yaşadığı büyük felaket; homojen, monolitik ve ırkçı bir parti olarak resmedilerek Nazi partisine eşitlenen İttihat ve Terakki’nin, Anadolu’nun Türkleştirilmesi konusundaki gizli, zenofobik, şeytani planları doğrultusunda, SS Ölüm taburlarına eşitlenen Teşkilat-ı Mahsusa vasıtasıyla Ermenileri yok etmek üzere en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış, ustaca organize edilmiş bir soykırım olarak Holocaust’a eşitlenir. Bu bakış açısına göre yaşanan kırım, ortada herhangi bir güvenlik sorunu olmamasına karşın savaş ortamının elverişli koşullarından istifade ederek Ermenileri yok etmek isteyen ırkçı İttihatçıların bütünüyle tek taraflı tasarruflarının eseridir, Ermeni milliyetçilerinin ortaya çıkan bu tabloda herhangi bir sorumlulukları yoktur. Örneğin Osmanlı Bankası baskınını organize eden grubun liderlerinden biri olan Armen Garo’nun (1908 Devrimi’nden sonra Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda milletvekili olan KarekinPastırmacıyan) hatıratında bizzat “… girişim umduğumuz gibi başarılı olursa İstanbul Avrupalı silahlı güçlerce işgal edilir ve Ermeni Meselesi arzu ettiğimiz gibi çözülürdü.” şeklinde ifade ettiği Osmanlı ülkesinin emperyalist devletler tarafından işgal edilmesini sağlama stratejisi, Dadrian’ın kitaplarında -tıpkı günümüzde Irak işgalini meşrulaştırmak için emperyalistler tarafından yapıldığı gibi- “uygar dünyanın insani müdahalesini temin etmek” olarak resmedilmektedir.
Keza 1912 yılında patlak veren Balkan Savaşında Osmanlı ordusunun uğradığı hezimetin yarattığı travmanınittihad-ı anasır ve Osmanlıcılık anlayışını İttihatçıların zihninden tamamen silerek Türkçülük ideolojisinin güç kazanmasına sebep olduğu, 1913 Babıali Baskınıyla iktidarı tamamen ele geçirerek kendi diktatörlüğünü tesis eden İttihat ve Terakki’nin, bundan sonra gayretlerini Osmanlı ülkesini Türkleştirme hedefine yoğunlaştırdığı ve Ermenilerle meskûn vilayetlerde ikinci bir Balkan sorununun ortaya çıkmasını engelleme stratejisini benimsediği sıkça ileri sürülür.Bu değerlendirmede haklılık payı bulunmakla birlikte, Balkan Savaşı’ndan sonra İttihat ve Terakki’nin Ermenilere yönelik değerlendirmelerinin değişmesinde belirleyici olan yalnızca İttihatçıların tek taraflı ideolojik ve politik tasarrufları değildir. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda çok sayıda Ermeni askeri sadakatle görev yapmışsa da savaş başlar başlamaz Taşnaklar, Ermeni halkının yoğunluklu yaşadığı bölgelerin dışındaki bu coğrafyada Bulgar ordusu saflarında Osmanlı’ya karşı savaşmak üzere bir Ermeni gönüllü birliği kurarak Osmanlı ordusuna karşı çok sayıda savaşa katılmışlar, bu birliğin komutanlığını yapan Taşnak liderleri hizmetlerinden ötürü Bulgar vatandaşlığı ve subaylık rütbesi ile ödüllendirilerek, maaşa bağlanmış ve nişanlarla taltif edilmişlerdi.
İttihat Terakki’nin ideolojik açıdan yeknesak bir ırkçı çizgide bütünleşmiş, homojen ve monolitik bir parti olduğu iddiası, partinin ve dönemin tarihi hakkında en yüzeysel bir okuma yapmış herkes için gülünç ötesi bir iddia olduğu gibi, Ermeni milliyetçi tarih yazımı İttihatçılar ile Taşnaklar arasında inişli çıkışlı bir seyir halinde uzun yıllar devam etmiş yakın işbirliği olgusunu hasıraltı etmekte Türk milliyetçi tarih yazımı ile ortaklaşmaktadır. Ermeni milliyetçi tarih yazımının Türk milliyetçi tarih yazımı ile farklı bir cenahtan ortaklaştığı bir diğer husus da ilginç biçimde tehcir edilenlerin bir bölümünün akıbeti konusudur. Örneğin Radikal Gazetesi’ne verdiği bir röportajda Hrant Dink, tehcirden sağ kurtularak geri dönen Ermenilerin sayısı ile ilgili tartışmaya dair şunları söylemekteydi: “Ermeniler gelmiş olabilir. Ama bunlar sonradan ne oldu? Evlatlık alınan çocuklar, genç kızlar ne oldu? Biz de öğrenmeye açığız. Çünkü bu konuda Ermeni dünyasının da çok namuslu davrandığını düşünmüyorum. Ermeni tarihçilere de kalanları sorduğumda, ‘Orasını karıştırma’ diyorlar. ‘Karıştırma’ dedikleri noktanın, ‘Bir buçuk milyon Ermeni öldürüldü’ tezine zarar vereceğini düşünüyorlar. ‘Öldüler’ demek işlerine geliyor. Ama her gün öğreniyoruz ki, onlar ölmemiş.”
