1. Dünya Savaşı ve uluslararası sosyalist hareketin savaşa ilişkin tavrı konusunda Türk okuru birçok bilgiye ulaşma şansına sahip bulunuyor. Bu bilgiler, önem taşıyor. II. Enternasyonal partilerinin sağ-reformist eğilimlerinin, savaşla birlikte sosyal-şovenizm ve militarizme dönüştüğü biliniyor. Bu dönüm noktasında uluslararası işçi ve sosyalist hareketinin ikiye bölündüğü, saflardan birini kuran Bolşeviklerin ulusları kendi içlerinde birleştiren savaş konjonktürünü, sınıflar arası iç savaşa çevirmeyi önerdikleri de biliniyor…
Bu bilgilerin bir adım ilerisinde, yanılsamalar başlayabilir. Yıllar sonrasından bakıldığında varlığı saptanan iki saf, o yıllarda “saf “sayılıyor muydu? Avrupa solu, koskoca Çarlık Rusya’sında küçücük bir sosyalist grup olan Bolşeviklerin sesini işitebilir, kulağına çalınan sol söylemi ciddiye alabilir miydi?.. Avrupa soluna anti-militarizmi Bolşeviklerin öğretebilme şansı hiç olmamıştır. 1917’nin parlaklığı, 14-18 yıllarının devrimci çizgisinde Rus sosyalistlerinin yanında yer alan ve Avrupa’da çok daha fazla tanınan Batılıları gölgede bırakmıştır.
Türk okurunun ancak pek sınırlı bir kesimi, 1910’larda Batı Avrupalı işçilerin “savaş aleyhtarı” olarak, Liebnecht’i, Luxemburg’u vb. tanıdıklarını bilebilir. Bu isimlerin de tanınma avantajları, “parti aydını”, siyasal önder kimliği taşımalarında… Bunlar, Avrupa’nın niceliği en güçlü, niteliği en geri işçi partisi olan Alman Sosyal-Demokratlarının “sol muhalefeti” olarak ve sonradan Alman sosyalizmini bir sol dönüşüme sokma çabalarıyla kendilerini tanıttılar…
Peki ya diğer ülkeler? Örneğin Fransa?
De Yayınevinin Bir Savaşçının Konuşmaları adıyla yayınladığı kitap, içerdiği 23 ayrı yazıyla, bize Barbusse’ü tanıtıyor.
Henri Barbusse bir Fransız romancısı. Türkçe ’de de eski tarihlerde çevrilmiş Ateş ve Aydınlık adlı, fazla ilgi uyandırmamış eserleri var. Bir Savaşçının Konuşmaları‘nda 1914 tarihli bir mektup dışında, Barbusse’ün 1917-20 yıllarında kaleme aldığı yazı ve mektup örnekleri yer alıyor. Yazılar yalnızca anti-militarist, farklı taktik ve çağrılarla sınırlı değil. Belki bu yön, örnek bir mücadeleci aydının, kişiliğinin oluştuğu alanlardan yalnızca biri olarak düşünülebilir. Barbusse, anti-militarizmiyle olduğu kadar, sosyalizm-demokrasi-barış üçgenindeki siyasal-teorik çağrışımlarla, doğruya ulaşmanın yönteminden Rus Devrimi’ni savunmanın Batılı sosyalist için taşıdığı anlama kadar geniş bir yelpazede bize bir aydın tipolojisi çiziyor. Soyut bir aydın değil, 20.yy’ ın başındaki Avrupa’ya, karanlık savaş yıllarına, 1917’yi, sağ sosyal-demokrasi ile Rus devrimciliğini gören yaşayan bir aydın… Ama bu somuttan, evrenselliğe soyutlanabilecek bir tipoloji yükseliyor.
Savaş: Nasıl Yapmalı?
