Geçtiğimiz Mayıs ayında, ABD Savunma Bakanlığı eski üst düzey yöneticilerinden Michael Maloof, Rus devlet televizyonu RussiaToday’de verdiği demeçte ABD’nin,IŞİD’le savaşı sona erdikten sonra da Suriye’nin kuzeyini terk etmeyeceğini, ABD’nin Suriye’nin Kürt bölgelerinde daimi olarak kalmanın şartlarını oluşturmak için burada bir askeri üs kurma niyetinde olduğunu ifade etmişti.1 Temmuz ayında, PYD öncülüğünde kurulan Suriye Demokratik Konseyi (SDK) eş başkanı İlham Ahmed, AssociatedPress’e verdiği demeçte, Rakka’nın, IŞİD’den kurtarılması sonrasında yönetilmesi ve yeniden inşası için ABD’nin uzun vadeli siyasi ve finansal desteğine ihtiyaç duyacaklarını, ABD’nin rolünün Rakka’nın temizlenmesiyle sınırlı kalmaması gerektiğini ve garantör rolü oynaması gerektiğini dile getirerek “Eğer Amerikalılar bu bölgelerin ve kendi ülkelerinin güvenliğini sağlamak istiyorlarsa, demokratik bir sistem kurulana kadar Suriye’de kalmaya devam etmeliler” diyordu.2
Ağustos ayında Reuters’e konuşan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) sözcüsü Talal Silo, Rojava’daki Amerikan askeri varlığının kalıcı olacağını, ABD’nin Suriye’de IŞİD yenildikten sonra da kalmakta “stratejik çıkarları” olduğunu, Rojava ile ABD arasında uzun vadeli askeri, ekonomik ve siyasi anlaşmaların olacağına inandığını, ABD’nin yakın zamanda, bir askeri havaalanı inşa etmek için bir bölgeyi güvenlik altına almayı istediğini, halihazırda YPG/SDG kontrolündeki bölgede ABD’nin yedi askeri üs kurduğunu, bunlardan birinin Kobane’deki ana hava üssü olduğunu belirtirken, “Bunlar daha başlangıç. Desteği ayrılmak için vermiyorlar. Amerika tüm bu desteği bedava vermiyor” dedi.3
ABD’li yetkililerin ve PYD/SDG sözcülerinin yukarıda değindiğimiz türden çok sayıdaki beyanatları ve hemen her gün bu bağlamda basına yansıyan gelişmeler, ABD ile Kürt Siyasi Hareketi arasında kısa süreli, “taktiksel” bir yardımlaşma değil, kalıcı ve stratejik bir ilişki kurulmasının öngörüldüğünü ve arzulandığını tevil götürmez biçimde ortaya koymaktadır.
Üç maymunu oynayan sol
Kürt Siyasi Hareketi cephesinde ABD ile iş birliği arayışının yeni zuhur eden bir gündem olmadığı, geçmişinin daha eski değilse bile en azından Abdullah Öcalan’ın İmralı savunmasında geliştirdiği ‘Demokratik Cumhuriyet’ tezlerine kadar gittiği biliniyor. Anımsanacağı gibi Öcalan daha sonra kitaplaştırılan savunmasında ‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’ ilkesinin artık geçerliliğini yitirdiğini belirterek, ABD, AB ve diğer emperyalist-kapitalist ülkelerin, sosyalizmin beceremediği, insan haklarına ve demokrasiye dayalı bir dünya yaratmaya soyunduklarını iddia ediyor, Kürtlerin de ABD tarafından kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni’ne karşı olmak yerine içinde yer almaları gerektiğini söylüyordu. Yine hatırlanacağı üzere, ABD’nin Irak işgali sırasında, o tarihte Kongra-Gel adını kullanan Kürt Siyasi Hareketi işgali desteklemiş, ABD ile iş birliğine hazır olduğunu duyurmuştu. O tarihlerde Kongra-Gel Yürütme Konseyi tarafından yayınlanan Kuruluş Bildirgesi’nde ABD’nin Saddam rejimine müdahale ederek Ortadoğu’da yeni bir süreci başlatmasının kendileri tarafından olumlu bulunduğu, bu yaklaşımın yapıcı bir boyuta ulaşmasının Kürt sorununun kalıcı çözümüyle mümkün olabileceği, Kongra-Gel’in kuruluşunun da ABD’nin bölgeye yönelik düzenlemelerine katkı sağlayacağı ifade ediliyordu.
Kürt Siyasi Hareketi’nin yirmi seneye yakın bir süredir savunageldiği ancak bugünkü ölçekte daha önce hayata geçirme olanağı bulamadığı bu iş birliğinin gelinen aşamada kuvveden fiile çıkması üzücü, ancak gerek Kürt Siyasi Hareketi’nin sözünü ettiğimiz bağlamdaki tarihsel sürekliliği gerekse reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında ulusal mücadelelerin geçirdiği nitelik değişimi karşısında olağandışı sayılamayacak bir gelişmedir. Şaşırtıcı olan, Türkiye solunun kimi bileşenlerinin bugün apaçık ortada duran ve sosyalistler açısından kabul edilemez olan bu tablo karşısında üç maymunu oynaması veya daha kötüsü bin bir gerekçe üreterek bu tablonun müdafaasını üstlenmesidir.
