Sosyalizm mücadelesinin neresindeyiz?..
Yolun neresindeyiz?
Ya da… Solda durum saptaması…
Çok sık olmamak kaydıyla bu tür sorulara yanıt aramak, bu sorulardan hareketle toparlayıcı değerlendirmeler yapmak gerekiyor. Çünkü sosyalizm mücadelesi, sabit ağırlıklarla ve bozulmaması gereken bir denge halinde yürümüyor. Önceliklerle ihtiyaçların nesnel ve öznel faktörlerin etkisiyle sürekli yer değiştirdiği bir tarihe sahibiz. Bu tarihin bir iç “öykü”den, sınıf mücadelesinin nesnel akışına yaslanan bir bütünlüğe kavuşmasına giden yol, gerilimli ve iniş-çıkışlarla doludur. Bir başka deyişle, iddialı bir siyasi hareket “durum saptarken” sosyalizm mücadelesinin tarihsel yolculuğu ile mümkün olduğunca fazla temas noktası yakalamak durumundadır.
Bunun bir “yazma” işlemi olmadığı açıktır. Söz konusu olan düpedüz siyasettir ve bir komünist hareketin siyasal açılımları, nesnellikle öznelliğin buluştuğu bir koordinatta şekillenir. Bu koordinatın bilince çıkarılmasıdır “durum saptaması”…
Bu yazıda bugünümüze, geride bıraktığımız durum saptamalarından yararlanarak ulaşmaya çalıştım. Bugünü anlamak, yarınki görevler konusunda zihnimizin açılmasına yardımcı olduğu oranda anlam kazanacaktır. Anın somut kazanımları, elde ettiğimiz mevziler asla küçümsenemezler, ancak bu halleriyle tarihsel bir değer taşımamaktadırlar. Kazanımlarımızı, mevzilerimizi onları “tarihsel” bir bağlama yerleştirebilecek enerji, birikim ve kanallara sahip olmadan ele geçirmiş olmayız.
Belki de bunu anlamak, bunları tartışmak için gerekmektedir “neresindeyiz” sorusu…
1979 Ekimi’nde bu soruya verilen yanıtı önemsiyorum. Bu yanıta daha yakından bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Sosyalist İktidar Dergisi bir teorik iddia ile ortaya çıkmıştı. Bunun yalnızca sosyalist hareketin sorunlarına “teorik” yanıtlar vermek anlamına gelmediği açıktır. İddianın şiddeti ve sınırları, 1979 Ekimi’nde “neresindeyiz” sorusuna teorik bir yanıt verilmesinden (verilebilmesinden) kaynaklanmaktadır.
Demek ki, 1979 yılı böyle bir uğraktır; Türkiye sosyalist hareketinin mücadele pratiğinde soruya “teorik” bir yanıt vermek için yeterli birikim sağlanmıştır.
Veya… 1979 yılı Türkiye sosyalist hareketinin nesnellik-öznellik dengesinde “yenik” düştüğünün tescillendiği bir dönemdir ve yanıt kendisini dayatmaktadır.
Türkiye’nin 1977-80 arasında bir devrimci durum yaşadığından kuşku duymamak gerekiyor. Kitapta devrimci durum için ne yazdığına burada girmeyeceğim marksist klasiklerin konuya ilişkin sistematiğini çok iyi yansıttığını düşündüğüm bir çalışmayı önererek devam etmek istiyorum 1 . Kitapta ne yazdığı önemlidir, ama belki daha önemli olan Türkiye’de 70’li yıllarda devrimci durumun ancak o şekilde yaşanabileceğini bilmek ya da sezmektir.
Sezmeyen ya da bilmeyen var mıydı Yaşadığım ve okuduğum kadarı ile Türkiye solunun değişik bölmelerinde olup da “yaşanan”ı hissetmeyen pek kimse yoktu. Somutun teslim aldığı ve kendisini kanıksattığı insanlarda bile olağanüstü ya da normal olmayan bir evreden geçildiğine ilişkin bir kanaat oluşmuştu.
Oysa Türkiye solunun bir kulvarında, bizim geleneksel sol diye son tahlilde olumladığımız kulvarda, yaşananın adı konamıyordu. TİP, TSİP, TKP yönetimleri “yaşanan”dan çok, “yaklaşmakta olan felaket”e işaret etmek gerektiğine karar vermişlerdi.
Burada “bilgi” ile “bilim” arasındaki açı önemlidir. Türkiye sosyalist hareketinin o dönem çok ciddi teorik sorunlarla karşı karşıya olduğu açıktır. Çok ciddi teorik sorunlarla karşı karşıya olan hareketlerin siyaseten az hata yapmaması için başka parametrelerde çarpıcı denkliklerin kendisini dayatması gerekir.
TİP TSİP ve TKP’ye tarih bu türden bir yardım yapmadı.
TİP, TSİP ve TKP yaşananın bilgisine sahip olmakla beraber yaşananın adını koyamadı. 1979 yılında Sosyalist İktidar Dergisi daha Ekim 1979’da yayınlanan ilk sayısında buradaki teorik sorunu “iktidar perspektifi”ne sahip olmamak olarak teşhis etmişti. Fazla söz gerektirmeyecek son derece isabetli ve yalın bir saptamaydı bu.
Ancak sanıyorum aradan geçen onca yıldan sonra bu saptamayı ele alırken siyaset psikolojisini de devreye sokmak gerekiyor. Çünkü geleneksel solun kaçak güreşmeye karar vermesinde eksik değil “fazla” bilginin rolü olduğunu düşünmek için çok neden bulunuyor. 1978 yılında TİP TSİP TKP en azından bu partilere yön veren bazı isimler dönemin kaybedildiğini kavrıyor. Bu kavrayış sorumluluğu azaltmadığı gibi CHP’cilik hızlı sağa kayış DİSK’in bütünüyle etkisizleştirilmesi ve sonrasında tasfiyecilikle sonuçlanan bir “siyaset”i hiçbir şekilde meşrulaştırmıyor. Zaten 1978 yılında neredeyse kesinlik kazanan “kaybediş”e giden yolda 1973 Ecevit rüzgarı vardır TİP’in bu rüzgara direnememesi vardır 60’ların büyük açılımının doğal olarak ortaya çıkardığı siyasal teorik ve örgütsel sorunların aşılamaması vardır…
Bu anlamda 1980’in hemen ertesinde biraz da sezgisel olarak “bu bir yenilgi değil” deyişimizi hatırlıyorum. Yenilgi için bir kesin hesaplaşma gerekiyordu; oysa 12 Eylül darbesi bu açıdan karşısında asla bir muhatap bulamadı. Çünkü Türkiye’de 1977-78 yıllarında bir devrimci durum olgunlaşırken yani Türkiye kapitalizmi nesnel olarak son derece ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kalırken öznel bir tehlikeyi peşinen savuşturmuş durumdaydı 2 .
12 Mart’ta da benzer bir durum yaşanmamış mıydı Biliyoruz ki Türkiye burjuvazisi 1971’de artık kaybettiği kesinlik kazanan bir işçi sınıfı hareketine ve onun yanında yürüyen devrimci harekete yıkıcı bir darbe vurmak üzere inisiyatif aldı. Bu nedenle 12 Mart’ta Türkiye’nin toplumsal ya da siyasal alanda bir kavşak noktasında bulunduğu iddialarının fazlasıyla öznel olduğu kabul edilmelidir. Darbe kaba bir tabirle işin bittiği bir aşamada gerçekleşmişti.
12 Eylül bir dizi farklılığına rağmen aynı mantığın ürünü olmuştur. Kaybeden solun toplumsal hafızadan kazınmasına dönük çok boyutlu bir operasyondur 1980’de yaşanan. On yıl arayla iki kez “kaybeden” sola karşı yürütülen imha savaşı Türkiye kapitalizminin bütün dengelerini altüst ettiği için 1996 yılında bir restorasyon kendisini dayatmıştır.
Bütün bunlar şu soruyu önemli hale getiriyor: Kaybedildiği anlaşılan bir dönem nasıl kazanılır
Bu soruya durulan yerden yanıt vermek gerekir. 1978 yılında her üçü de işçi sınıfının öncü partisi olduğunu iddia eden TİP TSİP TKP açık bir yanıt vermedi. Her üç partinin Yurt ve Dünya İlke Ürün gibi yayınlarına baktığınızda bırakın yanıtı sorunun kendisiyle dahi karşılaşamazsınız.
Oysa son derece basittir… “Ben partiyim” diyen bir devrimci yükseliş döne-mine nesnellik bunu ne kadar dayatırsa dayatsın “kaybettik” diye giremez. Bu anlamda her devrimci durum ucu açık bir parantezdir; öngörülemeyen gelişmelerin döl yatağıdır; tarihin hem yoğunlaştığı hem de sıkıştığı bir kesittir. Dolayısıyla gerçekçi olmak ille de “kaybettik”in itiraf edilmesi anlamına gelmez. Bir siyasi parti verili nesnelliğe gözünü kapatmadan mümkün olandan bir fazlasını hedef tahtasına yerleştirebilir ve mümkün olan hep değişebilir!
Devrimci siyaset başka türlü yapılamaz.
TİP TSİP TKP bunun için gerekli enerjiyi bulamadı. Kaybettiklerini hissetti-ler ve hiçbir şey yokmuş gibi davrandılar. Bu nedenle aynı dönemde her üç partinin “bu enerjinin yokluğu”nu dert edinen birer iç muhalefetle karşı karşıya kalması kimseyi şaşırtmamalıdır. Siyasetin en belirgin kurallarından birisi işlemiş ve bu partilerin “öncü parti olma” iddiasının takipçisi olanlar “hiçbir şey yokmuş gibi” davranılamayacağını ileri sürmüşlerdir.
