Gelenek Kitap Dizisi çıktığından bu yana bir gerçeği sürekli olarak vurguluyor: Türkiye sosyalist hareketi, siyasal bağımsızlığını teorik bağımsızlığı aracılığıyla güvence altına almadıkça “siyaset” üretmekte zorluk çekecek, görüş bildirme kaçınılmaz hale geldiğinde sinir bozucu gerilikteki yaklaşımlarla yetinmek zorunda kalacaktır. Kaçınılmaz görüş bildirme “görevlerimizden” biri olan seçimler, geleneksel mizah şölenimizdir.’ Radyoda, dergilerde “halkımız askeri yönetimi onayladı” (1983), “SODEP, DYP ve RP’nin aldıkları oylar halkın memnuniyetsizliğinin göstergesidir” (1984), “demokrasi güçlerinin zaferi” (1986) gibi değerlendirmeler artık eleştirilmesi olanaksız bir komedinin parçası haline gelmiştir. Ancak hemen belirtelim. Bu komedi, yalnızca Türkiye solunun en efendice “sağ” olarak nitelendirebileceğimiz genel eğiliminden kaynaklanmamaktadır. Öznel yetersizliklerin yanı sıra nesnelliğin de hakkını vermek gerekir. Belli tarihsel dönemler dışında ülkemiz kitle hareketleri açısından kısır bir görüntü vermektedir. Bu nedenle, kriz dönemlerini ayırırsak, sürekli olarak kitle desteği peşinde olunduğunda sağa kaymak büyük oranda kaçırılmazdır. Türkiye sosyalist hareketi gerçekçilik adına sağduyuya hitap etmek alışkanlığından kurtulmalıdır.
Burada, örneğimizi seçimlerden aldık. Burjuva siyasal partileri değerlendirirken “şu anti-tekelci kesimlerin partisi”, “bu orta burjuvazi partisi” veya bugünkü moda tanımıyla “sivil toplumcu parti”, ‘cunta karşıtı’ parti” gibi yaklaşımlarla işi idare edip “siyaset yapmak” olanaklı. Ama daha karmaşık ve bugüne kadar pek karşılaşılmayın bir sorun ortaya çıktığı zaman durum değişmektedir. Dinsel ideolojinin bir çıkışının gündeme geldiği şu sıralarda Türkiye solu, geçirdiği ideolojik likidasyon nedeni ile oldukça kişiliksiz bir tutum sergiliyor. Şimdiye kadar düz bir mantık ile gecikmeden yanlış üreten bazı kesimler, bu sorun söz konusu olduğunda bu kez “yanlış” a nasıl düşülebileceği konusunda tereddüt içerisine girmişlerdir.
Birincisi, ortada somut bir gerici hareket vardı. Ama bu hareket, bizim karşı olduğumuz bazı şeylere de karşıydı. İkincisi, dinciler demokrasi konusunda pek samimi değillerdi. Ama onların şu andaki tepkilerinden yararlanmak,gerekmiyor muydu? Hem bu hareket belli bir halk kesimini temsil ediyordu; bu iradeye doğrudan karşı çıkmak bize yakışır mıydı? Üstelik her şeyde bir ikili yan vardı: İslam’ın bir yüzü sola, bir yüzü sağa bakardı… Geleneksel solun bazı kesimlerinde “siyaset” böyle yapılıyordu. Başka yerlerde ise “siyaset” yerini “demokrat” bir kaygıya bırakıyordu. Dinci hareket bir tehlike idi ama, onları rahatsız etmek bizim işimiz değildi. Yasak ve zor ile hiçbir şey hallolmazdı, zaten biz yasaklara karşıydık. Bu yüzden “devleti kışkırtmamalıydık.” Bizim mücadelemiz ideolojikti. Hele hele türban sorununu kurcalarken mini etekli kızlarımızı ve kendi sakallarımızı düşünmeli, onlar bize, biz onlara çiçek atmalıydık. Bir aydınımız bunlarla yetinmiyor ve Refah Partisi toplantılarında “sol”un boşluğunu,hissettirmemeyi başarıyordu. Böylece kendi kişiliğinde de hiç boşluk bırakmamış oluyordu. On beş yıllık bir sürede her şeyi denemiş, her şeyi savunmuştu. Şu yakın zaman içerisinde Demirel’i sivil toplumun kazanımları içerisinde göstermeyi, Ecevit’e ödünç iktisatçı vermeyi, şeriatçılara karşı ön yargısız bakabilmeyi becerebilmişti.