Örneğin, ‘Rojava Devrimi’ olarak adlandırılan Kuzey Suriye’deki iktidar boşluğunun, Kürt Siyasi Hareketi’ne bağlı güçler tarafından doldurulması sürecinin başlangıcı kabul edilen 19 Temmuz 2012 tarihinden hemen sonra bölgeye bir kısım kadrolarını intikal ettiren ve o tarihten bu yana YPG’nin yürüttüğü savaşın içinde yer alan bir sosyalist hareketin yöneticisi, “Kürdistanî” bir parti olduklarını açıkladıktan sonra, emperyalistlerin bölgedeki rolüne ilişkin olarak şunları söylüyor:
“Amerika’nın, Fransa’nın ya da başkaca emperyalist güçlerin, kendi çıkarları gereği, Rojava devrimine faşist Türk devletince saldırtılan DAİŞ çetelerini vurmak zorunda kalmaları, bu devrimin niteliğini ortadan kaldırmaz. Çünkü ABD ya da diğer koalisyon bileşenleri olsun ya da olmasın, Minbic’e girilecek, Raqqa’ya şu veya bu zamanda yürünecekti. DAİŞ en büyük tehdidi Rojava’ya oluşturuyor çünkü. Geride kalan dönemde, rejimle ya da diğer gerici bölge devletleriyle savaşta vermedik binlerce şehit ve yaralıyı. DAİŞ saldırdı ve evet, biz çetelerle savaşırken, kendi çıkarları için emperyalistlere ait uçakların onları vurmasından rahatsızlık duymayız. Bir gün o uçakların bizi vurmak için de gelebileceklerini bilerek, buna göre hazırlanarak ele alıyoruz, bu zorunlu ve geçici askeri taktiksel ilişkiyi. Sözü ve eylemi devrimden yana olan kimi dostlarımızın, emperyalistlerin bu yönelimlerine bakarak kaygılanmaları anlaşılırdır. İşin içerisinde emperyalistler var ve onlar Kürtlerin ya da Arapların kaşına gözüne hayranlıklarından bu tür “yardım”larda bulunmuyorlar elbette. Kendi çıkarları var ve şu dönemde güçlü bir iradeye sahip olan Kürtlerle, kısa bir süreliğine de olsa, aynı paralelde yürüyorlar, hepsi bu. Emperyalistlerin Rojava’nın mevcut devrimci önderliğiyle, ona yön veren iradeyle hem ideolojik hem de siyasal sorunları var ve öyle birkaç taktik askeri iş birliğiyle ya da uçak sortisiyle aşılacak şeyler değil bunlar. Devrimi zayıflatmak, emperyalistlerin ekonomisine ve tekniğine bağımlı kılmak, bunun için de kendileriyle uyum içerisinde kalmaya zorlamak onların amaçları arasında yer alıyor.”4
ABD emperyalizminden alınan desteğin “geçici”, “taktiksel” ve “kısa süreli” olduğuna ilişkin bu iyimser ifadelerin, bizzat Kürt Siyasi Hareketi sözcülerinin ve ABD yetkililerinin yukarıda bazılarına değinilen beyanlarıyla da, en açık örneği bölgede bir kısmı halihazırda konuşlandırılmış ve konuşlandırılması öngörülen Amerikan, Alman ve Fransız askeri üsleri olan pratik gelişmelerle de tezat halinde olduğu açıktır.