Demek ki tarihsel açıdan kaybedilmiş bir devrimci durum olgunlaşıyordu; bu devrimci durumu ileriye doğru bir hamle için değerlendirmek istemeyen TİP TSİP TKP özel olarak kaybediyordu…
O halde “ileriye doğru” hamle ne anlama geliyordu
TKP’den kopan İşçinin Sesi ile TSİP’ten kopan TKP-B devrimci durumun kaybedildiğine değil de olgunlaşmasına kilitlendiler. Dolayısıyla “öncü partiye musallat olan tasfiyeci yönetimin yapamadığını yapacak ve devrimci duruma müdahale edecek gerçek bir işçi sınıfı partisi yaratılacaktı…”
1978-80 arasında bu tür bir hedefle yola çıkan kimse söz konusu “hedef” nedeniyle eleştirilemez. Gerçekçi olmak ya da olmamanın sınırlarının iyice belirsizleştiği bir dönemden söz ediyoruz. Ancak yine tarihsel açıdan baktığımızda her iki oluşumun da sözü edilen misyon için gereken altyapıya sahip olmadıkları gibi yaşanmakta olanı anlamak açısından oldukça ciddi sorunlarla karşı karşıya olduklarını görüyoruz.
Türkiye İşçi Partisi’nden ihraç edilen muhalefetin benzer bir yönelime girmemesinin çok çeşitli nedenleri var. Bunların bu yazıda tartışılması hiç de gerekli değil. Ancak bilinmesi gereken şudur: TİP’i sağa kaymakla suçlayarak parti yönetimiyle bir mücadeleye giren ve partiden dışlananların sonrasına bir şeyler devretmesinin temel nedeni onların gerçekçi davranmış oluşudur.
1979-80’deki Sosyalist İktidar teorik açıdan son derece iddialı siyasal açıdan oldukça mütevazi bir oluşumdur. Devrimci duruma müdahale edecek bir öncü par tinin bugünden yarına yaratılabileceğine ilişkin herhangi bir beklenti yaymadan sosyalizme sosyalist devrime dönük bir umudu canlı tutmak devrimci bir nesnellikte zor bir iştir. Bu zorluklar neticesinde örgüt-siyaset ilişkilerinde bertaraf edilmesi güç şizofrenik bir durum ortaya çıkmıştır.
Bu şizofreninin sakatlayıcı ve deforme edici sonuçlarını fazlasıyla yaşamakla beraber Sosyalist İktidar kendisine ve Türkiye soluna dürüst davranmıştır:
“… Türkiye sosyalist hareketi burjuvazinin sosyalizme karşı ilan ettiği meydan savaşına sosyalizm adına icabet edip birleşik gücünü ona karşı sergileyecek durumda değildir.
Bu güçler uyumsuzluğu ortamında üç yol kalıyor: Teslim intihar ve direniş. Teslim olmak ortadaki güç dengesizliğinin farkına varıp yeniden CHP’ye yanaşmak CHP’den medet ummak anlamına geliyor. Türkiye solunda bunu yapabilecekler var. Kim oldukları da biliniyor. Sonra intihar yolunu seçenler olacak. ‘Bilinçsiz öfkeliler’in dün 12 Mart döneminde bu yolu nasıl seçtikleri de biliniyor.
Geriye direnecekler kalıyor” 3 . [CANDEMİR İ. Suphi]
Direnmek ama nasıl Sosyalist İktidar bu soruya kesin bir yanıt veremedi. Sorunlara işaret eden ama örgütlü bir çıkış yolu gösteremeyen bir grup “yetişmiş kadro” ve onlarla birlikte davranan “kadro adayları”nın düşünsel üretimi bu topraklara kendisini ancak yıllar sonra gösterecek bir iz bırakmaktan fazlasını yapamadı.
Nedeni çok açık… Her yerde ama özellikle Türkiye’de etkili siyaset örgütle yapılır. Sosyalist İktidar çevresinin 12 Eylül öncesinde zayıf bir örgütsel temele sahip olmasının temel nedeni ne birilerinin isteksizliği ne eldeki “insan kaynakları”nın buna elvermemesidir. Türkiye solunda kimlerin “örgüt adamı” kesildiği malumumuzdur; zamanında Sosyalist İktidar’da toplanan birikim tek tek kişilerden bağımsız olarak kesinlikle daha elverişsiz değildir. Dolayısıyla eğer gerçekçi olacaksak her iki neden üzerinde durmak gerekse bile sorunun temelde siyasal perspektif eksikliğinden kaynaklandığını kabul etmek durumundayız.
Sosyalist İktidar 1979-80 yıllarında sosyalist iktidara vurgu yapmıştır Türkiye solunda temel problemi sosyalist iktidar perspektifinin yokluğu olarak tanımlamıştır. Eğer bu vurguyu bir “perspektif” olarak algılayacaksak kafamızı karıştırmamak için yukarıda işaret ettiğim eksikliği “modelsizlik” olarak değiştirebiliriz.
Sosyalist İktidar’ın bir siyasal modeli bu modelin somutlandığı siyasal projesi yoktu. Ve Sosyalist İktidar o koşullarda siyasal model olmaksızın “önce örgüt” demek için fazla “dolu” bir topluluktu.
Zaten “örgüt” denmedi… Bırakın örgütsel pratiği 11 sayı boyunca Türkiye İşçi Partisi’ne ve genel olarak geleneksel solun “parti deneyimi”ne karşı zaman zaman uca savrulan eleştiriler dışında teorik olarak da “örgüt” denmedi.
Bu yazıyı yazarken Sosyalist İktidar dergisindeki kritik yazıları tekrar okuduğumda “siyasi model” kapsamında ele alabileceğim tek unsur sosyalist devrimci bir açılımın kendisine muhatap ve ittifak konusu olarak devrimci demokrasiyi alabileceğine ilişkin saptamalardır. Geleneksel solda o ana kadar devrimci demokrasinin kodu goşizmdir ve 12 Eylül öncesinde ülkenin kent ve kırlarında düpedüz bir toplumsal dinamik haline gelen bu hareket(ler) işçi sınıfı hareketine düşman sapkın akımlar olarak görülmektedir. Sosyalist İktidar bugün tartışılması gereken yönleri olsa da isabetli bir adım atarak bu basitlikten kurtulmuş ve gerçekten de siyasal bir modelin unsuru olabilecek bu başlığı tarihsel bir çerçevenin içine yerleştirmeyi denemiştir.
Buradan bir şey çıkmamasının yine öznel ve nesnel nedenleri var. Bunu bir kenara bırakıp konumuza dönebiliriz. Sosyalist İktidar 12 Eylül’e siyasal model ve dolayısıyla siyasi proje olmaksızın girmiştir. Bu nedenle örgütsüzlük yarı-bi-linçli bir seçim haline gelmiştir.
Ülke nesnelliğine müdahale anlamına gelecek bir siyasal proje için ne zaman ne de kaynak olduğunu kabul etsek bile solun “direnmesi” için bir model üzerinde düşünülmemiş olması herhangi bir kısıtla açıklanamaz. Türkiye’de kaçan bir devrimci durum söz konusu ise dağılması ya da bir iç sarsılma ile karşılaşması kaçınılmaz olan sol içine dönük sıçratıcı ön açıcı bir projenin geliştirilememiş olmasını nesnel koşullara bağlama şansımız yok.
Peki ne oldu Türkiye solu neden 12 Eylül’e bu kadar zayıf yakalandı
Çok açık ki yukarıda Sosyalist İktidar’a atfettiğim siyasetsizlik Türkiye solunun tamamına damga vurmuştu. TKP’nin UDD modeli 1980 başında tam anlamıyla çökmüş ve bu parti 12 Eylül’ü beklemeye başlamıştı. Türkiye İşçi Partisi’nin 1980’de siyasal açılım üretecek hali kalmamıştı. Bu parti TKP’yle birleşme sürecini bir siyasi proje değil bir tükenme yolu olarak görmeye başlamıştı. Devrimci demokrasinin örgütsel gücünü fersah fersah aşan bir yaygınlığa ulaşması onu tam anlamıyla siyasetsizliğe mahkum ederken Türkiye “solu”nda siyaset yapan çoğu kez olduğu gibi bir tek Aydınlık geleneği kalıyordu. Bu geleneğin o dönemki partisi TİKP’nin ne tür bir siyaset ürettiğini ise merak eden arşivlerden bulabilir.
Sonuç nedir Sonuç siyasetsizliğin zaten belli bir şekilsizliğe sahip olan örgütleri tamamen zayıf düşürmesidir. Bugün geçmişle hesaplaşmasını sürdüren değişik geleneklerden devrimcilerin sorunu hâlâ “örgütsel” düzlemde yakalamaya çalışmaları şaşırtıcıdır. Önce örgüt sonra hareket diyen ve bundan asla vazgeçmeyecek olan bizler örgütü siyasetin besleyeceğini ve geliştireceğini de söyleriz. İnsanların “nerede hata yaptık” diye kendilerini sıkıntıya sokmak yerine 1980 öncesinde örgütlülüklerini hangi programa hangi siyasal hatta kaydettiklerini hatırlamaları daha yararlıdır. Menşevik bir siyasetin devrimci bir örgüt yarattığı görülmüş şey değildir!
Sosyalist İktidar da zamanında bunu söyledi. Ancak dağılma ya da sarsılma dönemine gireceği kaçınılmaz olan “sol”a yapıcı ve yaratıcı bir model sunmadı. Oysa yola çıkarken son derece önemli bir saptama daha yapılmış ve işin kendi haline bırakılamayacağı uygun bir dille anlatılmıştı:
“Bir bütün olarak Türkiye sosyalist hareketi koca bir denizin üzerindeki yağ damlacıklarını andırıyor. Kitlelerdeki sol birikim gerçekten de bir deniz kadar engin. Ama ham ve şekilsiz. Sosyalist kadrolar ise bu engin denizin hep yüzeyinde kalan derine bir türlü inemeyen ama bu arada birbirinden de kopuk yağ damlacıklarını andırıyor.” 4 [Sosyalist İktidar]
1979 Ekimi’nde sorunun yağ damlacıklarını birleştirmekle çözülemeyeceği açık bir biçimde belirtiliyor. Daha da açığı Sosyalist İktidar sosyalizm mücadelesinin yola eldeki kaynakları biraraya getirerek devam edemeyeceğini vurguluyor.