Türk okuru, yukarıda söylendi, Rus sosyalistlerinin cephede “savaşa son!” çağrısı yapan bildiriler dağıttıklarını, hedefin ülke içinde olduğu vb. sloganlarını biliyor. Bu mücadele dışında, bir de Batı sanatına giren “savaşmak istemiyorum!”ya da “silahım yok, zabitiniz beni vurmakta serbest ama bana kimseyi öldürtemezsiniz” diyen birey temelli tepkileri tanıyoruz…
Barbusse Ruslardan farklı bir taktik geliştiriyor; ikinci türden yalnız kalmış aydının bireysel ve umutsuz isyanı ile taban tabana zıt bir siyasal taktik: Barbusse 1914’te cephe görevi almak için gönüllü oluyor. Fransız toplumunun en dinamik ve arayışlara en açık kesimi olması muhtemel askerleri, yanı başlarında ve aynı işleri paylaşarak anti-militarizme çağırıyor. Elbette bu tutumun, savaşa katılıp savaşa karşı çıkmanın doğruluğu-yanlışlığı, her taktik gibi ancak o koşulların somutluğunda tartışılıp değerlendirilebilir. Ben, burada bir diğer alana dikkat çekmek istiyorum. Fransız tarihinde devrim ve dış savaş hep birlikte düşünüldü. Zaman olarak çakışmaları anlamında değil yalnızca; Fransa’da her devrimci süreçte ateşleyici ya da katalizör görevi “savaş”a kalmıştır. İç politikanın çizgileri savaşa ilişkin olarak çizilmiş, siyasal hareketler savaşa göre konumlanmışlardır. Ve çoğu konjonktürde, devrimin kazanımlarını korumak, devrimciler için yabancı orduya karşı ülkelerini savunmakla özdeşleşmiştir… Barbusse adeta böyle bir geleneğin taşıyıcılığını üstleniyor: “Evrensel Cumhuriyeti, ideallerimizin kaçınılmaz tamamlayıcısı olarak tüm ideallerimizin üzerinde tutuyoruz… 1789’un büyük Fransa’sı bu yollarla büyüyecek ve varlığını sürdürecek… Bu inancın şimdiki durumda Almanya’yı yenme isteğini dıştalamadığını söylemek, hatta zincirden boşalmış bir militarizmin en güçlü ifadesi olduğundan dolayı, ama salt bundan dolayı, tam tersine, Almanya’yı yenmeyi daha çok istiyoruz demek, yerinde olur. Kimileri, ölümün üstüne yürümek ve yaşamını adamak için dar bir yurtseverlikle uyarılmak ya da ırk kiniyle kendini kaybetmek gerektiğini öne sürüyor. Hayır. Gerçek insanların kanlarını vermeleri için, ilerlemeye içilen ant daha güçlü bir gerekçe oluşturur” (s. 21). Emperyalist savaş devrimciler açısından Alman emperyalizmine karşı Fransa’nın ve cumhuriyetin savunulmasına dönüşüyor. “Almanya’yı devirmek için değil; yalnızca militarizmi yok etmek için… Dünyaya karşı ne ‘önce Fransa!’ diye haykırmaya hakkın var, ne de ‘önce ben!’ veya ‘önce benimkiler!’ diye” (s. 15-16).
Milliyetçiliğe çekilen bu sınırı başka öğeler tamamlıyor. Birincisi, barışın tek hedef sayılmaması, barışla sosyalizmin özdeşleştirilmemesi: “Barışla birlikte ne geleceğini bilmiyoruz; tek bildiğimiz bir gün neyin geleceği…” (s. 51). İkincisi, barışın kalıcı kılınması bir toplumsal dönüşüm sorunu olarak görülüyor: “Bugüne dek savaşı yaratmak için, kitlelerin kölece bağlılığı yeterli oldu. Gerçek barışı yaratmak için aynı kitlelerin iradeleri vazgeçilmez olacaktır” (s. 31). Üçüncü nokta, siyasette sınıfsallık ile işbirlikçiliğin ayracı: Barbusse savaşın iç barış ve hedeflerin ertelenmesine değil tam tersine eleştirinin şiddetlenmesi ve amaçların güncelleştirilmesine zemin oluşturacağını söylüyor. Savaşı, sınıfsal bir davanın “belirleyici adımının” (s. 7) atılabileceği bir ortam sayıyor. Tüm bu öğeler birleştiğinde, II. Enternasyonalci Fransız sosyalistlerinin sınıf işbirlikçisi politikalarını çok aşan bir devrimci taktikler tartışması şekilleniyor…
Siyaset, hele mücadelenin yükseldiği anlarda net sınıflandırmalardan yola çıkmak zorunda. Barbusse’ün hiçbir kuskusu yok; varolan tüm siyasal çizgileri iki “parti “de özetliyor: Cumhuriyetçilik ve Milliyetçilik. İkincisinin burjuva-emperyalist içeriği açık olmalı. İlkine yüklenen anlam ise kesinlikle burjuva demokrasisine hapsolmuş değil Barbusse, “cumhuriyet”i bir “Enternasyonal” çerçevede ve sınıf bazında yorumlamaya yöneliyor. Burjuva demokrasisi gerici sınıf diktatörlüğüyle özdeşleniyor.