Aynı siyasi hareket, bir yandan Kürt Siyasi Hareketi tarafından bölgede örülen sürecin “komünal/konseysel halk iktidarı seçeneğini ete kemiğe büründüren” bir devrim olduğunu ileri sürerken5, diğer yandan tüm eksikliklerine karşın “ilerici ve halkçı bir program” olarak nitelediği komünal ekonomi perspektifinin günümüz toplumunun iktisadi gerçekleriyle bağdaşmadığını ve nihayetinde Kürt burjuvazisinin elini güçlendirdiğini saptamaktadır.6
Oysa aynı siyasi hareket, Kuzey Suriye’deki söz konusu “komünal” iktisadi yapının ortada olmadığı dönemde bu yaklaşımların temelini oluşturan Öcalan tezlerinin “döneminin anarşizm eğilimiyle fazlasıyla içli-dışlı durumda” sivil toplumcu tezler olduğunu söylüyor7, yine henüz ABD ile iş birliği arayışının kuvveden fiile geçmediği aynı dönemde Kürt Siyasi Hareketi’ni anti-emperyalizm ve sosyalizm zaviyesinden ağır bir dille eleştiriyordu:
“(Duran) Kalkan, VI. Kongre’nin kararlarını ve ABD emperyalizminin Kürt, Türk, bölge ve dünya işçi sınıfı ve halklarının en azgın düşmanı olduğunu “unutmayı” yeğliyor. O, emperyalizmin “hâkim” olduğunu, dolayısıyla PKK’nin de Kürt ulusunun davasını, “sistemin içine girmiş olarak”, yani ABD ve Batı Avrupa emperyalistleriyle ve onların uşaklarıyla çatışmadan ve onlarla uyum içinde savunması (!) gerektiğini vazediyor. … Öcalan ve (Yaşar) Kaya gibileri, ABD başta gelmek üzere emperyalizmin ve Türk egemen sınıflarının çıkarlarıyla Kürt ve Türk proletaryası ve halkı da içinde olmak üzere bölge proletaryası ve halklarının çıkarlarının asla bağdaşmayacağını bir türlü anlayamamaktadırlar. Kuşkusuz, genel çizgileri hesaba katıldığında, Kürt halkına ve onun savaşçılarına olan güvenlerini çoktan yitirmiş gözüken Öcalan ve Kaya gibilerinin Kürt halkını ve ulusal hareketini, ABD emperyalizminin ya da Türk militarizminin Saddam’a ya da başkalarına karşı kullanacakları potansiyel bir vurucu güç gibi pazarlamaya kalkışmaları yadırganamaz. … Eğer Başkanlık Konseyi, Türkiye’de ve Ortadoğu’da ABD emperyalizminin ve Türk egemen sınıflarının “istikrar” ve “çözüm” planlarına katkıda bulunmayı ya da bu planların bir parçası haline gelmeyi kuruyorsa, bunun Kürt, Türk, Arap, Fars vb. proletaryası ve halklarına karşı onların düşmanlarıyla birlikte saf tutmaya kadar varabileceğini, böyle bir yola girmenin ise PKK’nin PKK olmaktan çıkması ve kendisini tasfiye etmesi anlamına geleceğini kavramak zorundadır.”8
“Ezilen ulusların ve halkların baş düşmanı ABD’yi ya da başkanlarını alkışlatmakla, sömürgeci devlet adamlarını, emperyalistlerin işbirlikçilerini alkışlatmakla Kürtlerin özgürlüğe kavuşamayacağını devrimci teori izah etti, yetmedi, tarih de gösterdi. Yeni süreçte Kürt ulusal dinamiği ve potansiyeli, ancak sosyalist ve sınıfsal bakış açısı, perspektifleri ve politikalarıyla başarıya yürüyebilir.”9
“Öcalan hiçbir tartışmaya mahal bıraktırmayacak tarzda, emperyalist-kapitalist sistemin yapılandırılması içinde PKK’nin ve Kürtlerin yerini almasını savunuyor. O, geçmişten günümüze emperyalist kapitalist sistemde kendine yer bulamayan ve ulusal varlığı bile inkâr edilen Kürt ulusunun, YDD içerisinde gecikmiş olan yerini almasını istiyor. Sanki bugüne kadar, Kürt ulusunu paramparça eden, sömürgeleştiren, asimilasyona ve jenoside tabi tutan ve Kürt ulusunun varlığını bile tanımayan bu sistem değilmiş gibi. Öcalan için, sosyalizm mi olur, liberal demokrasi mi olur bunun hiçbir önemi yok. Burjuvazi demokrasisi üzerine taşıdığı umutlarını, beklentilerini dillendiriyor. Tabi Sosyalizm mi, kapitalizm mi sorusuna, açıktır ki kapitalizm cevabını vererek yerini ve safını belirliyor.”10
Kürt Siyasi Hareketi ile emperyalizm arasındaki aktif işbirliğinin henüz bir olasılıktan ibaret olduğu günlerde dile getirilen ve “Kürt ulusal dinamiğinin ancak sosyalist ve sınıfsal bakış açısı, perspektifleri ve politikalarıyla başarıya yürüyebileceği” gibi bir bölümüne tereddütsüz katıldığımız bu itirazlarla, benzer anti-emperyalist ve sosyalist zemindeki eleştiriler, ne hazindir ki, söz konusu iş birliğinin somut bir durum halini aldığı günümüz konjonktüründe aynı siyasi hareket tarafından “mangalda kül bırakmayan gevezelikler”11 olarak damgalanabilmektedir.