Türkiye’de mizah dergilerinin tirajı milyona yaklaşıyor. Türkiye’de mizah boşluğu yok. Mizah güzeldir, mizahta siyaset vardır. Mizahın en verimli konusu siyasettir. Türkiye solu mizaha malzeme üretmekten vazgeçmelidir. Bir zamanlar bir TÜDEH vardı. İran’da yaşanan trajediyi hafife aldı. Fiziki olarak neredeyse yok edilirken, bütün dünya televizyonlarında trajikomik bir oyunun baş aktörlüğü ne yazık ki bu partiye düştü. Türkiye’de, Türkiye solunda ciddiyetsizlik, olacaksa, bırakalım bu işi geleneksel sol dışındakilere. Nasılsa onların siyasette ciddi olma niyet ve olanakları bir hayli az.
İlk önce Türkiye solunda telaffuz edilen bazı yaklaşımları sorgulayabiliriz. Geleneksel solun bazı kesimlerinde mevcut statükoyu zayıflatmak amacı ile, sistemin içinden gelen dinamiklerin bir bölümünü destekleme eğilimi geçmişten beri yaygındır. Sistemin içerisinde gerek sınıfsal, gerekse tek başına sınıfsal sürtüşmeler ile açıklanamayacak olan ideolojik veya siyasal sürtüşmelerin zaman zaman sistemi, güçsüz düşürebileceği doğrudur. Ancak böylesi dönemlerde sosyalist hareketin kalıcı kazanımlarla taçlandırılması, içerden gelen dinamikler dışında bir alternatifin, oluşan zayıflıklardan yararlanmasına bağlıdır.
Türkiye’de sistem bugün iki ideoloji ile entegre edilmektedir. Yalnızca siyasal üstyapıya baktığımızda burjuvazinin farklı siyasal kadrolaşmalarında Kemalizm ile dinci ideolojinin, değişik biçim ve dozlar halinde, ortak bir dilin ortaya çıkmasını sağladığını görüyoruz. Kemalizmin inkarına yönelen İslamcı partiler, hem kapitalist sistem ile önemsiz sayılamayacak bağlar geliştirdikleri hem de siyasal yapının bir bütün olarak dinci ideoloji ile de şekillenmesi nedeniyle söz konusu entegrasyona dahildirler. Ülkemizde milliyetçilik bu anlamda bir üçüncü ideoloji olmaktan ziyade, Kemalizm ile dincilikten kopamayan, onların inayetiyle varlığını sürdüren bir ideolojidir. Keza, sosyal-demokrat, liberal ve muhafazakar ideolojiler Türkiye’de (değişik oranlarda) Kemalizm ve dincilik ile sıvanmışlardır.
Sistemin iki güçlü ideolojik kazanımı ile bağlar koparılmadıkça sosyalist ideoloji bir alternatif oluşturabilme şansına sahip olmayacaktır. Söz konusu ideolojilerin bizzat siyasal olarak gündeme geldiği anlar sosyalist hareketin bu’ tim bir -çıkış yapabilmesi içir’ önemli bir olanak biçiminde değerlendirilmelidir. Örgütlü ve bağımsız bir sosyalist hareket var olabilseydi “türban tartışması” adı verilen ve her şey bir yana şeriatçı akımların biraz daha meşrulaşması sonucunu veren gelişmeler, sosyalist ideoloji için çok uygun bir fırsat yaratabilirdi. Türkiye sosyalist hareketi toplum karşısında meşrulaşmak istiyorsa bu tür dönemleri daha iyi değerlendirmelidir.