Bunun anlamı tek başına “yeni” kadrolar olmasa da mutlaka kadrolar düzeyinde bir yeniden yaratımdır.
Demek ki Türkiye’deki sosyalist birikimin bütününde etkisi hissedilecek dikey bir müdahale öngörülmüş ama bu bir siyasi modele dönüşememiş…
12 Eylül öncesinde siyasi model üretemeyen bir faaliyetin yalıtık ve bir kadrolaşmanın da hakkını veremeyecek durumda olduğunu daha önce söylemiş olduğumuz için sonuç hepimiz açısından belirgin hale geliyor: Sosyalist İktidar yaklaşık iki yıllık bir süreyi herhangi bir öngörü olmaksızın ve oluşumun standartlarının daha düşüğüne izin vermeyeceği bir üretkenlik düzeyiyle geçirdi.
Burada daha sonra üzerinde duracağımız bir “açmaz”ı not olarak düşmek zorundayız. Türkiye solu 1979 yılında teorik örgütsel ve siyasal açıdan mutlak bir yenilenme ihtiyacı ile karşı karşıyaydı. Bu ölçekte bir yenilenmenin kaderi yeni kadro kaynaklarının yaratılıp yaratılamamasına bağlıydı. Ama Sosyalist İktidar solun herhangi bir adresine özel bir misyon yüklemediği halde ihtiyacın yalnızca bir boyutuna el atarak beklemeyi tercih etti. Oysa yenilenmenin “teorik ihtilalciliğin örgütlenmesi” olarak adlandırılan boyutu ne kadar önemli bir yer işgal etse de sürecin bütününü sürükleyebilecek merkezi bir rolü asla üstlenemezdi.
Sonuç olarak Sosyalist İktidar bir dergi olarak son derece yaratıcı heyecan verici ve açıklayıcı olabilmişken bir hareket olarak geleneksel sola yakışmayacak bir örgütsüzlüğe yaslanmış ve kendi olanaklarını kullanmayarak onları büyük ölçüde tüketmiştir.
Bu başlangıç zafiyeti aynı zamanda daha sonraki yıllarda yol ayrımlarına hazırlıksız gelinmesine ve her defasında gereksiz kayıplarla karşılaşılmasına neden olmuştur.
Nitekim biraz da bu zafiyetin ürünü olarak Sosyalist İktidar’ın kendi içinden çıkardığı ilk siyasal model örgüt-siyaset ilişkileri söz konusu olduğunda akla gelebilecek en “uç” projeye yol vermiş ve proje Sosyalist İktidar’ın bir evresini nihayete erdirmiştir.
Bir aydın çıkışı…
12 Eylül darbesinin en belirgin stratejisi “düşmanın gücünü katbekat aşan bir kuvvetle saldırması”ydı. Bunun sonucunda zaten darbe öncesinde siyaset üretmekte zorluk çeken sol siyasi kimliğini büsbütün yitirerek varolma sorunu ile karşı karşıya kaldı. Yurt dışı belirlenimli birlik ya da cepheler siyasi açıdan kayda değer bir önem kazanamazken örgütsel mevzilerin korunmasına da fazla yardımcı olamadı. Koşullar işçi sınıfı merkezli ve belli bir toplumsallığa dayanan çıkışlar için tamamen uygunsuz hale gelmişti.
Böylesi dönemlerde doğal olarak ön plana çıkan “aydın davranışı”dır. Üstelik 12 Eylül belli dengeler nedeniyle “aydın”ları 12 Mart’la kıyaslandığında daha dikkatli bir biçimde kuşatarak onlara o yıllar için anlamlı sayılabilecek bir hareket serbestliği de sağlamış oluyor yani “aydın davranışı”na çanak tutuyordu.
Türkiye solu örgütlü varlığını yurt dışında cezaevlerinde ve giderek daha dar bir alanda tamamen yeraltına çekilmiş olarak sürdürmeye çalışırken darbenin göreli zayıf kaldığı ideoloji alanında onunla hesaplaşmak aydınlara düşüyordu. Oysa Türk aydını üzerinden solun örgütlü otoritesi (dilerseniz baskısı deyin) kalktığı andan itibaren olağanüstü şekilsiz bir görüntü vermeye başlamıştı. Öne çıkan bazı isimlerin tutuklandığı bir bölümünün ülkeyi terkettiği de hesaba katılırsa 12 Eylül’le ahlaki hesaplaşmanın arkasında duracak yaygın bir aydın birikimine sahip olmamamız son derece doğaldır.
Bütün bunların düşük yoğunluklu bir örgütlülüğü yanına çeken bir aydın çıkışını davet ettiği açıktır. Davete icabet eden ilk kesim TKP’lilerle takviye edilmiş Türkiye İşçi Partililer’dir. Yarın ile Bilim ve Sanat dergileri özelliksiz ama önemsenmesi ve sahip çıkılması gereken denemelerdir ve kelimenin her anlamıyla düşük yoğunluklu bir örgütlenmeye yaslandıkları için “başarılı” olmuşlardır.
Örgütlü mücadelenin yoğunluğunu zaten darbeden önce azaltan Sosyalist İktidar çevresi tarafından hazırlanan benzer ama çok daha özgün bir çıkış ise çeşitli nedenlerle gerçekleşmedi. Ya da örgütlü mücadele ile örgütsüz bir aydın çıkışını birbirinden ayırarak fazlasıyla gerçekleşti!
Sosyalist İktidar’ın seyreltilmiş örgütsel varlığı ile o varlığı her geçen gün daha fazla örten Yalçın Küçük’ün yollarının ayrıldığı 1982 Martı’ndan sonra 12 Eylül yönetiminin canını fazlasıyla sıkan bir aydın zorlamasına tanık olduk. Bu zorlama tek başına Aydınlar Dilekçesi’ne indirgenemez. Zorlama hemen her karanlık dönemde olduğu gibi yaratıcı ve özgün bir düşünsel üretkenliğin ortaya çıkmasına da bağlıydı ve benim Türkiye solunun en ciddi sorunlarından birisi olarak gördüğüm bir zaafı bu üretkenliğin önünü açıyordu.
1981 sonrasında gerçekleşen aydın zorlamasında kimin ne kadar payı var tartışmasına asla girmek istemiyorum. Ancak Aziz Nesin’in Haluk Gerger’in ve başka isimlerin yanında 1960’lardan bugüne üretken aydın ile örgütlü mücadele arasındaki gerilimi en fazla yaşayan ya da yaşatan kişi olarak Yalçın Küçük’ün bu zorlamada özel bir yeri olduğundan hiç kuşku duyulmamalı.
Solun zaafı ise şudur: Türkiye solu en örgütlü ve toplumsallaşmış görüntü verdiği dönemlerde bile kendi aydını üzerinde asla otorite kuramamıştır. Burada sözünü ettiğim özel bir aydın kategorisidir ve bu kategorinin siyasallaşma düzeyi son derece yüksektir. Ne demek istediğimin daha iyi anlaşılması için tersinden bir okuma sanı-yorum yeterli olacaktır: Türkiye’nin solcu aydını asla örgütlenmeyi becerememiştir.
Örnek olarak Nazım Hikmet bir komünisttir ve partilidir. Üzerine taşıması güç siyasal yükler binmiştir. Bu yükler nedeniyle dağılmasını engelleyen sanatçı yanının güçlü olmasıdır. Çünkü ne her zaman onurla taşıdığı parti üyeliği onu tam olarak kapsayabilmiş ne de o şu veya bu nedenle kendisini bulan misyonları örgütleyebilmiştir.
Ancak Nazım örneği gerçekten özgündür ve konumuz açısından eksen kaydırıcı bir tartışmaya neden olması kaçınılmazdır. Peki ya Doktor Hikmet… Doğan Avcıoğlu… Veya Aziz Nesin… Bunlar tarihimizin birinci sınıf aydınlarıdır. Her birisinin siyaset ve örgütlü mücadeleyle farklı nicel ve nitel bağları olsa da ortak bir yanları vardır: Ürettikçe yalnızlaşmış kalıcı olmayan kendilerine mahkum çıkışlara imza atmışlardır.
Bu aydın kuşağının son örneği Yalçın Küçük’tür.
Türkiye solunun daha kolektif biçimler bulması bu biçimlerle birinci sınıf aydınları barıştırması zorunludur.
1982 yılında bunun mümkün olmaması son derece doğaldır.
Kendi tarihimize dönersek 1981 yılında geliştirdiği ve düşük yoğunluklu bir örgütlülüğe yaslanan Eylül Dergisi projesinin rafa kalkması ile birlikte Yalçın Küçük siyasal yaşamının en anlamlı ve üretken dönemine girmiştir. Burada tartışılan kesinlikle Yalçın Küçük değildir. Tartışılanda öznellik aranacaksa bu bizim kolektif tarihimizdir. Lakin asıl önemli olan Türkiye solunun “aydını sıradanlaştıran” aydının ise “solu örgütsüzleştiren” bir kadere sahip olmasıdır. Ne ilginçtir solun görkemli 60’lı yıllarında bile söz konusu sorun çözülememiştir.
Bir ara “ders” olarak söylenmesi gereken bellidir: İşçi sınıfı partileri düşünce üretim merkezleri ile örgütsel-siyasal yönetim merkezlerini mümkün olduğunca örtüştürmek durumundadır.
Tabii 1980’lerin başı bu türden hesaplar için pek uygun değildir. Türkiye’nin üzerindeki karanlık “çıkış”ı somut ve yalın bir “çıkış”ı dayatıyordu. Bu çıkışı örgütsel varoluş sorunuyla didişirken yapan ve hayatlarını ortaya koyan onurlu devrimciler sevgili ülkemizin sevgili insanlarının tarihsel bellek zayıflığı nedeniyle örgütlü bir işçi hareketinin yükselişine bayrak olacak bir miras yarattılar ama döneme imza atamadılar. Bu nedenle 12 Eylül’ün şefi Evren işkence tezgahında yüz küsur gün direnen gençlerden daha çok kapısına dayanarak “biz şu kadar aydın sizden hoşnut değiliz” diyerek dilekçe bırakanlara sinirlendi. Hırsından köpürdü ve en abuk sabuk konuşmalarını bu dilekçenin ardından yaptı.