1. Cumhuriyet’in tasfiyesinde Ermeni Sorunu ve komünistlerin bakışı
AKP iktidarının I. Cumhuriyet’i tasfiye çabalarının “darbecilerle hesaplaşma”, “sivilleşme”, “özgürleşme” ve “demokratikleşme” yalanlarıyla süslenen ilk dönemlerinde AKP-FETÖ-liberal ittifakının ve çözüm süreci ile birlikte bu ittifaka angaje olan Kürt Siyasi Hareketi’nin 1923 Cumhuriyeti’nin tüm paradigmalarını bir yapı sökümüne tabi tutmaya çabaladığı biliniyor. “Geçmişle yüzleşme” adı altında yürütülen bu çabanın hedefi emperyalizmin bölgesel tasarımları ve AKP’nin siyasi hedefleri ile uyumlu yeni Türkiye’nin yeni resmi tarih yazımını inşa etmekti. “Türkiye’de sol sağdır, sağ da sol” şeklinde özetlenebilecek İdris Küçükömer sivil toplumculuğu, Şerif Mardin-Atilla Yayla-Murat Belge-Nuray Mert-Birikim liberalizmi, Bediüzzaman Said Nursi-Rıza Nur-Mustafa Armağan gericiliği bulamacıyla karılan bu hamurdan bugün gelinen noktada püsküllü deli Kadir Mısırlıoğlu tarihçiliğinin boy atması AKP’nin “demokratik devrimi (!)”ne çok umutlar bağlamış liberalleri ne kadar tatmin etmektedir bilinmez ama bu yollarda beraber yürünmüş, yağan yağmurda beraber ıslanılmıştı.
- Cumhuriyet’in tarih tezlerine dönük bu yapı söküm çabasının Kürt sorunu ile birlikte en öne çıkan başlıklarından biri de hiç şüphesiz Ermeni meselesi ve 1915 olaylarıydı. O süreçte, Rusya ve İran’ı kuşatma stratejisine dönük olarak ABD emperyalizminin dikte ettiği bilinen Ermenistan ile yakınlaşma siyasetinin belirlediği daha makro politik bir zemine de oturtulan 1915 tartışması, AKP’nin ilk dönemine damga vuran konulardan biri olarak öne çıkıyordu. Ergenekon, Balyoz ve Kafes başta olmak üzere AKP-FETÖ ittifakının devlet aygıtını ve iç siyasi dengeleri yeniden dizayn edilmesine dönük hamlelerinin bir ürünü olan siyasi davalara toplumsal meşruiyet kazandırılması amacıyla esas olarak devlet içindeki FETÖcü unsurlar tarafından organize edildiği günümüzde ayan beyan ortaya çıkmış olan alçak bir suikast ile HrantDink’in katledilmesi de, Ermeni sorununu tarihsel ve akademik bir tartışma olmaktan çıkarıp Türkiye’nin bugününe ve siyasi geleceğine dair daha güncel boyutlara taşımıştı.
Yurtsever aydın HrantDink’in derin devlet işi olduğu besbelli kalleşçe bir suikast ile öldürtülmesinin ilerici-sol kesimlerde yarattığı infial ve adeta bu öfkeyi fırsat bilen Taraf Gazetesi’nde odaklanmış Baskın Oran, Halil Berktay, Taner Akçam gibi liberal kalemlerin estirdiği entelektüel sindirme rüzgârı, Ermeni Sorunu’nun ve 1915’in sol içerisinde gerek akademik gerekse politik bakımından sağlıklı ve tutarlı temellerde tartışılmasını engelleyen bir işlev gördü. Karşıt ucunda Halaçoğlu, Kerinçsiz, Perinçek gibilerin ve resmi ya da sivil her soydan faşistin durduğu bu tartışmada, Türkiye solunun geniş kesimleri çoğu kez isabet kaydedebilen “devlet ne diyorsa tam tersi doğrudur” şeklindeki geleneksel refleksle tutum belirlemeye çalışırken, meseleyi bir “vicdan” sorununa indirgeyip geri kalan her şeyi teferruat olarak göstermeye çalışan liberallerin tezleri, pek de derin bilgi sahibi olmadığı bir alanda sol üzerinde ideolojik tahakküm kurmayı başardı. Ermeni sorununun Marksist bir analize tabi tutulması bir yana, at izinin it izine karıştığı liberal tezlerdeki tutarsızlıkların eleştiri konusu edilmesi dahi inkârcılık, ulusalcılık ve benzeri yaftalamalar için yeterli görüldü.