Geleneksel solda bize oldukça ilginç gelen bir başka saptama, “dinci hareketin bir halk hareketi olduğu” iddiasıydı. Bir hareketin kendisine kitle desteği sağlaması ile bu desteğin bir halk hareketi niteliğinde olması aynı şeylerdir. Gerici bir hareketi halk hareketi olarak tanımlamak olanaksızdır. Ancak sorun yalnız başına bu değildir. Bu saptamadan hareketle, Türkiye sosyalist hareketinin tabanını dinci akımlara kaptırdığı yolunda felaket haberciliği yapılmaktadır. Özellikle üniversitelerde şimdiye kadar ileriki düşüncenin ulaştığı bazı öğrencilerin çeşitli nedenlerden dinci ideolojinin, hatta örgütlenmenin etkisi altına girdiğini görüyoruz. Ayrıca işçi sınıfı içerisinde radikal akımların olmasa bile İslam düşüncesinin yaygınlaştığı da söyletmelidir. Burada söz konu su yaygınlaşmanın sosyo-ekonomik nedenlerine değinmek istemiyoruz. Ortada önemli bir yanılgı var: Türkiye solu, nüfusun önemli bir bölümünü kendi öz malı ve etki alanı olarak görmek saçmalığını kesinlikle bırakmalıdır. Türkiye’de sosyalistlerin hitap edemeyeceği toplumsal kesimler olduğu gibi, işçi sınıfı içerisinde tutucu gelenekten kopamayan unsurlar hep olacaktır. Bu doğrudur, ama sosyalistler dışında hiçbir siyasal kadronun motive edemeyeceği kimi kesimler de vardır. Sosyalistleri bunlar ilgilendirmelidir. En kolay iletişim sağlanabilecek kesimler üzerinde bir prestij, saygınlık ve otorite sağlayamamışken gözü dinci akımların tabanlarına dikmek kadar garip bir şey olamaz. Sosyalistleri ürkütmesi gereken nokta, taban kaptırmaktan çok, ideolojik düzlemde toplumsal muhalefetin meşrulaştırılmasında, dinci akımların ön plana çıkmasıdır.
Bir çeşit gericilik olan dinin ve dinci ideolojinin kapitalizmin gelişmesiyle birlikte tasfiye olacağı yorumu burjuvazinin 18.yy.da kalan ilerici misyonlarına bugün hala güvenilebileceği düşüncesinden kaynaklanan, kaba ve ekonomist bir Marksizm anlayışıdır. Türkiye burjuvazisi, düzenin devamı temel yaklaşımıyla, düzenin karşısında yer alan sosyalizm alternatifini zayıflatmaya yönelik olarak her türlü gericilikle uzlaşmaya, anlaşmaya hazırlıklıdır. Akıldan çıkarılmaması gereken önemli bir olgu, Türkiye’de, burjuvazinin iktidara geçme ve yerleşme sürecinde dini ve onun siyasi görünümlerini karşısına almak zorunda kalmasıdır. Çünkü Osmanlı düzeninde dinci ideoloji hakim sınıfların egemen ideolojisi durumundadır. Ve burjuva söylemi, buna karşı çeşitli düzeylerde mücadele vermek durumunda kalmıştır. Ancak Cumhuriyet kadrolarının sınıfsal tabanını oluşturan sınıflar, özellikle esnaf ve ticaret burjuvazisi bu kadroların anti -islamî dozunun çok daha gerisinde yer almışlardır. Geniş kitleleri ikna ve inandırma yolunda din, cazibesini hiç yitirmemiş ve egemen sınıflar dinci ideolojinin bu özelliğini göz ardı etmemişlerdir. Bu en açık biçimde dinin ve ideolojisinin, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren sürekli daha fazla kollanır olmasıyla açıklanabilir.
Din ve dinci ideoloji, bunun da ötesinde örgütlü dinsel grup ve hareketler sosyalizm alternatifinin karşısında MHP’nin bir zamanlar oynadığı misyona soyunabilirler. Emperyalizmin bir dünya sistemi olduğu çağımızda anti-ABD’ciliğin anti emperyalizm demek olmadığı, dahası sosyalist iktidarlar dışında anti-ABD’ciliğin de görüntüden öteye gitmediği açıktır. Son günlerde yaşanan “İrangate” oyunu en somut biçimde bunu kanıtlamıştır.
Dinin sömürü düzenine karşı bir karakteri olduğunu söylemek güçtür. Oysa çağımızda görüyoruz ki dinin ve dinci hareketin belirginleşen karakteri, sosyalizme olan karşıtlığıdır. Yine İran İslam rejimi bunu açıkça göstermiştir. Monarşizmin yıkılması sürecinde gelişen sosyalist güçler, birçok faşist rejimde görülenden daha kanlı biçimde bastırılmıştır. İran’da İslami hareketin iktidara gelmesinden hemen önce, egemen sınıfların korkulu rüyası haline gelen sosyalizm alternatifi bugün için çok uzaklarda görülüyor. İran’da dün olduğu gibi bugün de burjuvazi ve onun sınıfsal ortakları egemenliklerini sürdürüyorlar ve iktidarları dünden daha sağlam görünüyor.
