Türkiye kapitalizmi bir süredir “treni kaçırma telaşıyla” emperyalist sistemle entegrasyon konusunda çok önemli adımlar atıyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye sermayesi, 1950’den sonra, özellikle ’54’te Yabancı Sermaye Yasası’nın Meclis’te kabul edilmesiyle beraber, yabancı sermayeyle bir nevi birleşme yoluna gitti. Özellikle planlamanın olduğu dönemde, 1962’den sonra ithal ikameci politikalar ile beraber dış ülkelerden “know-how” aldılar, sermaye aldılar. Uluslararası sermaye kendi ürünlerini Türkiye’ye sunmaya başladı. 60’lı 70’li yıllarda, bu tip sanayiye montaj sanayii diyorduk. Fakat montaj sanayii ortaya çıkmadan evvel de mesela bir ABD şirketi olan General Electric, Türkiye’de kendi ürünü olan ampulü üretmeye başladı. Onun ötesinde dünyanın en büyük gıda sanayii olan Hollandalı Unilever de Türkiye’de margarin diye bildiğimiz bitkisel yağ üretmeye başladı. Biri kahvaltılık Sana yağı, diğeri yemeklik Vita yağı.
Böylece 50’li yıllardan itibaren yabancı sermaye Türkiye sermayesiyle eklemleşti. 60’lı yıllardan sonra ise Türkiye’de dayanıklı tüketim malları üzerinde yabancı ortaklıklar karşımıza çıkıyor. Araba sanayiinde Koç-Fiat, Koç-Ford ortaklığı. Gerçi Koç-Ford ortaklığı çok eskidir, 20’li yıllardan itibaren başlayan 30’lu yıllarda gelişen bir ortaklıktır. O zaman İstanbul’da Tophane’de bir montaj hattı kurulmuştu, Ford arabaları parçalar halinde gelir o hatta birleştirilirdi. Koç’un aynı zamanda yabancı büro malzemesi sanayii ile de birlikteliği başlar. Daktilo, yazı şeridi, hesap makinesi vesaire.
Savaş yıllarında önemli olan nokta ise, Alman sermayesiyle de işbirliğine gidilmesidir. Bunların arasında, Kemal Derviş’in babasının Siemens’le ortaklığı ağır basar. Hatta bu müttefiklerin de pek hoşuna gitmemiştir.
Ama ’60’dan sonra Koç, Fiat’la beraber Murat arabaları, motoru Ford olan Anadol arabaları üretmeye başladı. Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK)-Renault işbirliği ile Renault Türkiye piyasasına girdi. 60’lı 70’li yıllarda dış araba işletmeleriyle olan işbirliğine, iş makineleri, traktör vesaireyi de ekleyebiliriz. Yalnız bunlar montaj sanayii idi, birçok parça doğrudan doğruya ithal ediliyordu. ’73-74 model Murat arabalarının motorlarının doğrudan doğruya İtalya’dan aynen geldiğini ve kullanıldığını görürsünüz. Ardından motorun büyük aksanı Türkiye’de yapılmaya başlandı, ama “know-how” her zaman yabancıya aitti. Gerek Renault, Koç, Tofaş, hatta Ford-Otosan, ilginç bir işbölümü mekanizmasını Türkiye’ye getirdiler. Birtakım parçaları teknik resimleriyle beraber KOBİ diye bildiğimiz 10-15 kişi çalıştıran daha küçük sanayideki işyerlerine ısmarladılar. Bugün Fiat fabrikalarını Torino’da gezdiğiniz zaman göreceğiniz firma içi işbölümü, burada firma dışı olmuştur. Bunun maliyeti azaltma, yani kârlılığı yükseltme açısından faydası vardır.
Bu arada Karamehmetler, Çukurova Grubu, Sabancılar da montaj sanayii işine girdiler. Karamehmetler büyük iş makinelerini, Tarsus çevresinde bir Japon firması işbirliğiyle üretmeye başladılar. Sabancı ise, Japonlarla araba, çimento ve yağ işine girdi. Marsa diye bildiğimiz büyük yağ tesislerini kurdu.