Konunun bir tabu sayıldığı geçmişe kıyasla bugün artık sadece Türk milliyetçi tarih yazımının değil Ermeni tarafının belge ve tezlerine, tehciri bizzat yaşamış Ermenilerin yayınlanmış anılarına ve batılı araştırmacıların eserlerine erişmek kolay hale gelmiştir.Ancak bu külliyatın çok büyük bir kısmının gerek Türk gerekse Ermeni hâkim sınıflarının çıkarları ve güncel siyasal amaçları doğrultusunda yalanlar, çarpıtmalar, abartılı ve kutuplaştırıcı yaklaşımlarla malul olduğu, her iki tarafın da kendi tarafının tezlerini haklı çıkarmak için bilimle ve gerçeklerle bağdaşmayan bir eğip bükme, tarihsel hakikatin bazı parçalarını öne çıkarıp diğerlerinin üstünü örtme tutumu içerisinde olduğu ortadadır. Postmodernitenin modası olan alt kimlikleri öne çıkarma dalgasının üzerine binerek resmi tarih yazımına alternatif olma iddiası ile ortaya çıkan liberal tarih yazımı da, meseleyi neredeyse bütünüyle Türk milliyetçi tarih yazımı yerine Ermeni milliyetçi tarih yazımını ikame ederek ele almakta ve bu tutuma getirilen eleştirileri devlet muhipliği, inkârcılıkve şovenizm olarak damgalamaya çalışmaktadır.
- Cumhuriyet’in tasfiyesinin büyük ölçüde tamamlandığı ancak yerine yenisinin inşasının sancılarının yaşandığı günümüzde, geçmişte AKP’nin “statükoyla hesaplaşma”, “sivilleşme”, “demokratikleşme” yalanları karşısında yönünü yitirmiş olan kesimlerin birçoğunun ayağı, özellikle gericilik, laiklik ve Kürt sorunu gibi başlıklarda nihayet suya ermektedir. Bütün bu başlıklarda olduğu gibi, AKP’nin yeni bir tarih yazımı çabalarının yoğunlaştığı Osmanlı tarihi, Abdülhamid devri, erken Cumhuriyet dönemi gibi tüm konularda da sosyalistlerin milliyetçi, gerici veya liberal tarih tezlerinden kendilerini ayrıştırarak, tarihsel olay ve olgulara biricik bilimsel dünya görüşü olan Marksizm-Leninizm zaviyesinden bakmadıkça egemen sınıfların şu veya bu kesiminin değirmenine su taşımaktan kurtulamayacakları açık olmalıdır. Dolayısıyla Ermeni sorunu ve 1915’e de “devletin bekası” ya da bir “vicdan” meselesi olarak yaklaşmak sosyalistler açısından kabul edilemez birer hatadır.
Komünistler, insanlık tarihini parçalarının özgünlükleriyle birlikte bir bütün olarak ele alan diyalektik-tarihsel materyalist ve halkların acılarını birbirinin karşısına koymayan, yarıştırmayan, bu acıları ortak acılar olarak gören enternasyonalist bir bakış açısına sahip olmak ve bu yaklaşımı, mevcut siyasal atmosferin tüm olumsuz etkilerine göğüs gererek sürdürmek zorundadırlar.
Proletarya enternasyonalizminin kızıl bayrağını yurdumuz semalarında onurla dalgalandıran TKP’mizin sıra neferleri Aram Pehlivanyan, SarkisÇerkezyan, Vartanİhmalyan, Jakİhmalyan, Şahabettin Bakırcıyan, Hayk Açıkgöz, Anjel Açıkgöz yoldaşların aziz hatırasına sonsuz saygıyla…
“Mürettip Refik’le Sütçü Yorgi’nin
Ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına
Parmakları birbirine dolanmış
Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış
Affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni çünkü sen de
Affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına”
Nâzım Hikmet