Monarşinin yıkılma sürecinde bağımsız sınıf politikasını gerçekleştiremeyenler, dini ideoloji ve örgütlenmeyle ciddi olarak hesaplaşmayı zamansız sayanlar, daha kötüsü bunları “demokrasi gücü” sananlar, güncel sorunu Şah’ın gitmesiyle sınırlı görenler, kitlelerin Şah’ın kişiliğinde ve yönetiminde odaklanan muhalefetini düzenin sınıfsal temellerine yöneltmemelerinin faturasını ne yazık ki çok ağır ödediler.
Sosyalistler hiçbir konuda güncel olmamak, güncelliğin içine sıkışmamak durumundadırlar. Siyasal arenada uygulanacak taktikler, radikal ve bağımsız bir sınıf stratejisinin parçası olmalıdır. Ve hiçbir şey gerçekte yalnızca bugünün sorunu değildir. Bu anlaşılmadıkça bu ülkede, daha çok kereler güncel görev olarak, ANAP ve benzeri partilerin hükümetine karşı sosyal demokratların desteklenmesi, Eylül rejiminin tasfiyesi adına DYP’sine, RP’sine dek uzanan “demokrasi güçleriyle” örgütlü muhalefetin yaratılması, yasaklara karşı çıkmak adına gerici taleplerin desteklenmesi sosyalizm adına öne sürülebilecektir.
İslamî bir siyasal hareket olarak değerlendirmek ve bugün hangi misyonlar yüklenebileceğini görmek gerekiyor. Burada yapılabilecek tespitler var. Yapılmış olanlardan yola çıkılabilir. “İslama böylesi bir işlev atfedilmesi, hiçbir zaman yönetici kesimlerin tamamı tarafından benimsenmedi.” (Zemin, Şubat, syf: 8) Şu eklenebilir: Egemen sınıf bloğunun tamamı hiçbir zaman benimsemez, ancak bazı kesimlerinin dayatmasıyla genel sınıf çıkarlarına uygun düştüğü oranda kabul “edebilir.” Elbette bunu gerektirecek, buna yol açabilecek nesnellikle birlikte. “Söz konusu olan birbirinden kısmen bağımsız olarak seyreden iki dinamiğin talep ve tasarılarının geçici bir süre çakışmasıydı.” (Zemin, syf: 8) Bu neyin göstergesidir? Dinin, dinci ideolojinin ve eyleminin, burjuva demokrasisinin çok ötesinde rejim arayışlarına gerek ideolojik gerekse pratik olarak cevap verebilecek kapsayıcılıkta bir siyasal hareket olduğunun.
Egemen sınıfların tamamının bu sözü edilen çakışmada yer alması beklenemeyeceği gibi, İslamcı hareketin çeşitli motiflerinin de aynı durumu göstereceği söylenebilir. Bugün cepheci anlayışın bu hareketi demokrasi gücü gibi görmesine yol açan kimi farklılıkların seslendirilişi olan islamik eğilimler de elbette var olacaktır. Hıristiyan dünyasında da İslam dünyasında da dinin siyasal misyonlar yüklenmesine karşı çıkacak “ruhani” taraftarları vardır. Bunların siyasal mücadelede hesaplanır bir ciddiyetleri olmayacağı açıktır. Önemli ve sosyalist hareket için tehlikeli olan, burjuvazinin çıkarlarıyla iç içe geçmiş ve bu nedenle onların ekonomik çıkarlarının savunuculuğunu üstlenebilecek “olgunluğa” ulaşmış, sonuç olarak varlık temelini bu şekilde garantiye almış İslami harekettir. Onların bugün için siyasi iktidarlarla var olan çelişkilerini abartmak, daha vahimi demokrasi gücü gibi algılamak, bu dini hareketin günümüzde kazandığı asli karakteri görmemek olur. Altını çizmek anlamında bir kez daha söylenebilir: Dinci ideolojinin ve örgütlenmesinin bugün ve yakın gelecekte sınıfsal ilişkiler zemininde anlamlı bir yeri vardır ve bu, hakim sınıfların siyasal egemenliklerini hiçbir şekilde burjuva demokrasisi sınırlarında sürdüremeyeceklerinde temellenir. Gerçekte bu gerici ve kanlı ideolojinin eylemleri, kimi zaman çeşitli sınırlamalarla, kimi zaman “baskılarla” karşılaşır; ancak son çözümlemede hep kollanır ve klasik tabirle yedekte tutulur.