Günümüzde Kürt Siyasi Hareketi ile birlikte hareket eden irili ufaklı çok sayıda sol yapının geçmişteki değerlendirmeleri ile bugün meseleyi ele alış tarzları arasında derin farklar olduğuna ilişkin mebzul miktarda örnek gösterilebilir. Kürt Siyasi Hareketi ile birlikte davranan devrimci demokrat hareketlerin bir anti-emperyalist mücadele geleneklerinin olduğu, yine bunların bir bölümünün henüz ortada ABD desteği yokken, Kürtler başta olmak üzere Kuzey Suriye’de yerleşik halkların IŞİD’e karşı meşruiyeti tartışma konusu edilemeyecek savunma savaşına destek olmak üzere kadrolarını oraya gönderdikleri biliniyor. Ancak köprülerin altından çok su aktığı, Kürtlerle meskûn bölgelerde IŞİD barbarlığına karşı yürütülen haklı mücadele evresinden, Kürt Siyasi Hareketi’nin emperyalizmin Suriye’yi ve Irak’ı yeniden dizayn ederek İran’ı güneyden kuşatma operasyonlarının asli unsurlarından biri haline geldiği, emperyalistlere ait askeri üslerin bölgede pıtrak gibi çoğaldığı bir evreye gelindiği günümüzde, “anti-emperyalist bölge devrimi” amacıyla hareket ettikleri iddiasındaki bu sol yapılar hâlâ tutumlarını gözden geçirme ihtiyacı duymamakta, bu konudaki eleştirilere “en iyi savunma saldırıdır” diyerek bol sıfatlı sert yanıtlar üretmektedirler.
Biz bu tutumun salt emperyalizme ve onun Ortadoğu’ya müdahalelerinin amacına dair bir siyasi körlükten kaynaklandığı düşüncesinde değiliz. Ancak bu tutumun nedenlerine ilişkin değerlendirme yapmadan önce, esas olarak “Kürtler ne yapsaydı?” ve “Emperyalizme siz bir taş attınız da elinizi tutan mı oldu?” şeklinde iki tema etrafında döndürülen cevabi eleştirilere kısaca yanıt vermek yerinde olacaktır.
Bölgede ve Türkiye’de devrimci ve ilerici güçlerin önünü açacak yegâne önerme, Ortadoğu’da yaşanan savaşın, yıkımın baş sorumlusu emperyalizmin ve onun maşası İslamcı terörün yenilgiye uğratılmasıdır. Emperyalizmin ve gericiliğin yenilmesinin somut karşılığı da emperyalistler, işbirlikçi Körfez ülkeleri, gerici AKP iktidarı ve cihatçı terör örgütleri tarafından hayata geçirilen, Suriye’nin parçalanmasına, Suriye’deki mevcut seküler yönetimin devrilmesine dönük planların boşa düşürülmesi için Kürtlerin, Türklerin ve Arapların gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadele birliğinin sağlanmasıdır.
“Kürtler ne yapsalardı?” sorusunu soranlar, Kürtlerin önündeki yegâne seçeneği ABD emperyalizmi ile iş birliği yapmak ya da soykırıma uğramak olarak tarif ederlerken, güneyde emperyalist işgale ve cihatçı teröre karşı bir yurt savunması vermekte olan Suriye halkının mücadelesini nedense görmezden gelmektedirler. Kürt Siyasi Hareketi’nin kuzeydeki mücadelesinin Suriye’nin güneyindeki mücadele ile ortaklaşmasının önünde engel olarak, geçmişte BAAS yönetiminin Kürtlere siyasi statü tanımayan, Kürt kimliğini inkar eden politikaları gerekçe gösterilmektedir. Oysa başta Kürt Siyasi Hareketi’nin kendisi olmak üzere, bugün onunla birlikte devinen bir dizi devrimci demokrat yapının örgütsel sürekliliklerini bir dönem Suriye rejiminin sağladığı olanaklara borçlu olduğu, hatta Kürt Siyasi Hareketi önderliğinin dahi uzun yıllar boyunca Şam’da konuşlandığı biliniyor. Bu olanaklardan yararlanırken Kürtlere siyasi statü tanınmamasını sorun etmeyen Kürt Siyasi Hareketi’nin, bugünkü savaş ortamında Suriye’nin idari yapısına ilişkin taleplerinin karşılık bulma olasılığı geçmişle kıyaslanmayacak kadar güçlü olmasına karşın, Suriye yönetimi ile aynı mücadele cephesinde ortaklaşmaktan kaçınmasının sebebi, ABD ile girilen iş birliğinin daha “kârlı” bir yatırım olarak görülmesinden başka bir şey değildir. Sonuç olarak kimse kimsenin aklıyla alay etmemelidir, Kürt Siyasi Hareketi’nin ABD ile yakınlaşma konusunda bilinçli bir tercihte bulunduğu açıktır.
Konuyu bildik mücadele tarz ve yöntemleri tartışmasına getiren “Emperyalizme siz bir taş attınız da elinizi tutan mı oldu?” teması etrafındaki hamasi ve hakaretamiz retoriğe ilişkin olarak ise söylenecek fazla bir şey yok. Aynı düzeye inilecek olsa, “Emperyalizm mahallenin bitli köpeği midir?” sorusu sorulabilir. Kaldı ki 1960’lı yıllardan bu yana emperyalizme ve düzen kurumlarına taştan başka çeşitli cisimler de fırlatmayı temel mücadele yöntemi olarak benimseyen devrimci yapıların ödedikleri muazzam insani bedele kıyasla, emperyalizm ve düzen duvarında herhangi bir gedik açmayı başarıp başaramadıkları ortadadır.12 Emperyalizmi bölgeden Arap, Kürt ve Türk emekçilerinin gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadele birliği söküp atacaktır. Bize göre bu mücadele birliğinin yaratılmasının ön koşulu, ülkemizde Türk ve Kürt emekçileri içerisinde örgütlü, bağımsız bir komünist odağın yaratılmasıdır.