Rusya ve Fransa’da söz konusu savaş-devrim taktiklerine dönersek, şu söylenmeli. Bunlardan birinden birini ülke somutundan kopartarak evrensel düzeyde yeğlemek nesnel bir değerlendirme olmayacaktır. Ancak üzerinde düşünülmeye değer noktalardan söz edilebilir: Rusya’da uygulanan taktik, bir devrimci örgütün malıdır; Fransa’daki ise sosyalist örgütlenmeyi kapsamayan aydınların… Rusya’da devrim kaldıracının dayanak noktalarından biri olmuştur; Fransa’da eleştirel bir muhalefet olarak kalmış, bir “baskı grubu motifi” olmayı aşıp iktidar perspektifiyle bütünleşememiştir. Bunlar iki toplumun siyasal oluşumundaki farklılıkları yansıtıyor. Barbusse tipi aydınların onurunu zedelemesi söz konusu değil…
Barbusse, çizdiği iki kutuplu siyaset tablosunda sosyalist aydınların “yalnızlığını” ürkütücü bir öğe olarak da algılamıyor: “varsın(lar), sosyalistlere yöneltilebilecek tek ciddi eleştiriyi, fazla kalabalık olmadıkları, eleştirisini süsleyip püsleyip gündeme getirsinler” (s. 25). Bu saldırılar ve aydının yalnızlığı uzlaşmanın değil, radikalleşmenin yollarına döşeniyor. Bir çağrı bunun üzerinde yükseliyor: “Şairler, yazarlar, sanatçılar büyük bir yanılgının, bir maceracılığın, bir karabasanın ilancısı olma utancına düşmemeliler!” (s. 26) Aydının uzağı görmesi ve doğruya çağırması gerekiyor. “Yazarlar”, sosyalizm geleceğini yükselten bir avuç yazar, milyonlara inançlarını yitirmeden bu “heyecan verici anı” doğru yaşamaya çağırılıyor… Ne içine kapanarak, ne elitist psikolojilere saplanarak… Ama diğer yandan, kitleye yönelik mesajları da tavizkâr bir popülizmle zedelemeden: “Olayları yalnızca en uç sonuçlarına göre değerlendir. Gelecekteki elverişsizlikleri gizleyen anlık yararlardan, anlık amaçlardan ve yakın görünen her şeyden sakın. Henüz görmemiş olduğun ve hatta belki de, senin hiç göremeyeceğin şeyleri düşün!” (s. 11) Cephedeki Fransız emekçileri bilimsel düşünce yöntemine davet ediliyor. “Cahil proleter” anlayabilsin diye, olguların görünen veçheleriyle söylemlerini ve giderek kendi ufuklarını iğdiş eden “kitle önderleri “(!) düşünmek zorundalar…
Bir Aydın Direnci: Eski Muharipler Birliği
Savaşı bizzat yaşayan emekçi kitlelerin, kitlesel olarak yönelebilecekleri iki ideoloji türü düşünülebilir: Eylemlerini aklamaya yönelik milliyetçi bağnazlık, ya da sosyalizme açılan bir eleştirel radikallik. I. Savaşta Alman ordularının özellikle alt-düzey subay ve erbaşları olarak yer alanlar, iki savaş arasında Nazizmin kadrolarını beslediler; Hitler dahil… Rusya’da devrimci durumun yükselişiyle birlikte işçi ve köylü Sovyetlerinin yanıbaşında asker Sovyetleri de belirdi. Sosyalist ideoloji ve devrim bilinci askerleri de kitlesel olarak kavradı. Fransa’da ise “eski muharipler” örgütü 1917 yılında Barbusse ve iki arkadaşı tarafından kuruldu 1919’da ulusal düzeyde bir birlik olarak şekillendi.