“Resmî yasaklara karşı, bazılarından yana olmak gibi çifte standartlılık vardır; bununla hesaplaşılmalıdır.” (Zemin, syf: 7). Yasak kavramının önüne resmi sıfatı da ekleyerek daha bir anti-otoriter vurgu yaptıktan sonra resmiyetin yürütme organının başı Özal’la aynı mantığı sol adına savunmak pek doğru olmuyor. Çok somut ve özgül bir konuda bundan ziyade bu tavrı almaya yol açan mantık önemlidir. Özal “Batılı olacaksak aynı ölçütleri kullanmalıyız. Çifte standart olmaz.” diyor. Bu zihniyet, gerici siyasi istemleri, sosyalist siyasal istemleri katıştırmak zihniyetidir. İstemler siyasi programların işleridirler. Sosyalistler kendi siyasal programlarını, gericilerin siyasal istemlerinde gerçekleyemezler. Sosyalistler sorunu iktidarın yaptığı gibi yasak ve türban sorununa indirgeyemezler. Sorun bu boyutta
– daha doğrusu boyutsuzlukta – ele alınırsa, elbette çifte standart gündeme gelir. Sorun dünya görüşü sorunudur. Sorun dünya görüşlerinin teorik ve pratik mücadelesi sorunudur, Bu nedenle sosyalistlerin “bu özgül yasaklamanın muhataplarıyla kendi aralarındaki ayırımı korumaya” (Zemin, syf: 7) ihtiyaçları yoktur. Bir yerde konuşma ihtiyacı beliriyorsa, o yerde ayırımı ortadan kaldıracak tehlike var demektir. Sosyalistler türban yasağı özgürlüğüne, demokraside çifte standarta takılıp kalmadıkça böyle bir tehlike var olamaz. “Bu vesile ile bir kez daha belirtilmesi gerekli” (aynı yer) olan herhalde düzenin ve gericilerin ikiyüzlü politikaları ve 1400 yıllık tutuculuğun bizimle, politikalarımızla karışabilecek bir yanı olmadığıdır.
“Toplumda yaygın olan hoşgörüsüzlük eğiliminin resmî baskı politikalarına destek olması tehlikesi” (aynı yer), “özgürlükçü bir demokrasi bilincinin yerleşmesi” anlayışı ile değil, özgürlüğü örgütlü düşmanlarının “haklarını” korumak “özgürlüğü” biçiminde algılanmasına şiddetle karşı çıkan sosyalist bir özgürlük anlayışı ile önlenebilir. Bugün için “azınlık haklarına saygılı, özgürlükçü bir demokratik bilincin yerleşmesine katkı” da (aynı yer) bulunanlar, gün gelip azınlıkta kalacak olan faşistinden yobazına, gericisinden kapitalistine kadar aynı hoşgörüyü gösterebilecekler mi?
Bu konuda hemen tüm yanlış yaklaşımların ortak formülasyonuna; “ideolojik karşıtlık, pratik yandaşlık” formülüne de şiddetle karşı çıkılmalıdır. Bu pratik yandaşlık ne zamana kadar sürecek? Yanıt: “Fiili bir saldırıya dönüşmedikleri sürece.” Politikada ideolojik mücadelenin pratik yanıyla birlikte varolabileceğini, pratiği öngörmeyen ideolojinin güçsüzlükle, politik olaraksa var olamamakla eş anlamlı olduğunu söylemeye gerek var mı? Sosyalizmi politik mücadele araçlarından ve yöntemlerinden yoksun bırakmak isteyenler bu konuda da kendilerini belli ediyorlar.
Hoşgörüsüzlük, kapitalist çelişkilerin ortaya çıkardığı nesnel bir durumdur. Bu hoşgörüsüzlüğün bizim üstümüze yöneltilmesinden ürkmek yerine onu gerçek sahiplerine yöneltmeliyiz. Bırakalım düzenin çelişkilerini ve ürünlerini başkaları yumuşatmaya kalksın.