Şaşacak bir şey yok. Cunta eşit olmayan güçler arasında sürmekte olan ve belki de tek taraflı bir savaş sırasında cephe gerisinde bir sürprizle karşılaşıyordu.
Kitaplar… Gençlere umut veren ufuk oluşturan özgün yapılanmalar paneller tartışmalar… Bütün bunların daha sonra sol siyasete yönelen ancak hâlâ ona damga vurmakta zorlanan bir kuşağa çok şey kattığı açıktır. Örgütsüzlük bu “düşünsel” ortamın insanları aslında son derece dar bir alana sıkıştırması ve inanç-bilgi ilişkisinde yaşanan karışıklıklar elbette acısı daha sonra çıkan olumsuzluklardır.
Ama her şeyin bir bedeli vardır.
Eğer belli bir tarihsel kesiti kendi içinde değerlendireceksek 1981 sonrasında örgütlü mücadelede ısrar edenlerin inatçı çabalarından çok daha fazla ürün vermiştir yukarıda anımsatmaya çalıştığım aydın zorlaması.
Örgütlülükle siyaset karşı karşıya!
Burada “bizim” tarihimizin özgün bir kırılma noktası var. Sosyalist İktidar yola çıktığı 1978-79 yıllarında “Yalçın Küçükçüler” olarak da adlandırıldı. Siyasi hareketlerin şahısların adıyla anılması ya da onlara bu tür yakıştırmalarda bulunulması sadece bu topraklara özgü değil. Ama her tarafta böyle şeyler oluyor diye devrimci mücadelenin ruhunu tehdit eden bu “uygulama”ya sahip çıkacak halimiz yok.
Siyasi hareketlerin kişi belirleniminden kurtularak başka karakteristiklerini öne çıkarmaları onların olgunlaşması ve gelişmesi ile ilgilidir. Sosyalist İktidar’ın bir grup sosyalistin Türkiye İşçi Partisi’nden ihracı ile başlayan serüveninin başlangıçta bir kişinin adına yazılmasına da böyle bakılabilir. Ancak bugün aynı adı taşıyan bir siyasi partinin ve Sosyalist İktidar kökenlilerin ağırlıkta olduğu başka siyasi çevrelerin varolduğu düşünüldüğünde “Yalçın Küçükçülük ne oldu” sorusuna olabildiğince açık bir yanıt verilmelidir.
Önce iki konu birbirinden ayrılmalıdır. 12 Eylül darbesini takip eden yıllarda 20’lerinde olup da marksizmle yeni tanışan veya siyasi kişilikleri oluşma aşamasında olanlar arasında Yalçın Küçük külliyatından olumlu anlamda etkilenmeyen pek az kişi olmuştur. Daha eski kuşaklardan bazı kişilerin bu duruma inanması ya da bunu anlaması güç olabilir ancak çok açık ki Yalçın Küçük kitapları arayış içerisindeki solcu gençle iletişim kurmuş onlara siyaseti sevdirmiş ve bütün bunları yaparken en fazla ihtiyaç duyulan şeyi umudu da hissettirmiştir.
Birinci konu budur ve söylenenler kesinlikle abartılı bulunmamalıdır.
İkinci konu ise siyaset ile örgütün daha önce adını verdiğim Eylül Dergisi projesi ile birlikte daha sonra yeniden buluşmak üzere yollarını ayırmış olduğudur. Eylül Dergisi projesi 12 Eylül faşizminin daha ilk döneminde öyle ya da böyle bir siyasal çıkış denemesidir. Ve yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi başka biçimlerde hayata geçirilmiştir. Projenin düşük yoğunluklu örgütlülük kısmı ise “örgütsüz siyaset istemediği” veya “örgütsüz siyasete cesaret edilmediği” için yolunu “siyaset”ten ayırmıştır.
İşin bu aşamasında kimse şu veya bu kişiyi örgütsüz siyaseti seçti diye eleştiremeyeceği gibi hiçbir çevre de örgütsel bir birikim yaratmak için belli bir süre dar anlamıyla siyasetten vazgeçtiği için sorgulanamaz. 1981-82’de Türkiye’de her ikisine ve başka şeylere de ihtiyaç vardı 5 .
Sosyalist İktidar aynı anda her iki süreci de uyumlu bir biçimde hayata geçirebilecek donanım ve birikime sahip değildi. Bu konuda gerçekçi davranılması son derece isabetli olmuştur.
1982-1989 yılları etkili ve tutarlı bir siyaset için gerekli örgütsel birikimin yaratılması için kullanılmıştır.
Çok mu uzun
Bir bakıma evet… Ancak Türkiye solunun mevcut insan kaynaklarındaki kuruma o ana kadar ana akım diye kabul edilen örgütlerde yaşanan çalkantılar ve daha da önemlisi solculuğun ülke toprağındaki ağırlığının dramatik bir biçimde azalmasının yarattığı etki hesaba katıldığında biraz daha anlayışlı olmak mümkündür.
Zaten işi zorlaştıran bir başka olgu daha vardır: Açıkça itiraf edilmese de solun elde bulunan örgütsel yapı ve kadrolarına ilişkin (topyekun bir reddiye söz konusu olmasa bile) ciddi kuşkularla hareket edilmiştir. Bunun anlamı yeni insan kaynaklarının yaratılmasıdır. Yeni insan kaynaklarına dayanarak son derece dikkat isteyen bir dönemde siyasi açılıma imza atmak eğer imkansız değilse oldukça güç bir iştir. Bunun yerine yoğurt üfleyerek yenmiştir.
Yoğurdun üflenerek yendiği her yerde gerilim vardır. Yeni insan kaynaklarının kendilerine yer açmak durumunda olduğu her deneyde bu gerilimin değişik mücadele kuşakları arasında çıkması doğaldır.
Sosyalist İktidar’ı Gelenek’e taşıyan süreçte bu ve benzer gerilimler yeni kadroların yetiştirilmesi ve belli bir örgütsel birikimin yaratılması görevine baskın çıkmamış ondan daha önemli olmamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi bu sürecin belki siyasetten uzak ama “siyasetle barışık” ve “siyaset üretebilecek” bir zemin arayışında olması bu anlamda Sosyalist İktidar’ın 1979-80 döneminin teorik birikiminden yararlanmakta hiç beis görmemesidir.
Gelenek dergisi sürecin belli bir birikime ulaştığı bir ana doğmuş veya aynı anlama gelmek üzere belli bir birikime ulaşıldığı anda gündeme girmiştir. Türkiye solunda eski aktörlerin “yeniyiz yeni” diye ortalığa dökülmeye başladığı ve ağzını açan ya da kalemini oynatan herkesin geçmişin özeleştirisini verdiği (ya da verir gibi yaptığı) bir sırada Gelenek adıyla bir dergi çıkarmak düpedüz cesaret işidir. Kendinde kadroların havayla temas etmesini sağlayan bu cesur adımda Metin Çulhaoğlu’nun özel bir katkısının olduğunu söylemek olup bitenleri kişiselleştirmek anlamına gelmez. Bu tür konularda rastlantılara pek yer yoktur. Burada özel katkıya işaret edilmesi yaratılan birikimin özelliklerinin daha kolay kavranabilmesi için tercih edilmiştir. Siyasette havayla temasın zorunluluk haline geldiği havasızlık öldürmeyip yavaş yavaş çürütmeye başladığı için havasız kalanlarca anlaşılmayabilir.
Gelenek zamanında hatta belli bir gecikmeyle çıkmıştır. Hem bu çıkışın altında kalmamış hem de örgütlü siyasete giden zahmetli yolu tıkamamıştır.
Gelenek bu anlamda kendi tarihinde değişik misyonlar üstlenen ve genel olarak “başarılı” sayılması gereken bir dergidir; başarısı bir dergiyle sınırlı kalmayıp siyasal ve örgütsel bir kültürü de ifade etmesindedir.
Bugün de yeni misyonlar üzerinden başarılı olmak zorundadır…
Gelenek ne yaptı
Gelenek’i salt bir yayın olarak değerlendirmek mümkün değil. Zaten bu yazı da bir “iç tarih denemesi” olmadığı için ille yayıncılık başlığının altını dolduracağız diye bir şey yok. Dolayısıyla “Gelenek ne yaptı” sorusunu yanıtlarken bir dergiden çok sözünü ettiğim kültürün üzerinde duracağım.
Bir dergi olarak Gelenek’in belli bir süre o kültürün amiral gemisi olduğu gerçeğini gizlemeden…
Gelenek her şeyden önce meydanı boş bırakmadı. Türkiye solunun ve dünya devrim sürecinin yaşadığı çalkantıya oynayan yeni solcu sivil toplumcu eğilimlerle hesaplaşmak konusunda oldukça inatçı hatta kindar bir yaklaşım sergiledi. Söz konusu eğilimlerin solda ve özellikle gençler arasında kalıcı mevziler elde etmemesi için sürdürülen mücadele Gelenek’i de şekillendirdi ve zenginleştirdi.
En az bunun kadar önemli olan bir diğer katkısı ise Gelenek’in yeni solun karşısına diktiği geleneksel solun içindeki mücadelede oldukça dikkatli ve sonuç alıcı davranmasıdır. Leninizme ve dünya komünist hareketinin mirasına dönük yeni soldan gelen saldırılar daha savunmacı bir yaklaşıma pekala neden olabilir ve Gelenek geleneksel solun zaaflarını içselleştirebilirdi. Böyle olmadı çünkü geleneksel solun anlı-şanlı yapıları örgütsel anlamda bir oto-likidasyon süreci yaşarken ideolojik olarak yeni solculardan aşağı kalmayan bir liberal çizgiye savruluyorlardı.