İltihakla sonuçlanan ittifak arayışı
Yukarıda Kürt Siyasi Hareketi ile birlikte devinen kesimlerin, ABD emperyalizmiyle iş birliği olgusunu görmezden gelme hatta savunma tutumunun, salt emperyalizme ve onun Ortadoğu’ya müdahalelerinin amacına dair bir siyasi körlükten kaynaklandığını düşünmediğimizi ifade ettik. Bu, ortada bir siyasi körlüğün bulunmadığı anlamına gelmemekle birlikte, ortaya çıkan tutum, Türkiye sosyalist hareketinin uzun süredir içinde bulunduğu sıkışmışlık ortamına yanıt üretecek, toplumsallaşmayı sağlayacak bir strateji arayışının ürünü olduğunu dikkate almadan yapılacak değerlendirmeleri eksikli hale getirecektir.
12 Eylül yenilgisini ve reel sosyalizmin çözülüşünü takip eden yıllara damgasını vuran birlik tartışmalarının ÖDP’nin bölünmesiyle cazibesini kaybettiği, eski mücadele tarz ve yöntemlerini aynen sürdürmeyi deneyen devrimci demokrat kesimlerin ise önemli oranda güç yitirdiği 2000’li yılların başından bu yana, Türkiye solunun önemli bir kesimi “sosyalist hareketin ancak Kürt ulusal hareketiyle ittifak kurarak yeni bir çıkış gerçekleştirebileceği” tezi etrafında ortaklaşmış durumda.
Hatırlanacağı üzere bu teze dayalı olarak geliştirilen Çatı Partisi formülü, İmralı sürecinde kendi geliştirdiği ‘Demokratik Cumhuriyet’ tezleri ile uyumlu olduğunu gören Öcalan’ın desteği ve önerisiyle önce yerel meclislerden oluşan bir kongre yapılanması olan Halkların Demokratik Kongresi’ne, daha sonra da bunun seçimlere katılacak örgütlenmesi olarak HDP’ye dönüşmüştü. Kuzey Suriye’deki iktidar boşluğunun Kürt Siyasi Hareketi tarafından doldurulmasını takip eden dönemde ise, açık alandaki HDP pratiğinin bir benzeri, yine stratejik ittifak tezi ekseninde bu kez silahlı mücadeleyi savunan devrimci demokrat örgütler ile Kürt Siyasi Hareketi arasında Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH) adıyla hayata geçirildi.
Türkiye solunun önemli bir yekûnu bugün HDP ve HBDH üzerinden Kürt Siyasi Hareketi’ne eklemlenmiş durumdadır. Ancak gelinen aşamada, salt stratejik ittifakı savunan kesimlerin kendi hedefledikleri ile pratikte varılan sonuçlar üzerinden bir değerlendirme yapıldığında dahi, 7 Haziran 2015 seçimlerinde elde edilen seçim başarısına rağmen, Kürt Siyasi Hareketi ile böylesi bir bütünleşmenin sol açısından ortaya çıkardığı manzara hiç parlak gözükmemektedir.
Toplumsallaşma bahsinde Türkiye solunun dibe vurmuşluğunu, Kürt Siyasi Hareketi’nin ise gelişkinliğini veri alarak geliştirilen Çatı Partisi formülü, devrimci demokrat bir perspektiften hareketle kabaca şu tür argümanlara dayandırılıyordu: Türkiye’nin batısında ve Kürt illerinde aynı iktidara karşı olmakla birlikte kendine özgü nitelikleri olan farklı mücadele süreçleri yaşanmaktadır. Kürt hareketi, ulusal demokratik taleplerin ağırlıkta olduğu, çeşitli tarz ve biçimlerde, kitlesel bir mücadele yürütmektedir. Batıda ise mücadele kitleselleşememiş, bir önderlikten yoksun biçimde sürmektedir. Bu mücadeleler arasında örgütsel ve politik bir eşgüdüm sağlanması, Türkiye’de devrim sürecinin başarıya ulaşması açısından bir zarurettir. Bu nedenle Türkiyeli sosyalistler, Kürt ulusal hareketi ile stratejik bir ittifak kurmalıdırlar. Bunun için sosyal, sınıfsal tabanını Türk ve Kürt işçilerinin, emekçilerinin oluşturacağı emek, demokrasi ve barış güçlerinin en geniş cephesi örülmelidir. Bu cephenin somut ifadesi olarak Kürt hareketi, sınıf ve kitle örgütleri, sosyalist hareket, kadın hareketi, gençlik hareketi, ekolojik hareket, ulusal azınlıkların örgütleri, ezilen mezhep ve dini cemaat örgütleri, Mazlum-Der gibi demokrat İslami örgütler ve bunlarla iş birliğine hazır olan liberal-sol liberal aydınlar bir çatı partisinde bir araya getirilmelidir.13
Oysa aradan geçen yıllar içerisinde Kürt Siyasi Hareketi ile stratejik ittifak siyaseti, bu çizgiyi benimseyen sosyalistleri geniş emekçi kitlelerle buluşturmak bir yana eskisinden de fazla tecrit etmiş, 12 Eylül’den sonra zaten zayıflamış durumdaki sınıf ve kitle bağları hemen hemen yok seviyesine inmiş, ayrıca bu ittifakın büyük katkısı olacağı düşünülen batıdaki Kürt emekçilerinin sosyalizm mücadelesi ile buluşturulması hedefi dahi gerçeğe dönüştürülememiştir.