Ve son olarak unutmayalım ki Muhammed’in kılıcı, işçi sınıfının başında sallanıyor. Burjuvazinin değil!
* * *
Zemin Dergisi’nin Şubat tarihli 5. sayısında, dizimizin 2. kitabından Gündem yazısına bir eleştiriye yer verildi. İmza sahibi Hakan Tayfun, yeni sol-geleneksel sol kavramlaştırmasını “bulanık bir imaj yaratmakla” vb. eleştirirken, “amorf bir yeni-sol kategorisi üretmenin, Troçkizm olduğu anlaşılan “devrimci eğilimi” gözlerden kaçırmak art niyetini taşıdığını iddia ediyor. Anlaşılıyor ki kendisi de bu eğilimin savunusunu üstleniyor.
İki kutuplu sol tasvirini ve iki kutuplu dünya saptamasını, eleştirmen “indirgemecilik”le niteliyor. Dünya için de, Türkiye için de hep aynı itiraz: “indirgemecilik”e karşı, “somutun zenginliği”… “Somut durumun somut tahlili” devrimci politika teorisine yöntemsel bir katkıdır. Cahil Troçkistlerin elinde bir malzeme haline getirilmesine izin verilemez. Cehalet, somutun karmaşıklığı karşısında orijinallik heveslerinden başka çıkış yolu bulamıyor. Cehalet, somuta ancak teorik olarak yaklaşılabileceğini algılayamaz. Soyutlama, her zaman fazla yüklü olan somut manzarayı sadeleştirmenin aracıdır. Türkiye’de geleneksel solda, eleştirmenimizin “üç kız kardeş” hitabıyla saygısızca karşısına aldıklarının yanı sıra, sosyalizmin reel kazanımlarını ve teorik mirasını sahiplenen çeşitli çevreler de bulunuyor. Yeni soldaysa apolitik “kara” anarşizmden bir Zemini, bir Saçağı olan, duyarsızlığa mahkum güruh içinde Troçkizm ve sivil toplumun iktidarsız aydınları da yer alıyorlar. Somutta, yeni solda radikal tonlardan, liberalizme uzanan bir alanda görüşü engelleyen bir toz bulutu yaratılmıştır. Gelenek’in bir teorik netleştirme görevini yüklenmesi, Türkiyenin sosyalist geleceğini karanlığa boğmak isteyen kimilerini kızdırıyor. Olay bu.
Eleştiri, “isim”den başlıyor. “Gelenek”, yalnızca sosyalizmi bir reddiyeye indirgeyenler için tutuculuk ve tepkisellik anlamına gelebilir. Doğrudur; kazanımlar ve kanıtlanmış değerler söz konusu edildiğinde gerçekten “tutucu” olmak iyidir. Kazanım ve değerleri unutturmak isteyenlere karşı gerçekten “tepkisel” olmak pek doğrudur.
Türkiye solunun alışıldığı üzere, “sosyalist, reformist, şovenist, goşist vb. gibi daha net kavramları” kullanmasına karışılmaması isteniyor. Devrimci eğilim olmaktan, hesaplaşmadan söz açanlar, Türkiye solunun içeriklerini teorik sığlık ile doldurduğu bu kavramların zenginleştirilmesine, aynı anlamda, netleştirilmesine pek çok kızıyorlar. Bulanık sular durulduğunda, kendilerine, beslenecekleri sağlıksız damarlar kalmayacağını seziyorlar.
Geleneksel solun değerlendirilmesinde başlangıç noktası olarak alındığı öne sürülen reformizmin, geleneksel-yeni ayrımıyla unutturulmak iddiasına gelince… Yazara, kitaplarımızı okumasını tavsiye etmekten başka söyleyecek şey yok. Reformizm ve benzeri eleştirilerini yöneltecek olanlar ise, ilk önce “sürekli yazmak için motive oldukları” İlk Adım’ın SHP’ciliğinin; Zemin’in yaygın demokrasiciliği ile içerdiği parlamentarist tonların hesabını verme durumundalar.