Cumhuriyetçi Eski Muharipler Birliği işlev açısından Rusya’nın asker sovyetlerinden çok farklı. Barbusse’ün Birlik Kongresinde yaptığı konuşma ve L’Humanite‘de yayınlanan yazısı harekete ilişkin çok değerli bilgiler veriyor: Bir, “… Cumhuriyetçi Birlik salt savaş kurbanlarının özel, mesleki taleplerini savunmak ve bunlara ulaşmanın yolunu açmakla yetinemeyecek ölçüde… fazlasıyla gerçeğe ve pratiğe dönüktür” (s. 81-82). İki (CEMB) “siyasal bir parti değildir. Onun görüşlerine cevap verecek siyasal parti zaten mevcut bulunuyor” (s. 82) ve bu sosyalist partidir. Birlik, partiyle aynı düzlemde rekabet etmeyi düşünmez; ama, “C.E.M.B. siyaset yapar” (s. 89). Bu mesleki kökenli, siyasal ve partili hareket -çok ilginç olduğunu düşünüyorum – bir de Fransız Sosyalist Partisine ilişkin misyon yükleniyor: “(CEMB) uzlaşmaz bir tavırla partiye bir kısıtlama getirir: Sosyalist Parti bugün homojen değildir; C.E.M.B. ise saf sosyalist doktrini ödün vermeden, zayıflık göstermeden savunmuş olan insanlardan başkasıyla ittifak kurmak istemiyor. Birliğin yeri kesinlikle soldur…” (s. 89-90). Örgüt 1920’de Almanya, Avusturya, Alsace-Lorraine, İngiltere ve İtalya delegasyonlarıyla birlikte bir milyonluk kitleyi temsil eden uluslararası bir kuruluşa dönüşüyor. Açılış konuşmasında yine Barbusse var: “Kararlarınızın burada temsil edilen Fransız kardeşlerinize yani sosyalist Öncünün, en uç noktadaki ve en gözüpek fraksiyonlarındakilere uygun düşeceğine inanıyorum” (s. 148). Bu görüşler nasıl yorumlanmalı Bir eski askerler örgütü, varolan işçi sınıfı partisinin homojenleştirilmesi ve sosyalist hedefler açısından kararlı hale getirilmesi için partiye yapıcı eleştiriler yönelten devrimci bir merkez oluyor. CEMB, partinin geçirmesi gerektiği düşünülen devrimci operasyon içinde bir misyona sahip çıkıyor. Fransız sosyalistleri içinde radikal ve dar bir öncü olmaya, bir çekim merkezi olmaya soyunuyor. Benzer bir mesaj asker örgütlenmesi aracılığıyla başka ülkelere de gönderiliyor…
Rastlantı değil; bu sözlerin söylendiği, bu misyonun tanımlandığı 1919-20 yılları Ekim Devrimi’nin ertesine denk düşüyor.
1917 ve Fransa’ya Düşen Pay
Batı işçi sınıfı ve sosyalistlerinin savaş aleyhtarı olarak tanıdıkları Spartakistlerdir denildi. Batı, Rus sosyalistlerini despotik bir rejim altında ezilen, yurtlarından uzaklığa, mahkum romantik mülteciler olarak tanıdı. Aralarında Plehanov gibi ender rastlanan beyinlerin çıktığını duydu… Daha fazla önemsemesi için bir neden var mıydı?
Bolşevizmin 20 yıla yakın bir sürede adım adım ve inatla yarattığı siyasal yapı ve Marksizm yorumu, hedefi öncelikle Rusya’ya dönük bir operasyon niteliği taşımıştır. 1917’ye kadar Batının, köylü devrimcileri ya da darbeci örgütlenmeler olduklarından kuşku duyduğu Rus sosyalistleri, bu tarihte bir tarihsel sınavdan başarıyla çıktılar. Bolşevizm, kazandığı bu zafer sayesinde Batıya kendini tanıtma şansını buldu. Görülmemiş bir tarihsel kanıtın iktidarın desteğinde…
1917’nin hemen ertesindeyse, Avrupa Rusya hakkında gerçekten pek bir şey bilmiyor. Öyle ki Bolşevizmin sosyalizm türlerinden biri sayılıp sayılamayacağı bile tartışmanın maddeleri arasında. Bolşevizmin teorik katkısını değerlendirerek tarihe ve güncele bakışını yeniden düzenleme lüksünden yoksun aydınlar, konumlarını sezgilerle belirlediler. Barbusse, Bolşevizmi Fransız soluna tanıtmayı ve Sovyetler Birliği’ni savunmayı üstlendi.