Böylece 70’lerin sonlarına kadar Türkiyeli sermaye ile yabancı sermaye içiçeydi. Fakat önemli bir özelliği üretimin tamamen içeride yapılmasıydı. O zaman “montaj sanayiine hayır” sloganlarıyla bu sanayiin kendi teknolojimizle temelden kurulması gerektiği kanısındaydık. Ama buna rağmen Planlama Teşkilatı’nın ithal ikameci politikaları bu sanayiyi getirdi.
70’lerin ortalarında, 80’li yıllarda Vietnam Savaşı’ndan sonra ABD öncülüğünde önemli bir değişiklik oldu. O zamana kadar hakim olan Keynezgil, politikalar kapitalist ülkelerdeki başat, dominant konumlarını 1929 Bunalımı’ndan sonra elde etmişlerdi.
Burada ’29 Bunalımı ve 2. Dünya Savaşı dönemine değinmek üzere bir parantez açalım.
29 Bunalımı’ndan çıkış tamamen Keynezgil modellerle gerçekleştirildi, mesela ABD Başkanı Roosvelt’in “New Deal”ı tamamen Keynezgil politikalara dayanır: Buhrandan çıkmak için talebi artıracaksın. Keynes basit bir dille şunu söylüyor: Kuyu kazdır, tekrar üstünü toprakla doldur, ama adama parasını ver, bu para tüketim olarak piyasada çoğaltan etkisi gösterir.
Keynezgil politikada sosyal taraf da vardır. Ancak refah ekonomisi, refah devleti kavramları Vietnam Savaşı’yla bırakıldı. Keynezgil politikaların kapitalizmi güçlendirmesini 2. Dünya Savaşı içinde görüyoruz. Tank, top, mermi vesaire talebinin artmasıyla tüketim artıyor.
Keynezgil politikalarda Sovyet Rusya’daki sosyalist düzenin de etkisi olabilir. Çünkü insan öğesi göz ardı edilmiyor, ama mühim olan nokta tüketimi artırmak. Bir nevi tüketim toplumu kavramı da bu politikalarla gündeme gelmişti. Yalnız, insanların normal olarak, ekmek, pirinç, yağ vesaire gibi sınırlı tüketim olanağı vardır. Asıl tüketimi artıran, 2. Dünya Savaşı öğretti ki, “savaş”tır. Yani insanın da tüketilmesidir.
ABD’nin bugünkü dev ekonomik yapıya erişmesi, 2. Dünya Savaşı’nda, daha savaşın başından itibaren İngiltere’yi desteklemesi, kira ve ödünç verme yasasını kabul etmesi ve savaşan taraflara başta İngiltere olmak üzere büyük çapta savaş malzemesini vermesiyle ilişkilidir. Tabii bu arada sanayiinin bütünü savaşa tahsis ediliyor.
Savaş bittikten sonraki çözümü de savaş sırasında buldular. Özellikle ABD’de işçi yevmiyeleri savaş sırasında yüzde elli oranında ödeniyordu, yüzde ellisi savaş sonrasında ödenmek üzere. İşçi tüketmiyordu, çünkü tüketim malı üretilmiyordu. Fakat savaş sonrasında, tabiatıyla, birçok fabrika tank, top üretmeye son verdi; önce radyo sonra televizyon devrimi oldu, yeni tarz konutlar yapıldı ve ’50’ye kadar bir problem çıkmadı.
İki programı savaştan sonra göz önünde tutmak lazım: Avrupa ülkelerinin yeniden kendilerini canlandırabilmesi için, gıda alanındaki UNRRA teşkilatı, tarımdaki istihdamın ve üretimin absorbe edilmesini sağladı. Türkiye’de savaş sonrasında bu UNRRA programlarından yararlandı. Asıl önemli program, savaş sonrası ABD Dışişleri Bakanı Marshall’ın yaptığı programdır. Dış ülkelere ödünç verme, yardım yönünden birtakım yatırım ve uzun vadeli tüketim malları sundu. Türkiye’nin mesela kara yollarının yapımı, tarıma traktörün gelişi. Savaş bittiği zaman 3 bin civarında traktör varken, ’52-53 yıllarında 40 bini çoktan aşmıştı. Bizim için “makine tarıma giriyor” diye övünç kaynağı oluyordu, halbuki ABD için pazar oluyordu.