Dolayısıyla Gelenek “biz geleneksel solcuyuz” derken aslında geleneksel solun sözcülüğünü de kapmaya onun haritasını baştan aşağıya değiştirmeye çalışıyordu. Daha sonra geleneksel sol-yeni sol ayrımının geriye çekilip devrimci-reformist ayrımı üzerinde durulması biraz da bu nedenledir: Geleneksel sol kendi değerlerini bu kavramı ortaya atan oluşuma devrederek kendi olmaktan çıkmıştır!
Buraya kadar söylenenler sol içinde tutulan yerle ilgilidir. 1982’de başlayan süreç açısından bakıldığında Gelenek’in bu süreci Türkiye soluyla temas halinde ama aynı zamanda ondan koruyarak devam ettirmede ciddi biçimde başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Temas çok önemliydi çünkü Türkiye solunda kendi değerlerini kusan her hareketten Gelenek’in arayışına kaynak ve enerji aktarılıyordu. Koruma çok önemliydi çünkü Türkiye solu sürekli hastalık yayıyordu.
Gelenek’in bu hastalıklardan muaf olduğunu söylemek saçmadır. Söylenen bu hastalıkların belirleniminden uzak durulduğudur. Merkeziyetçilik bu açıdan son derece işlevli olmuştur.
Koruma faktörü: Merkeziyetçilik
Hareketimizin merkeziyetçiliğe nasıl bir siyasal anlam yüklediği açıktır. Merkeziyetçilik işçi sınıfının öncü partisinin verili nesnelliğe müdahalesinin en belirgin karakteristiğidir. Partinin merkeziyetçi yapısının temelinde bu müdahale yatar örgütün merkeziyetçiliği de bunun bir uzantısı olarak şekillenir.
Bu nedenle merkeziyetçilik SİP’in geleneğinde hiçbir zaman bir modele indirgenmedi siyasetin ihtiyaçlarının belirlediği dinamik bir özellik olarak algılandı. Merkeziyetçiliğe dönük olarak bu siyasal yaklaşımın terkedilmesi için de herhangi bir neden bulunmuyor.
Ancak burada 1982 sonrasında merkeziyetçi bir örgütsel kültürü besleyen bir başka olgudan daha söz etmek zorundayız.
Okumakta olduğunuz yazı Sosyalist İktidar Partisi’nin bugün geldiği yerin dostça ve dürüst bir biçimde belirlenmesine yardımcı olmayı hedeflemektedir. Bu yeri tarif edebilmek için hareketin uzunca bir süre kendisine bir yer açabilmek için sürdürdüğü mücadeleye özel bir yer vermek gerekir.
Bu mücadelede Gelenek-Sosyalist İktidar Partisi hattının geride bırakılan süreden bağımsız olarak hep “yeni” bir unsur olarak kalmış olmasına dikkat edilmelidir. Bunun nedeni bu hattın soldan kendisine yapılan müdahale telkin veya kuşatma girişimlerinden oldukça az etkilenmesi ve 1978 1982 ve 1986’da dürüstçe “biz marjinal solun marjinal hareketiyiz” derkenki özgünlüğünü sol içinde marjinal olmaktan çıktıktan sonra da sürdürebilmesidir. Gelenek Türkiye solunun geçmişten gelen deneyimli kadrolarından hep beslenmiş hatta bu açıdan hem gençlerin hem de delikanlı eski tüfeklerin hareketi olmuş ama hiçbir zaman genel olarak solun bir parçası olarak kabul görmemiştir.
Bunda soldaki eski yapıların tecrit girişimlerinden daha çok hareketin kendisini “sol”dan koruma kaygıları etkili olmuştur. Merkeziyetçi kültürü bu kaygının da beslediği son derece açıktır. Gelenek-Sosyalist İktidar Partisi geleneği solda kendi dışındaki unsurlara yaklaşımında alanlara değil noktalara gözünü dikmiş bunu yaparken gündem ve araçlarını belirleme konusunda asla paylaşımcı olmamıştır.
Bu konu yazının bundan sonraki kısmında çokça tartışılacaktır ancak bilinmelidir ki “yeni” olmaya mahkum bir hareketin başka çaresi yoktur. Üstelik bilinmesi gereken bir başka şey daha vardır: Bu hareket kendisine duyulan ihtiyacı kendisinin yarattığı inancındadır! İnancın bundan 14 yıl kadar önce yazarın kendisi tarafından açıklaması şöyle yapılmıştır:
“… sözünü etmeye çalıştığım ve bizi ilgilendiren boşluklar doldurulma sürecinde yaratılabilecek türdendir. Yani nesnelliğin öznel zorlamalar ile takviye edildiği özgün boşluklardır. Bu anlamda doldurulmayan (ve yaratılmayan) boşluklar boşluk olmaktan çıkabileceklerdir. Belli bir kesitte var olan gedikler zamanla kapitalist sistem tarafından örülecektir.” 6 [HEKİMOĞLU Cemal]
Ortada teorik bir tartışma yok. Sosyalist İktidar Partisi bu toprakların sosyalizme duyduğu ihtiyaç ve bu ihtiyacın mutlaka giderileceğine duyulan güvenle kurulmasına rağmen kendisini ısrarla davet eden bir nesnelliğe doğmadığının bilincinde olmuştur. Daha açık bir biçimde söylemek gerekirse Sosyalist İktidar Partisi yokluğu kısa erimde hissedilecek bir oluşum değildi…
Gelenek bu bilinçle hareket etti kendisini sakındı ve hem güvenle hem de ürkerek yol aldı.
Bugün ise Sosyalist İktidar Partisi ortadan kalktığında geride ciddi bir boşluk bırakacaktır. Sosyalist İktidar Partisi’nin gündeminde geride boşluk bırakmak değil ortaya çıkan yeni ve reel boşlukları doldurmak vardır.
Bu anlamda merkeziyetçiliğin siyasal rasyonaline kıskançlıkla sahip çıkılırken onun özgün korumacı yönünde ciddi dönüşümlerin gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Çünkü artık solun SİP’e zarar vermesi mümkün değilken SİP’in geleneksel koruma duvarlarının onun toplumsallaşma perspektifine ket vurması olasıdır. Parti kendisine zarar vermeden kendisini vareden değerleri yeniden üreterek spazmlarla büyümek yerine alanlara doğru büyümeye başlayacaktır.
Ancak bu başlıkta üzerinde durulması gereken şeyler henüz tükenmiş değildir. 1982’den partili kimliğin gündeme geldiği 1992 yılına kadar geçen on yıllık süre boyunca Gelenek’in Türkiye solundaki diğer unsurlarla ilgili beklentileri sürekli olarak değişmiş daha gerçek bir ifadeyle daralmıştır.
Sözü edilen daralmayı gerekçelendirebilmek için Gelenek’in misyon tanımlamasındaki değişime daha yakından bakmak gerekmektedir.
Her siyasi oluşum gibi hareketimiz de solun görevlerini tarif ederken iki ayrı düzlemde muhasebe yapmıştır. Bunlardan birincisi Türkiye nesnelliği ile solun öznelliği arasındaki ilişki ya da mesafedir. Bizim açımızdan örgüt ile partiyi ayıran en önemli fark buradaydı; parti böyle bir mesafeyi peşinen kabul edemezdi sürekli olarak bu mesafeyi kapatmaya dönük siyasi arayışlar içine girerdi. Örgüt ise bu mesafeyi veri alarak kendisini yeniden ve yeniden kuran bir oluşumdu…
Örgüt ve parti uğrakları arasındaki bu ayrıma rağmen mücadelenin örgütsel düzleminde hangi uğrakta bulunulduğundan bağımsız olarak nesnellikle öznellik arasındaki dengenin resmedilmesi son derece kritik bir önem taşımaktadır.
Diğer düzlem ise nesnelliğin devrimci müdahalelerle dönüştürülmesi ve nesnellik üzerinde devrimci bir siyaset üretilmesi gibi karmaşık toplumsal dinamiklerin işlediği bir bütünde “öznel misyonlar”ın aktörlere nasıl dağılacağının öngörülmesiyle ilgilidir. Burada sol içine dönük siyaset ile sol adına siyaset üretmek arasında köklü bir ayrım olsa da genel olarak bir devrimci öznenin gelecek tahayyülünde başka devrimci öznelere yüklediği veya onlarla paylaştığı misyonların yer alması kaçınılmazdır. Bu açıdan bakıldığında Gelenek Dergisi’nin “Çıkarken” ortaya koyduğu hedef son derece açıktır:
“Gelenek’in kendisi için saptadığı amaç bir cümleyle şöyle özetlenebilir: Ülkenin bugünkü ortamı ve koşullarından hareketle geleneksel solun Türkiye’de yeni bir ruha canlılığa ve yaratıcılığa kavuşabilmesine katkıda bulunmak…” 7 [GELENEK]
Bir bütünün silkiniş için gereksinim duyduğu bir enerjiyi ona kazandırmak o silkinişin parçası olmak…
Gelenek yola çıktığında “sen de kimsin” sorusuyla karşılaştı. Bir bütünün silkinişine katkıda bulunmasına dahi izin yoktu!
Oysa o hep kuşku duyduğu kendisini koruduğu soldaki başka enerjileri aradı durdu. Her defasında misyonu yeniden ve yeniden pay etti kendi üzerine daha fazla yük aldı. Gelenek’in üzerine yük aldıkça kendi iç eşitsizliklerinin baskısını daha fazla hissetmesi ve bu baskının yarattığı “iç gerilim”lerle karşılaşması anlaşılır bir durumdur.
Gerekirse…
Leninizm diyen her siyasi çevre kendi oluşumunun hangi aşamasında olursa olsun örgütsel bir hedef olarak “işçi sınıfının öncü partisi”ni gözler ve özler. Bizim için de böyle olmuştur. 1982’den itibaren mesainin can alıcı hedefi işçi sınıfının öncü partisinin yaratılmasıdır. İnanç odur ki bu partinin merkez öğelerinden birisi olunacaktır.