Kürt illerinde kitlesel bir ölçekte sürdürülen ulusal mücadele ile sosyalist hareketin metropollerdeki mücadelesi arasındaki eşitsizlik, giderilmek bir yana, daha da büyümüş; dertlere deva olacağı düşünülen çatı partisi, sosyalistleri Kürt Siyasi Hareketi’nin –doğası gereği– kâh sıcak savaş kâh müzakere ve uzlaşma yönünde ilerleyen zikzaklı siyasetinin bağımlı değişkeni haline getirmiş, gelinen noktada stratejik ittifak, stratejik iltihaka dönüşmüştür.
En geniş güçlerin cephesini örme söylemiyle yan yana gelinen liberallerin ve gericilerin tarih tezlerine alan açılarak, aydınlanma, kamuculuk ve antiemperyalizm gibi sol değerlerden uzaklaşılması, sosyalistleri ideolojik olarak liberalizme teslim etmiş ve ister istemez kimliksizleştirmiştir.
Bu deneyimin yarattığı en büyük tahribat; sosyalistleri, Kürt ulusal hareketinin batıdaki “halkla ilişkiler sözcüsü” olmaya dönüştürmesi, stratejik ittifakı bozmamak adına Kürt Siyasi Hareketi’nin ABD emperyalizmi ile ayyuka çıkan ilişkisine karşı açıkça konum almaktan, devrimci siyaset ve etik açıdan kabul edilmesi mümkün olmayan sivil halka yönelik eylemlerle dahi aralarına açık mesafe koymaktan kaçınan, böylece sınıfın ve devrimin çıkarlarını ulusal hareketin çıkarlarına kurban eden sosyalistlerin tutarlılıklarını yitirmeleri ve kendi hitap alanlarına yabancılaşmaları olmuştur.
2016 Bahar aylarında kurulan ve stratejisinin; Kuzey Suriye’de elde edilen mevzileri bir sıçrama tahtası olarak kullanarak, Rojava’dan Türkiye’ye devrim ihraç etmek, Kürt illerinden batıya doğru PKK ile birleşik bir gerilla savaşı vererek kırlardan şehirleri kuşatmak üzerine kurulu olduğu ifade edilen14Akarsu, T.; Devrimci Duruma Birleşik Devrimci Bir Yanıt HBDH, Marksist Teori, sayı:21, Temmuz/Ağustos 2016, s.30. HBDH ise sözünü ettiğimiz tabloyu daha da derinleştirmeye aday gözükmektedir.
Ulusal soruna ezberci yaklaşım
Sosyalist hareketin, ancak Kürt ulusal hareketiyle ittifak kurarak toplumsallaşabileceği ve güçlü bir çıkış gerçekleştirebileceği tezi, ulusal kurtuluş mücadelelerine dair geçmiş ezberlere dayanan, Kürt Siyasi Hareketi’nin bugünkü siyasi yönelimlerini dikkate almayan hatalı değerlendirmelerin ürünüdür. Son on yıllık pratiğin de gösterdiği üzere bu tezi savunan çevrelerin kendi hedefledikleri ile bugünkü gerçeklikleri arasındaki açı –kapanmak bir yana– daha da büyümüştür.
Ulusal hareketin Kürt illerinde ve Kuzey Suriye’de elde ettiği mevzilerin yarattığı dinamizmin, batıda bir demokratik devrimi tetikleyeceği yanılsaması ile hareket eden bu kesimlerce, Kürt Siyasi Hareketi’nin attığı her adım ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’na ilişkin eski şablonlar çerçevesinde mazur görülmekte, –komünistlerin işçi sınıfının çıkarlarına olması kaydıyla– kullandıkları bu çıkarlar ile tezat halinde olduğu zaman ise uzak durmaları gereken bir araç olan ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ bir siyasi fetiş haline getirilmektedir.