“Devrimci eğilim” esprisine dönülürse, Türkiye’de bu kesimin iddia edilen yükselişinin (?) muzaffer bir Stalinizm eleştirisinden ya da geçmişle hesaplaşmalardan kaynaklanmadığı açık olmalıdır. Yeni sol “küskünlük ve iddiasızlık dönemi”nin yarattığı değerler erozyonundan rant alarak sesini yükseltiyor. “Devrimci eğilim” ise dünya üzerinde 1924’den bu yana sürekli zayıflayan temellerde, bir nesnelliğe muhalif olmasıyla belirlenmektedir. 17 ve çağdaş ürünlerine “dışsal” olmakla tanımlanan yeni solla eklemlenmesi asıl olarak tamamlanmış bir süreçtir. Sürekli Devrim perspektifini benimsedikleri için ayrı tutulanların Latin Amerika ve Batı Avrupa’daki çocuksu birleşmeler-ayrışmalarla, bir karış suda kavgalarla yazılmış tarihçelerini meraklısı araştırabilir: İktidar perspektifinden 24’ten beri adım adım uzaklaşan bir depolitize aydın ve yarı-aydın grubundan başka bir şey bulunamayacaktır. Perspektifin kendisi ise 1917’yle kanıtlanmak bir yana, örgüt, ittifaklar ve tek ülkede sosyalizm teorileriyle eşitsiz gelişim yasası tarafından çoktan tarihe gömülmüş bulunuyor. Mevcut temsilcilerinin fiziki yaşamları, siyasal ölümle damgalanmıştır.
Türkiye için “tarihçe” 1970’lerin ikinci yarısından başlatılıyor. On yıllık geçmiş, “yeni” sayılmayı kabul etmemek için mi önemseniyor? Yaptığımız yeni sol kavramlaştırmasında ay-yıl hesaplarıyla uğraştığımız mı sanılıyor? Eleştirmenin, önce okumayı öğrenmesi gerekiyor.
Brezilya işçi Partisi hikayeleri, Zemin dergisinde gündeme getirilmişti. Bunların Türkiye’de maddi bir temelden yoksun olmalarını, popülizmin ülke nesnelliğince ölüme mahkum edilişini, gerçekten “sosyalizmin yarını için bir avantaj” sayıyoruz. ‘Kitlelere” sloganını, boş bir popülizm çığırtkanlığı olarak görüyoruz. BİP’e dönersek, kimse, sosyalistleri Troçkist-Maocu-devrimci demokrat popülist cephenin bilimsel sosyalizmle bir ilintisi olduğuna inandıramayacaktır. Dünyaya bakıp, “umut” kaynağı aramak konusunda da BİP’li yeni sol, sosyalist Gerçeklikleri ve Yunan ve Portekiz partileri gibi örnekleri içeren geleneksel solla baş edebileceğini sanmamalıdır.
Eleştiri, öncü-aydın -bürokrasi -ikamecilik-Jakobenizm cambazlıklarıyla sürüyor. öncünün aydın kimliğine, öznenin gücüne karşı bürokrasi ve ikame eleştirileri her zaman ve her yerde popülist-uvriyerist türevlerin büründüğü giysileri oluşturur. Menşevik düşler, Troçkizm örneğinde sosyal -demokratik reformist anlamından ayrılarak, kitlenin ihtilalciliğine yoruluyor. Sonuç, her zaman öncünün kitleye boğdurtulması -kitle tarafından reddedilmesi oluyor. Aydın ve öncü olma kapasitesi taşımayanlar mazoşist oluyor, kendilerini boğmak istiyorlar. “Kitlelere” sloganı, bu geriliğin ve toplu intihar çağrısının ifadesidir.
En sonunda, “Gelenek’in Marx adıyla anılan geleneğin içinde yer alıp alamayacağını, belirtmekte ipucu” sayılan iki alıntıyla, kurulmaya çalışan ucube sisteme destekler konulmak isteniyor. Gelenek dizisi Türkiye solunun sosyalist geçmişten isteyenin istediği kesiti çekip alması şekline bürünen a-teorik alışkanlığa karşı mücadele görevini de üstleniyor: Gelenekselliğin ve mirasın, sarf edilmiş her sözcüğü 1987 yılında geçerli sayma anlamına yorumlanması, en hafif deyimiyle bir cehalet örneğidir; daha gerçekçi bir değerlendirmede ise “ucuz alıntıcılık”, yalnızca usta pozlarda çiğ bir amatörlük anlamına gelebiliyor.