Yola böyle devam edilmiştir.
1989 Türkiye’de “örgüt” belirlenimli öznel ve içe kapanık solculuğun tehlikeli çürütücü hale geldiği bir yıldır. Zaten son derece özgün bir gelişim gösteren Kürt dinamiğinin sarsıcı etkilerine açık hale gelen sol bu kez işçi sınıfının “ben buradayım” mesajı ile karşı karşıya kalıyor ve kendi kabuğunu çatlatmak için arayışa giriyordu.
Bu arayışın çeşitli ürünleri oldu. Birbiri ardına yeni marksist dergiler ortaya çıkarken bu dergilerin teori-siyaset dengesini yeniden kurmaya başladıklarına da tanık olunuyordu. Ama asıl tartışma ve hazırlıklar “yasal parti” ekseninde sürdü. Kimse bu boşluğu tek başına doldurmaya aday olmadığı için Türkiye solunun değişik kesimlerinin birbirine en çok sokulduğu birbirini en fazla tanıyıp birbirini en fazla dinlediği bir döneme girilmişti.
Gelenek bu tartışma ya da hazırlıklara katılmaya karar verdiğinde hedefini belirginleştirmişti: Türkiye solunda bozulan geleneksel sol-yeni sol ikiliğinin yerine devrimci-reformist ayrışmasını getirecek bir ortamın yaratılmasını sağlayacak solun kabuğunu çatlatmasına ve yeni toplumsal kesimlere açılmasına yardımcı olacak ve zaman içerisinde işçi sınıfının öncü partisinin oluşumuna yol verecek bir “sol parti”.
Bu partinin bileşenler açısından özellikle zengin olmasının arzu edilmesinin arkasında solun mümkün olan en geniş kesimlerini kapsayan bir iç içelikten örgütlülük açısından kendisine fazlasıyla güvenen bir oluşumun yararlanacağına duyulan inanç yatıyordu. Başka bir ifadeyle Gelenek kendi örgütsel varlığını “su geçirmez” hale getirirken (biraz da bu nedenle) sol parti projesine kendisinden beklenmeyecek ölçüde “geniş” bir anlam yüklemiş oluyordu.
Bu haliyle sol partinin Gelenek’in kendi çizgisi içerisinde bir yenilik olduğu açıktır. 1989’a kadar “yasal sol parti” projelerine teorik ve siyasal açıdan uzak duran bir hareketin teorik ve siyasal rezervlerini rafa kaldırmadan nesnel olan ile öznel olan arasındaki ilişkiyi yeniden tarif ettiğini görüyoruz.
Gelenek birleşik sol parti arayışının kendisini dayattığı bir sırada bu rezervleri kendisine kalkan yapmak yerine onları cesur bir adım için kullanmayı seçerek 1986’dan sonraki ilk sınavından alnının akıyla çıkmış oluyordu:
“Günümüz Türkiyesi’nde ister radikal ister reformist solun tüm kesimlerinin aşmak zorunda oldukları bir toplumsal meşruiyet darboğazı vardır. Türkiye sosyalist hareketi düzende bir boşluk yaratmak bir hava deliği açmak zorundadır. Ayrı grupların bugüne dek kendi özel çabaları ile gerçekleştirdikleri kuşkusuz inkar edilemez. Ancak artık bu işi çok daha makro planda düşünmenin zamanı gelmiştir ve geçmektedir. Böyle bir hava deliğinin gereken boyutlarda açılmasının ise yasallık alanına ciddi bir güç tatbikinden başka yolu görünmemektedir. Kanımızca bu görevi bütünüyle küçümseyen radikal çizgiler kendi yollarında pek ileriye gidemeyecek en çok böbürlenenler de sonuçta ancak düştükleri kadar yer yakabileceklerdir. Özetle yasallık alanını büsbütün reformizmin tekeline terketmek devrimci kanat için elbette bir ölüm değil ama hiç de hakedilmemiş bir güdüklük fermanı anlamına gelebilecektir.” 8 [GELENEK]
Bu değerlendirmeye bir ek daha yapılabilir. Gelenek partileşmenin bir süreç olduğundan hareketle “bu sürecin yaşadığı ön aşamalar geçişler ara yapılanmalar sürecin ana temasına bağlandıkları oranda meşrudur” 9 yaklaşımını sergilemeye başlamıştır. Sergilenen aynı zamanda 1982-89 arasındaki dönemin yani bir dar kadro örgütlenmesinin ille de kadük ve apolitik bir leninizm üretmek zorunda olmadığıdır.
Çok açık ki Gelenek sol parti tartışmalarına geriden katılmıştır. Ancak kısa bir süre sonra bu tartışmalara katılanlar içinde beklentisi en şekillenmiş oluşumun kendisi olduğunu şaşırarak farketmiştir. Bu sırada Kuruçeşme ya da BTDK sürecinde diğer bileşenlerin süreci zorlamak yerine pasif bir konumlanışı tercih etmelerinin arkasındaki nedenler de bir bir ortalığa dökülmeye başlamıştır. Katılımcıların yalnızca “yasal bir sol parti”yi anlamlandırma problemi yoktur onlar aynı zamanda böyle bir partiye enerji aktarabilecek konumda da değildirler!
Sosyalist Parti’nin ardından bu kez geleneksel solun reformist kesimlerinin önayak olduğu Sosyalist Birlik Partisi projesi ile birlikte zamanın daha fazla sıkıştırmaya başladığı açıktı. Gelenek kimsenin kendisine yakıştırmadığı ölçüde “birleşik bir parti”yi zorladıktan sonra sürmekte olan tartışmaları ölüme terk ederek sol bir partiyi daha dar bir alanın içine yerleştirmeyi denedi: 1991 yılına gelindiğinde reformistlerden yeni solun radikal kesimlerine varıncaya kadar oldukça “zengin” bir bileşime sahip olması tasarlanan “sol parti” fikrinden geriye bir şey kalmamış leninizmde ısrar edenlere daralan bir model gündeme gelmişti.
Leninistlerin leninist olmayan bir parti kurmaya çalışmasında bir çelişki varsa bu çelişki yukarıda tarif etmeye çalıştığım ihtiyacı karşılayacak bir araç ile bu aracı yaratmaya çalışanların kapladığı alanın sınırlılığında aranmalıdır. Bu sınırlılığı herkes kendi cephesinden farketmiş (Gelenek 10 Eylül ve Emek çevreleri kastedilmektedir) ve kendisine göre gerekçelerle projeyi terketmiştir. Gelenek’in projede tek başına kalmasının nedeni leninistlerle leninist olmayan bir parti kurma fikrini çok sevmesi değil “parti” fikrinden vazgeçmemesidir.
Bu ısrar adım adım değişen bir projenin olgunlaşması olarak değerlendirilebileceği gibi 1989’da oluşturulan paradigmadan mutlak anlamda kopuş biçiminde de algılanabilir. 1993 yılında Sosyalist İktidar Partisi’nde yaşanan iç gerilim ve ardından BSP-ÖDP tercihini yapan Sosyalist Politika kopuşunun yaşanmasının en önemli nedeni 1991 ortalarında girilen yeni sürecin anlamlandırılmasında ortaya çıkan farklılıklardır. Gelenek zaman sıkışıklığını o denli hissetmiştir ki bu farklılıkları değerlendirecek aşacak ya da daha da belirginleştirecek bir değerlendirme süreci bile yaşayamamıştır. Çünkü çok belirgin ve kimsenin tereddüt etmediği bir ihtiyaç kendisini dayatmaktadır: Parti…
Burada çok açık biçimde alternatifler üzerinde durulabilir. Alternatiflerden birisi 1989-91 arasında yaşanan tartışmalara geri dönmek anlamında değil ama buradaki aktörleri etkilemeye zorlamaya devam etmek anlamında zamanı daha geniş kullanan bir modeli denemekti. Bir diğer alternatif ise Sosyalist Birlik Partisi’ne bu partide belli bir yer tutan ve her zaman Gelenek’e dost olan sol kanatla işbirliği halinde katılmaktı.
“Her iki alternatiften de bir şey çıkmazdı” demek anlamsızdır. Gelenek’in katıldığı bir SBP’nin BSP ve ÖDP’ye giden yolculuğunda ciddi engeller oluşacağı solun haritasının bugünkünden değişik şekilleneceği pekala söylenebilir ve söylenenler hiç de fantezi olmaz.
Ancak bu koşullarda solun haritasında bugünkünden farklı olacak bir başka şey Sosyalist İktidar Partisi’nin yokluğudur!
Gelenek doğrusunu yapmıştır.
Gelenek’in doğru bir yola hazırlıksız girdiği de doğrudur.
Gelenek girilmesi gereken yola hazırlıksız girmenin bedelini fazlasıyla ödemiş kendi eşitsizliklerini her zaman kontrol altına alamamış keskin virajlara süratle girmiş; ama bütün bunları yaşarken yanlışlanmamış üstelik ödediği bedelden çok daha fazla enerji yaratmıştır.
Sosyalist İktidar Partisi “parti” gerektiğinde “gerekiyorsa kurarız” diyen bir iradenin ürünüdür. Bu gerekirliğin saptanması “öznel bir boşluk tarifi”nin son ve en kritik örneği olmuştur.
Bu örneğin hayata geçişinde bedel ödeyenlerden bazılarının Sosyalist İktidar Partisi’nin dışında bulunmaları tarihsel açıdan geçici bir arıza olarak görülmelidir.
