Türk milliyetçiliğinin kişiliksiz yapısına sevinmek mi gerek?
Faşist hareketin “kan kusturup” karşılığında “kan kustuğu” dönemlerdeki eğreti “milliyetçi kabarma”yı bir kenara bırakırsak, 60’lar sonrasında yaşanan tüm gündemlerde milliyetçilik bu ülkede korkak, entrikacı ve kaypak olmuştur.
Milliyetçiliğin devlet eliyle beslenip kontrol edildiği onlarca ülke vardır. Ama devletin milliyetçilik tansiyonunu gün gün, saat saat belirlediği ve onu tam anlamıyla kendisine tâbi kıldığı Türkiye’den başka nerede görülmüştür?
Bulgaristan’dan göç sırasında, Azerbaycan olaylarında, hatta Kürt ulusal kurtuluş hareketine karşı geliştirilen şoven tepkilerde nasıl bir milliyetçikle karşılaştınız?
Son dönem futbol maçlarında 3-5 lümpen amigonun önderliğinde PKK ile anlamlı bir mücadele tarzı geliştirilerek 30-40 bin kişi hep bir ağızdan bir siyasal örgütü “sinkaf etme” arzusunu haykırmaktadır. Ardından gelsin İstiklal Marşı…
Türkiye’de milliyetçiliğin tansiyonu da aynen bu biçimde, devletin devresel politikaları tarafından, yine devletin “uygun” araçları ile ayarlanmaktadır. Siyasal iktidarın sinyali ile basından başlayarak emniyet teşkilatına kadar bütün iktidar araçları harekete geçmekte, ardından yine aynı organize yapı ile geri çekilinmektedir.
Bu “pek” milliyetçi görüntünün arkasında, burjuvazinin aynı anda devlet eliyle onbeş çeşit ideolojik söyleme birden yatırım yapması nedeniyle, “ideolojik” sinirleri laçkalaşmış bir toplum yatmaktadır. Ve “pek” milliyetçi görünüm, aslında “pek” de zavallıdır…
Son dönem başta Azerbaycan olmak üzere, Türki cumhuriyetlere düzenlenen seferde ortaya çıkan akıl almaz görüntü de “pek”i pekiştirmiştir. Türk milliyetçiliğinin büyük rüyasının en azından bundan 10 yıl öncesine göre biraz daha iyi görülebildiği bir sırada, siyasal iktidarın yalnız ve yalnız “ihtiyat” ve “ABD kartı” sergilediği bu sefere, Türk milliyetçiliği Türkeş somutluğunda bir çanta olarak katılmak zorunda kalmıştır.
Milliyetçiliği hafife almıyorum, Türkiye’de bu ideolojinin bütün burjuva siyaset geleneğinde nasıl bir yer işgal ettiğini, Azerbaycan’a devlet eliyle MHP faşistlerinin doldurulduğunu, bütün bunları biliyorum. Ama bütün bu bildiklerim milliyetçiliğin “ulusal gurur”dan başlayarak “ırkçı” öğelere varıncaya dek sahip olması gereken “seslenme” özelliklerinin, erozyona uğradığını ve milliyetçiliğin, toplumu sarmalayan özel bir siyasal ve ideolojik yapıya şu anda sahip olmadığını söylememizi engellemiyor. Şikayet edecek durumumuz yok. “Ulusal” dinamiklerin bir anda kuşattığı bir sırada, kendisini daha iyi tarif edebilen bir milliyetçi dalganın nesnel ve kendiliğinden bir dinamiğe oturarak, kendisine alan açmasının hiç de iç açıcı olmayacağı açıktır.
Ancak Türk toplumunun, “ideolojik duyarlılığı”nın ve toplum olma reflekslerinin genel olarak azalmasının bizim işimizi de ciddi bir biçimde zorlaştıracağı unutulmamalı. Sonuçta işçi sınıfı da dahil sosyalist ideoloji bu duyarlılığa yönelecektir. Burada, şu anda kişilik gösterisinde bulunan temel ideolojinin bir tek dinci gericilik olması (o da belli iç sarsıntılar geçirmektedir) sosyalistlerin işini zorlaştıracaktır. Mevcut bir diğer kimlik, Kürt ulusal kimliği ise sanıldığının tersine, sınıf kimliğine eşlik etmediğinde geriletici olmakta ve ulusal kurtuluş hareketinin önderliğinin sol konumuna rağmen bu kimlik, burjuva ve liberal dinamiklere kan vermektedir.
Sonuç olarak söylenebilecek şudur: Uluslararası konjonktürün bu denli müsait olduğu bir sırada Türk milliyetçiliğinin garip ve üçüncü sınıf yapıdan kurtulamaması, hayırdır ama hayra alamet değildir…
Türkiye sosyalist hareketinde bu duyarsızlaşmış toplamın yaratacağı dinamiklere göre teorik ve siyasal gündem belirleyen menşeviklerle, bu toplamın üzerine sınıfın “kurtarılmış” öncü kesimleri ile gidilmesini savunan sosyalistler arasındaki tartışma gündemi devam edeceğe benzer…
İlki olanaksızı zorlar, ikincisi zoru olanaklı kılar…
Siz hangisinden yanasınız?