Tıpkı geçmişte sosyalist devrim–demokratik devrim tartışmalarında Lenin’in “Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği” kitabındaki –adı üzerinde– taktiksel önermelerin strateji mertebesine terfi ettirildiği gibi, ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ da zaman ve mekândan bağımsız, evrensel bir ilke mertebesine yükseltilmektedir. Oysa kendi kaderini tayin hakkı Marksist-Leninistler tarafından soyut ve genel bir teorik önerme olarak değil, içinde bulunulan somut koşullar çerçevesinde sosyalist devrimin ve işçi sınıfının çıkarlarının bir bağımlı değişkeni olarak ve esas itibarı ile işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkını merkeze yerleştiren bir siyasal perspektifle değerlendirilmek zorundadır.
Kapitalizm öncesi toplumların çözüldüğü, burjuva devrimlerin ve ulus devletlerin ortaya çıktığı dönemin; reel sosyalizmin varlığını koruduğu, sömürge/yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin dünya devrim sürecinin üç bileşeninden biri kabul edildiği dönemin ve halen içinde bulunduğumuz reel sosyalizm sonrası dönemin koşulları da, ulusal hareketlerin saydığımız üç dönemdeki nitelikleri de birbirinden farklıdır. Buna rağmen Türkiye solunun çeşitli kesimlerinde, ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’, içinde bulunduğumuz dönemin taşıdığı özelliklere dair somut sınıfsal analizler yerine, sınıfın değil ulusun çıkarlarını kerteriz alan sabit ve soyut ilkeler çerçevesinde ele alınmaktadır. Oysa komünistler açısından, kendi kaderini tayin veya aynı anlama gelmek üzere ayrılma hakkı, herhangi bir ulusun soyut “ulusal çıkarları” bağlamında savunulacak bir şey değil, kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinin evrensel çıkarları bağlamında değerlendirilmesi gereken bir meseledir.
Reel sosyalizmin çözülüşünü izleyen dönemde, ulusal hareketlerin genel olarak yüzlerini anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadelesinden, emperyalist kapitalist sisteme eklemlenme, bu sistem içerisinde avantajlı bir konum elde etme mücadelesine doğru çevirdikleri biliniyor. 1980’lerde yoksul köylü hareketi tabanı üzerinden ulusal mücadeleyi yükselten ve geldiği köken itibarı ile emsallerine göre sosyalist referansları çok daha belirgin olan Kürt Siyasi Hareketi de, kuşkusuz, anlık bir dönüşümün değil, önemli dönüm noktaları Öcalan’ın demokratik cumhuriyet açılımı ve ABD’nin Irak işgali olan dolambaçlı bir sürecin sonunda, ne yazık ki, bu genel tablonun bir parçası haline gelmiş durumdadır.
Genelde ulusal hareketlerin ve özelde Kürt Siyasi Hareketi’nin geçirdiği bu dönüşüm, herkes tarafından ayan beyan görülmekte ise de sosyalist hareketin birçok kesimi, gerek daha önce sözünü ettiğimiz ezberci yaklaşımların, gerekse kendi öznel tıkanıklıklarına çözüm üretme çabasının sonucu olarak, Kürt Siyasi Hareketi ile adımlarını senkronize etme arayışını sürdürmüştür. 12 Eylül ile birlikte yitirilen kitleselliğin yarattığı örgütsel tıkanıklıklar Kürt hareketinin yakaladığı toplumsallık içerisinde devinerek aşılmak istenmiş, reel sosyalizmin çözülüşünün yarattığı ideolojik boşluk ise post-Marksist “demokratikleşme”, “çoğulculuk” ve “kimlik” politikaları ile doldurulmaya çalışılmıştır. Sonuçta ortaya Kürt Siyasi Hareketi’nin sosyalizan söylemini abartıyla süsleyen, ulusal soruna sosyalizm zaviyesinden değil, sosyalizme ulusal sorun zaviyesinden bakan, bunu da enternasyonalizm olarak adlandıran, Kürt Siyasi Hareketi’ne dönük en ufak bir eleştiriyi “şovenizm”, “ulusalcılık”, “hâkim ulus kibri” ve benzeri sıfatlarla mahkum eden, Kürt’ten fazla “Kürdistanî” bir sosyalist tipolojisi çıkmıştır.
Komünistler ve Kürt ulusal dinamiği
Türkiye Komünist Hareketi’nin (TKH) geldiği gelenek, Kürt ulusal sorununu ulusal temellerinin ötesinde Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişiminin bir ürünü ve bir devrimci dinamik olarak değerlendirerek, uzun yıllar Kürt dinamiği ile işçi dinamiğinin gündemini ortaklaştırmak için mücadele etmiştir.