Partileşme sürecinde yeni evreler
Sosyalist İktidar Partisi “bir sol parti”den “leninist öncü parti”ye dönüşme sürecinin sancılarını daha kuruluş öncesinde yaşamaya başlamıştır. Sancı her iki biçim arasındaki mesafe katedilirken kapsayıcılık işleyiş tarz vb. başlıklardaki değişimin kendi haline bırakılmasından kaynaklanmıştır. Gerek Türkiye nesnelliğinin gerekse Türkiye solunun o ana kadarki yasal parti deneylerinin ortaya çıkardığı kısıtlar da hesaba katıldığında bu sancıların şiddeti kolayca öngörülebilir. Bütün bu sürecin belki en sancısız ve tutarlı kısmı ise “programı”dır. Çünkü Gelenek başından itibaren partinin (en geniş sol kesimleri kucaklasa da) mümkün olan en “ileri” programa sahip olması konusunda kesin bir kararlılık göstermiştir. Dolayısıyla başka öznelerle program konusunda girişilecek pazarlıklarda oldukça düşük bir esneme katsayısı ile hareket etme eğiliminde olan bir siyasi hareketin tek başına parti kurma görevi ile karşı karşıya kaldığında hiç tereddüt etmeden “sosyalizm programı”nın hazırlığına soyunması doğal görülmelidir.
Ancak program sözünü ettiğimiz sürecin sancılarını bütünüyle ortadan kaldırmadı. Sosyalist İktidar Partisi tek ve iyi örgütlenmiş bir siyasal öznenin yola çıkardığı bir parti olarak iki-üç yıl öncesindeki parti fikrinden oldukça uzak başka bir boşluğu doldurmaya yöneldi. Leninist ve “öncü parti” düşüncesini ha-yata geçirmeyi hedefleyen bir oluşumun da Türkiye solundaki kabuk çatlatma ve toplumsallaşma hedeflerini realize edebileceği iddiası 1993’te kendisini hissettirmeye başlayan düzenin kriziyle birlikte özel bir anlam taşıyordu.
Sosyalist İktidar Partisi “geniş sol parti” fikrini BSP-ÖDP deneyinde yeniden zorlamak isteyenlerle yolların ayrılmasından sonra Türkiye’de o ana kadarki bütün yasal parti pratiklerinin ötesine geçen bir çizgi üzerinde hareket etmeye başladı. Bu hem “sol parti” fikrinin bütün uzantılarının terkedilmesi anlamına geldi hem de partinin elindeki olanakları yükselmekte olan krizin hassas noktalarına yaklaştırması sonucunu doğurdu. Bu noktalardan ikisi diğerlerine göre özellikle öne çıkıyordu: Kürt dinamiği ve mahalle dinamiği…
Sosyalist İktidar Partisi kriz döneminde devrimci öznenin geri alınamayacak kazanımlar elde edebilmesi için bu dinamiklere yoğunlaşma görevinden kaçamayacağından hareketle siyasal gündemini mahalle ve Kürt dinamikleri ile karşılıklı etkileşimi kolaylaştıracak şekilde yeniden şekillendirdi. Söz konusu dinamiklerin 1994 yılında bu etkileşime “açık” hale gelmesi Sosyalist İktidar Partisi’nin şansıydı. Devrimci demokrasinin bazı kesimleri mahalle dinamiğinin radikalleşmesine siyasal bir içerik katmak için çaba göstermekte Kürt hareketi ise DEP üzerinden sola açık ve bazı kendisine ait alışkanlıkları olumlu yönde zorlayan denemeler yapmaktaydı.
Tabloyu tamamlayan işçi sınıfı hareketinde ortaya çıkan baskın bir eğilim oldu. Sosyalist İktidar Partisi 1994 yılında kadro bileşimi çevre ilişkiler ve mücadele tarzı anlamında oldukça yoğun bir yenilenme içerisine girerken Türkiye işçi sınıfı hareketinde de eksen krizin ruhuna uygun bir biçimde işyeri direnişlerine (işyeri direnişleri birbirinden bağımsız lokal patlamalar halinde geliştiği sürece mahalle dinamiğinin belirlenimi altına giriyordu) doğru kaymaktaydı. Bütün bunların diğer bir anlamı da şuydu: Kendi içine kapanmak istemeyen buna hakkı olmadığını düşünen bir siyasi hareket “mahalle”yi önemsemek buradaki canlılığı kalıcı mevzilere dönüştürmek zorundaydı.
1994 yılında SİP bu başlıkta yapabileceklerinden daha fazlasını yaptı. Bir sonraki yılın Mart ayında Gazi Mahallesi’nde patlayan olaylar SİP’in vurgularının keyfi olmadığını gösteriyordu. Ancak aynı olaylar mahalle dinamiği ile Kürt dinamiğinin beklendiği kadar örtüşmediğini varoşların kent merkezleri üzerindeki etkisinin sanıldığından da sınırlı olduğunu devrimci demokrasinin “kitle”yle temasının ille de onun siyasallaşması anlamına gelmediğini ve en önemlisi düzenin mahalleleri kontrol etme açısından inisiyatif almakta gecikmeyeceğini gösterdi.
Dönemin temel toplumsal dinamiklerine ilişkin bir değerlendirmeyi Aydemir Son Kriz’de yaptığı için çok uzatmak istemiyorum 10 . Burada yapılması gereken kritik ek 1995 Martı’nda başlayan nesnel gelişmeler ile Sosyalist İktidar Partisi’nin kendisine ilişkin “durum saptaması”nın büyük ölçüde çakıştığının vurgulanmasıdır.
Sosyalist İktidar Partisi 1995 Martı’ndan sonra hiç de kendisine saklamadığı ve yayınlarına da yansıttığı biçimde “komünist ve kentli kültür”e vurgu yaparken yalnızca siyasal değil örgütsel bir dönüşümün de peşindeydi. Ancak bu dönüşümün lokomotifi örgütü de aynı hızla çekecek bu anlamda onu hep önceleyecek etkili siyasi açılımlardı. Siyasetle örgüt arasındaki uyum birinin ötekini kendisine bağımlı kılma gücü harekete geçirilerek sağlanacaktı.
Siyasetin dönüştürücü gücüne dair gereğinden fazla iyimser bir yaklaşım içerisine girildiğini kabul etsek bile 1995’le birlikte Türkiye solunun önünde açılmakta olan yeni ve son derece kritik siyasi olanakları başka türlü değerlendirmenin mümkün olmadığını teslim etmek durumundayız.
1994 yılının sonlarında Türkiye’de krizin siyasal alana iki başlık; devlet içi bozulma ve dinci gericiliğin yükselişi üzerinden taşınacağını öngören bir siyasal hareket her iki başlığa ilişkin neden erken ve daha etkili araçlar üretmediği için sorgulanabilir. Buna verilecek bir dizi yanıt vardır ve aslında yukarıda anlatılanlar yeterli miktarda ipucu sunmaktadır. Daha ötesine geçecek bir “yanıt” SİP’in iç değerlendirme süreçlerinin konusudur ve bu yazının kapsamını fazlasıyla zorlamaktadır.
Yazının kapsamı dahilinde söylenmek istenen son derece açıktır: Sosyalist İktidar Partisi kendi teorik kurgusuna ve siyasal öngörülerine neredeyse bütünüyle denk düşen “restorasyon” sürecine 1989-1993 arasında tam olarak çözemediği bu nedenle sonrasında enerji biriktirmeye devam eden gerilimler nedeniyle hantal girmiştir. Gerilimin tanımlanamamış olması ve farklı farklı yönlere doğru işlemesi hantallığı artırmıştır.
Ancak ne olursa olsun siyasetin örgütü de sürükleyeceğine ilişkin bir beklenti yarattığı gereksiz iyimserliğe rağmen alternatifi olmayan bir model olarak görülmelidir. Sosyalist İktidar Partisi’nin 1993-94 yıllarının ardından girdiği yönelimin hem eldeki örgütsel kazanımlara hem de yeni kaynaklara ihtiyaç duyduğu açıktır ve siyasette “eldeki” ile “yeni” arasında belli bir açının ortaya çıkması en azından şaşırtıcı değildir.
1995 yılında bu açıyı kapatan ya da kapattığı izlenimi uyandıran gelişme Emek Barış Özgürlük Bloku’dur. Kürt dinamiği ile sol arasında o ana kadar ortaya çıkan en siyasi ve gelişkin ilişki modeli olan Blok tek tek bileşenlerine kattığı (ve katabilecekleri) açısından da son derece anlamlı bir projeydi. Projenin toplumsal değerini defalarca irdeledik tıkanmasının öznel ve nesnel nedenleri üzerinde durduk. Sosyalist İktidar Partisi açısından bu dönemin son derece verimli geçtiğini ise hiç gizlemedik. Kastettiğim; partinin bu dönemden elde ettiği siyasal prestij yeni ilişki ve kadrolar filan değildir. Tam tersine eğer dar anlamıyla “kazanç”tan söz edilecekse Sosyalist İktidar Partisi’nin Emek Barış Özgürlük Bloku’na yaklaşımında “karşılık beklemeksizin davranmak” belirleyici olmuştur.
Verimlilik Sosyalist İktidar Partisi’nin kısa sürede bir siyasal parti olarak davranabilme yeteneğini fazlasıyla artırmasında kendisini göstermiştir. Parti işçi sınıfına dönük çalışmalarında tepkisel bir evreyi daha sonuç alıcı ve siyasal açılımlarıyla bağlantılı bir döneme taşımış aydın bağlarını güçlendirmiş öğrenci hareketini dernekçilik ve küçük burjuva radikalizminden çıkartan köklü bir müdahale gerçekleştirmiştir. Biz bu süreci o zaman siyasallaşma olarak adlandırdık ve bugün bu adlandırmanın içeriği fazlasıyla ele verdiğini düşünüyoruz.
Sosyalist İktidar Partisi’nin kendisi için yarattığı boşluğu “nesnel” hale getirmesi açısından 1996 son derece önemli bir yıl olmuştur. İçerden bir ifadeyle yaşanan bu dönüşüm 1 Mayıs 1996’da Taksim Meydanı’nda kutlanmıştır. Aynı 1996’da işçi sınıfı hareketi ve Kürt dinamiği açısından kısa sürede telafi edilemeyecek geriye düşüşlerin yaşanmış olması son derece büyük bir talihsizliktir.
Yukarıda özetlenen siyasallaşma örgütle siyaset arasındaki gerilimi elbette ortadan kaldırmadı. Üstelik 1996 sonunda Türkiye’de su yüzüne çıkan (ama asla bir sürpriz olmayan) siyasal gelişmeler bu gerilimi daha da artırdı.