Barbusse, Fransa’da Rusya için, “bilinmiyor bir yargıya varabilmek için öğeler eksik” diyenlere karşı, V. Tüm Rusya Sovyetler Kongresi’nde kaleme alınan Anayasa belgelerini kaynak gösteriyor. Anlaşılan Bolşevikler hakkında başka veri gerçekten mevcut değil… Barbusse, sömürünün kalkışını, toprak sorununun çözümünü, kamulaştırmaları, sovyet örgütlenmesini, işçi denetimini anlatıyor. Mülk sahibi sömürücü sınıfların oy hakkının kaldırılmasını doğru buluyor (s. 103-105).
Barbusse, Fransız sosyalistlerini Bolşevizme saygı duymaya çağırarak yola koyuluyor. Bolşevik bir safın yaratılmasını hedeflediği görülüyor. II. Enternasyonal mirasçılarına, sosyalist bir iktidarın sömürücülerin oy hakkının kaldırılması gibi tasarruflarının doğruluğunu anlatabilmek kolay bir iş olmasa gerek.
“Savunma” sürüyor; Barbusse Bolşevizmin zorba ve diktatörce yöntemler kullandığı eleştirisine karşı karşı-devrim koşullarını hatırlatıyor. Parlamentarizmin tarihsel geriliğine atıflarda bulunuyor vb. En çarpıcısı belki de şu: “her türlü devrim diktatörcedir ve öyle olmaksızın olamaz…” (s. 106).
Bugün reel sosyalizmi sosyalist toplumların çok gelişkin dönemlerde mümkün olabilecek olan “tüm insanlara” yayılmış demokratik formların eksikliğinden kalkarak eleştiren Yeni sol ve kimi Avrupa KP’leri için, Barbusse’ün 1920 tezleri hâlâ belirli bir cevap gücü taşıyor. Ama Barbusse’ün yakaladığı doğrunun sezgiselliği fazla aşamadığı da eklenmeli. Teorinin eksikliği Barbusse’de siyasal öngörü ve sezgiyle kapatılmaya çalışılıyor. Bu durumda mutlak bir örtüşmeyi sağlamak olanaksız. Sovyet düzeninin olabildiği kadar “ılımlı” (s. 109) olduğu, diktatörce yöntemlerin “ne kadar süre süreceğinin” sorulması gerektiği (s. 106), Bolşevizmin çok sayıda olabilecek sosyalizm yorumlarından yalnızca biri olduğu vb… bunlar, ancak Bolşevik siyasal-teorik katkılarla kapatılabilecek çatlakların sinyalleri olarak değerlendirilebilir. Ama hiç önemli değil. Barbusse, Batı demokrasisini, Rus Devrimine karşı açtığı kampanyadan hareketle “karşı-devrim” ile özdeşleştirmekten geri durmuyor. Sovyetleri savunmak için “Genel grev” öneriler bile geliştiriliyor (s.115).Dahası Büyük Fransız Devrimi ile başlayan Paris Komünü’nü, Emile Zola’nın gericiliğe karşı açtığı aydınca başkaldırı bayrağını kapsayan devrimci geleneğin içerisine 1917 Ekimini ve yeni iktidarın savunulmasını da katıyor; 1917’ye kuşku ve düşmanlık besleyenleri sosyalizm saflarından kovmaya çabalıyor… Avrupalı sosyalist aydınların yalnız ve ilk önce kendileri için uygun gördükleri geleceğin, “geri” Rusya’da yaşanmaya başlamasından duydukları sindirimsizlik ve alınganlığı, buradan türeyen tedirgin bakışları “mide bulandırıcı gülünç bir tutum” (s.154) olarak niteliyor…
Bir Savaşçının Konuşmaları okuyucuyu tarihsel veriler, anti-militarizm ve sosyalist mücadele, aydının misyonu gibi konularda düşünmeye çağırıyor… Seçkin bir sosyalist aydının, siyasal mücadele yaşantısının belki en değerli kesitlerinden biri çerçevesinde, 1917-20 Avrupası’ nın dinamizmini ve yaratıcılığını sergiliyor… Barbusse, yalnızca devrimci taktikler ve siyasal tavırlar üzerine tartışmakla yetinmiyor; yalnız kalmaktan ürkmeyen, ödünsüz ve inançlı yaşayarak çoğalmayı hedefleyen bir siyasal aydın kişiliği çiziyor…