Sosyalist Türkiye Partisi’nin (STP) programının, ulusal sorun başlıklı bölümündeki ulusların kendi kaderini tayin hakkına ilişkin madde nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından 1993 yılında “bölücülük” suçlaması ile kapatılması; STP’nin kapatılmasının ardından kurulan Sosyalist İktidar Partisi’nin (SİP), Kürt Siyasi Hareketinin o dönemdeki partisi DEP’in seçime girmesinin engellenmesi amacıyla uygulanan şiddetli devlet baskısını protesto ederek 27 Nisan 1994 tarihli yerel seçimi boykot etmesi; SİP’in, Kürt Siyasi Hareketi’ni sosyalist hareketle bir emekçi ve sol kimlikte ortak zeminde buluşturmak için sürdürdüğü çabalar sonucunda 1994 Genel Seçiminin hemen öncesinde Halkın Demokrasi Partisi (HADEP), Demokrasi ve Değişim Partisi (DDP), Birleşik Sosyalist Parti (BSP) ve SİP’ten oluşan Emek-Barış-Özgürlük Bloğu’nun hayata geçirilmesi, geleneğimizin Kürt Siyasi Hareketi ile sosyalist hareketin ortak gündemle mücadele birliği oluşturmak yönünde sarf ettiği çabaların önemli kilometre taşlarıdır.
Ancak Öcalan’ın bir ABD operasyonu ile Türkiye’ye teslim edilmesinin ardından ortaya attığı Demokratik Cumhuriyet Tezleri ile Kürt Siyasi Hareketi’ndeki sağa kayışı, HADEP’in 4. Kongresi’nde bir takım İslamcı ve Amerikancı gericilerin parti yönetimine getirilmesi ve esas olarak da 2003 yılında Irak işgali sırasında alınan tutum, geleneğimiz ile Kürt Siyasi Hareketi arasındaki ilişkilerde önemli kırılma noktaları teşkil etti.
Bugün emperyalizmin Suriye’ye müdahalesi sonrası emperyalist odakların belirlediği rotanın parçası haline gelerek hareket etmekte olan Kürt Siyasi Hareketi, farklı yönde gelişmeler yaşanmadığı müddetçe, sosyalist devrim mücadelesinde ittifak kurulacak bir unsur olmaktan çıkmıştır. Kürt Siyasi Hareketi ile Kürt halkı bir ve aynı şey olmadığı gibi gerek siyasi çizgisi, gerekse Kürt burjuvazisinin giderek ağırlığını arttırdığı sınıfsal kompozisyonu itibarı ile Kürt Siyasi Hareketi’nin Kürt işçi ve emekçilerinin çıkarlarının siyasi temsilcisi olarak görülmesi de mümkün değildir.
Kürt sorunu, taşıdığı tüm ulusal özelliklere karşın esas olarak bir emekçi sorunudur. Bilhassa büyük kentlerde geri dönülemez biçimde iç içe geçmiş Kürt ve Türk emekçilerinin karşısında
Dipnotlar ve Kaynak
- https://www.rt.com/op-edge/387881-us-turkey-pkk-kurds/
- http://www.rudaw.net/english/middleeast/syria/250720173
- https://ca.reuters.com/article/topNews/idCAKCN1AX1RI-OCATP
- Serhad, B.;Rojava Devriminin Komünist Bileşeniyiz, Marksist Teori, sayı 24, Ocak/Şubat 2017, s.80-81.
- Çelebi, A.; Faşizmi Yeneceğiz Halklarımız Kazanacak, Marksist Teori, sayı 21, Temmuz/Ağustos 2016, s.20-21.
- Balkan, N.;Komünal Ekonomi Kapitalizme Alternatif Olabilir mi, Marksist Teori, sayı 20, Mart/Nisan 2016, s.40.
- Siyasal Devrimden Sosyal Evrime Doğru: A. Öcalan Sivil Toplumculuğa Koşuyor, Teoride Doğrultu, sayı:11, Mart-Nisan 2003, s.73.
- Başkanlık Konseyi Nereye?, Sınıf Pusulası, sayı:5, s.25-26.
- Siyasal Gelişmelerin Yönü ve Devrimci Müdahale, Sınıf Pusulası, sayı:6, s.14.
- A. Öcalan ve UKKTH’nınİnkarı, Sınıf Pusulası, sayı:7, s.39.
- Serhad, B.;Rojava Devriminin Komünist Bileşeniyiz, Marksist Teori, sayı 24, Ocak/Şubat 2017, s.81.
- 1990’larda Türkiye soluna devrimci demokrasi tarafından musallat edilen “feda”, “bedel ödeme” kültürü üzerinden üretilen siyasi başarı menkıbelerinin ve “en devrimcilik” iddialarının ciddiye alınacak bir tarafı bulunmuyor. Herhangi bir mücadelede başarı ancak hasmın yenilgiye uğratılıp uğratılmadığı, en azından ona ne kadar kayıp verdirildiği üzerinden ölçülür. Emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadelede yaşamını yitiren devrimcilere saygı göstermek, anılarını yaşatmak başkadır, uğranılan orantısız kayıpları birer siyasi-örgütsel başarı efsanesi haline getirmek başka.
- Zafer, N; Çatı Partisi İhtiyacı Devam Ediyor, Devrim Yolunda Kurtuluş, sayı:6, Şubat 2010, s.31-32.