Gelişmelerin görünürdeki tetikleyicisi Susurluk kazasıydı ve Sosyalist İktidar Partisi’nin teorik olarak bu kazayı beklediği açıktı. 1994 yılından itibaren krizin “devlet örgütlenmesinde derin bozulmalar yarattığı”nı ve “bir karşı-devrim olmaksızın bu denli karşı-devrimci yığınakla barış içerisinde yaşanamayacağı”nı vurgulayan Sosyalist İktidar Partisi’nin soldaki başka öznelerle karşılaştırıldığında değil de kendi hedefleri açısından gelişmeler karşısında ağır kalması örgüt ile siyaset arasındaki mesafenin daha fazla açılması türünden bir kısır döngü yaratmış oldu. Çünkü partinin asla içe kapanamayacağı bir dönemden geçilmekteydi ve enerji bir kez daha örgüte değil siyasete aktarıldı.
Restorasyon sürecinin bir diğer başlığı olan “dinci gericilik”in yine bir kriz dinamiği olarak ağırlığını hissettirmesi bu aktarım işlemini kolaylaştırdı. Sosyalist İktidar Partisi bu başlıkla birlikte hantallıktan kurtulmaya ve kendi tarihinde ilk kez leninizme değil de somut siyasi açılımlara örgütlenen unsurlarla buluşmaya başladı. Söz konusu buluşmaya konu olan toplumsal damarlar daha geniş ve dinamik olsaydı Sosyalist İktidar Partisi örgüt-siyaset gerilimini daha kolay aşabilirdi. Ancak Türkiye nesnelliği ve solun bu nesnellikle temas noktalarının zayıflığı SİP’i ölçek söz konusu olduğunda “iki arada bir derede” bıraktı.
Bu tür bir belirsizliğin uzun sürmesi olanaksızdır. Daha açık konuşacak olursak Sosyalist İktidar Partisi kendisinden ciddi bir zaman çalan attığı adımları küçülten yaratılan değerli projeleri verimsiz kılan bu belirsizlik halini gereğinden uzun yaşadığı için 1999’da gerilim hattı üzerinde beklenen kırılmayı yaşamıştır. 1999 Nisanı’nda örgütsel gücünü aşan bir düzey ve ölçekte sosyalizmin sesi olma fırsatını elde ettiği Genel Seçimler bile bu gerilimin boşalmasını sağlayamamıştır.
Siyasette kırılma her zaman taraflar üzerinden olur. Gerilimin şiddeti artıkça taraflar birbirlerinden daha uzak öznellikler üretirler. 1999 yılında Sosyalist İktidar Partisi kaba bir tabirle kendisini siyaset kazığına bağlayarak sağlama aldığı için şoku kısa sürede atlatmış daha da önemlisi örgüt-siyaset gerilimini çözerek 1989 yılından itibaren biriken negatif enerjiyi boşaltmıştır.
“Sosyalizm mücadelesinin neresindeyiz” sorusunun yanıtı bu siyasal-örgütsel zeminde aranmaktadır.
Siyasallaşmaktan toplumsallaşmaya…
Yukarıdaki ara başlık elbette gülümsetici bir yan taşımaktadır. Çünkü azımsanamayacak bir süredir Sosyalist İktidar Partisi siyasallaşma ve toplumsallaşma hedeflerini dile getirmekte ve bu hedeflerin salınım halinde yeniden ve yeniden karşımıza çıkmasını özellikle istemektedir.
Hiç şaşırtıcı değil. Sosyalizmi istiyor onun için mücadele ediyorsanız solun dar bir alandan daha geniş bir yüzeye çıkması gerektiğini vurguluyorsanız elbette “siyaset” elbette “toplumsallık” diyeceksiniz. Burada gülümsetici olan Sosyalist İktidar Partisi’nin kendisine dönük değerlendirmelerinde son derece acımasız olmasıdır. SİP geride bıraktığı yolu allayıp pullamak yerine önündeki mesafeye vurgu yapan yani yaptıklarıyla değil yapmadıklarıyla ilgilenen bir partidir. Şu kadar yıllık şanlı geleneği tükete tükete sıfır noktasına ulaşan en olmadık gafların ardından ortalıkta gelin gibi salınan tek bir başarıya imza atmadan sağa sola ders vermeye kalkan çizdiği zigzaglarla kendisini ele güne rezil eden bir yılda seksen işe başlayıp tek bir tanesini sonuçlandırmayan ve daha da korkuncu hiçbir şey olmamış gibi davranan kişi ve kurumların çokluğu nedeniyle Sosyalist İktidar Partisi’nin bu “dürüst” yaklaşımı çoğu kez onun yanlış anlaşılmasına da neden olmaktadır.
Ancak biliyoruz ki Sosyalist İktidar Partililer ve partinin dostları bu durumdan memnun. Lakin bugünün asıl memnuniyet konusu Sosyalist İktidar Partisi’nin siyasallaşma başlığını tamamen geride bırakmış olmasıdır. Bu saptama yalnızca örgütsel bağlanma ile siyasal bağlanma arasında yakalanan uyumun değil aynı zamanda Sosyalist İktidar Partisi’nin -şimdilik sınırlı bir ölçekte de olsa- dışarıdan örgütsel değil siyasal bir kimlik üzerinden algılanmasının ürünüdür. Toplumsal bir kimlik bir parti için en az program kadar kritik önem taşımaktadır. Çünkü partinin temel siyasi belgesi olan “program” ne kadar geniş kesimlerce tartışılırsa tartışılsın son tahlilde öznel bir ürün olarak karara bağlanırken toplumsal bir kimliğin oluşumunda kendiliğindenliğin sanıldığından fazla rolü vardır.
Sosyalist İktidar Partisi toplumsal bir kimlik edinmeye tam da istediği noktadan ve istenilen içerikle başlamıştır.
Bugünün sorunu Sosyalist İktidar Partisi’ni ve bu kimliği gerçekçi bir tempoda toplumsallaştırmaktır.
Türkiye solu eşitlik-özgürlük mücadelesinin bu en heyecan verici kesitindedir. Sosyalist İktidar Partisi Türkiye solunda bu kesitten kalıcı mevziler ve bir sonraki devrimci hesaplaşma dönemi için gereken enerjiyi çıkartacak partidir.
1982 sonrasında ilk kez hareketimizin öznel dinamikleri ile Türkiye kapitalizminin sunduğu nesnellik birbiriyle uyumlu hale gelmiştir. Bugün örgütlü mücadeleye ilk adımını atan 40 yaşındaki bir emekçi ile 18 yaşındaki bir öğrenci başka şeylerden önce bu uyumu önemsedikleri için siyasetle örgüt arasındaki gerilim önemsizleşmekte parti kendisini yeni devrimci görevlere ve bu görevlerle birlikte toplumsallaşmaya gönül rahatlığıyla kilitleyebilmektedir.
2001 yılının bıktırıcı yaz sıcağında ülkenin komünist partisinin emekçilere aydınlara yurtseverlere sıcak bir çağrı çıkarmasının gerçek anlamı bu uyumda aranmalıdır.
Bu uyumdan neler çıkarılabileceği ise, gelecek ayki bir yazının konusudur…
Dipnotlar ve Kaynak
- ODMAN MESUT, “Devrim, Devrimci Durum, Sosyalist Devrim”, Sosyalist İktidar Dergisi, Kasım 1979, Sosyalist İktidar Yazıları içinde, Gelenek yay., 2000, s.91
- Emperyalist ülkelerin, Türkiye’yi öznel bir karar doğrultusundakrize soktukları, yani 12 Eylül’e sürükledikleri iddiası bütünüyle saçmadır.ABD’nin başını çektiği güçler, krize saplana ve kontrolden çıkan bir ülkeyi 12 Eylül’e taşımak için plan geliştirmişlerdir.Bu plan(lar) ne kadar kapsamlı olursa olsun, 12 Eylül öncesinde yaşananların nesnel yönünü ortadan kaldıramazlar.
- CANDEMİR Suphi, “Bir Daha Fenersiz Yakalanmamak İçin”, Sosyalist İktidar Dergisi, Mart 1980, Sosyalist İktidar Yazıları içinde, Gelenek yay., 2000, s.274. Suphi Candemir Metin Çulhaoğlu’nun o dönemki bazı yazılarında kullandığı isimdir. Çulhaoğlu bu önemli yazısını biraz da Fatih Çekirge’ye borçludur. Bir değerlendirme toplantısında bağıra çağıra “barikat edebiyatı” yapan Çekirge’ye sinirlenen Çulhaoğlu, yazısını toplantının hemen sonrasında kaleme almıştır.Fatih Çekirge’nin Türkiye sosyalist hareketine biricik katkısı budur!
- Sosyalist İktidar, “Solda Durum Saptaması”, Sosyalist İktidar Dergisi, Ekim 1979, Sosyalist İktidar Yazıları içinde, Gelenek yay., 2000, s.18
- Sosyalist İktidar çevresini önce Gelenek’e, sonra bugünün Sosyalist İktidar Partisi’ne taşıyan çizgi, bugünkü tarihle 19 yılı aşkın bir süredir, bir kişi olarak Yalçın Küçük’le siyasi ve örgütsel açıdan ayrıdır.19 yıl boyunca söz konusu çizginin gelişimi ve bugününde Yalçın Küçük’ün etki ve sorumluluğu neredeyse hiç yoktur. Bu konuyu son aylarda çok fazla soran olduğu için not düşmüyorum.
- HEKİMOĞLU Cemal, “Niçin Gelenek”, Gelenek, S.7, s.31
- GELENEK, “Çıkarken”, Gelenek, S.1, s.5
- GELENEK, “Sol Parti ve Solda Durum Saptaması”, Gelenek, S.25, s.21.
- HEKİMOĞLU Cemal, “Güncel Mesajlar”, Gelenek, S.25, s.40
- GÜLER Aydemir, Son Kriz, Gelenek Yayınları, 1999