Böylece bir süre idare ettiler, edemeyince de ekonomik çözüm olarak savaşı buldular; Kore savaşı çıktı. 1950’deki savaş ABD ekonomisinin ve Batı kapitalizminin daha rahat etmesini sağladı. 50’li yılların sonu 60’lı yılların başında, yeni bir bunalım başlarken -bu arada Soğuk Savaş da silahlanmak için çok ustalıkla kullanıldı- Vietnam Savaşı çıktı.
Türkiye’de ise, 1930’da başlayan ve devletin ağırlığını hissettirdiği dönem 1950 yılına kadar sürdü. Mali piyasaların sıkı şekilde kontrolü söz konusuydu; sermaye piyasası, döviz piyasası bulunmuyordu. Sermaye giriş-çıkışı kontrol altındaydı ve devletin iç borçlanması son derece sınırlıydı. Burada üzerinde durulması gereken nokta; Türkiye yola çıkarken tercihini kapitalizmden yana kullanmıştır ve devletçi uygulamaların hedefi sanayileşmenin anahtarı olarak görülen özel teşebbüsün sermaye birikimi için altyapısının hazırlanmasıdır. KİT’ler ve kamu bankaları aracılığı ile özel sektöre kaynak transferi sağlanması hiçbir zaman ihmal edilmemiştir.
Parantezi kapayarak devam edelim.
Dünyadaki genel görünüm buydu. Ne var ki, Vietnam Savaşı’ndaki büyük mağlubiyet nedeniyle, Keynezgil ekonomi politikalarının kuralları bir kenara bırakıldı. Chicago Okulu’nun damga vurduğu 1973’ten sonra, bilhassa petrol bunalımından sonra, yeni bir kavramla “Moneter Ekonomi” dediğimiz bir sürece girildi. Bugün bize akıl hocalığı yapan bazı televolecilerin “Stan” diye samimiyet belirttikleri Fischer, bu Chicago Okulu’nda asistanlık yapmış bir adamdır.
Petrol bunalımıyla beraber petro-dolar ve sıcak para kavramları ortaya çıktı. Bu bütün dünyada yüzer gezer bir paraydı ve bilhassa petrol üreten ülkelerde belli kişilerin elindeydi. Serseri mayın gibiydi; kimi, nasıl, nerede vuracağı belli değildi. Chicago Okulu’yla beraber Moneter ekonomiye geçiş dünyadaki bu serseri mayın ve finans-kapitalin kontrol edilmesi gereğini ortaya çıkardı.
Türkiye de şöyle bir sürece girdi: Gelir artırıcı önlemler göz ardı edilmeye başlandı. Sermaye girişini kolaylaştırmak amacıyla döviz rejimi gevşetildi. İthalat kısıtlamaları kaldırıldı. Türkiye ekonomisi dış açık verdikçe, açıkları kapatmak için borçlanma yoluna gitme şeklinde bir kısır döngü içine girdi.1978 yılında vadesi gelen borçların ödenememesi durumu ortaya çıkınca istikrar paketleri ve IMF anlaşması devreye girdi. Durgunluk, enflasyon baskısı iç ve dış dengeleri alt üst etmişken, döviz sıkışıklığı yaşanıyorken 1979 yılında ikinci petrol krizi gündeme geldi. Döviz darboğazını aşmak için ülkeye sermaye girişi başlamalıydı. Türkiye ekonomisinin serbestleşme sürecine girişi 24 Ocak 1980 kararlarıyla sağlandı ve askeri rejimin denetiminde uygulamaya kondu.
Böylece 80’li yıllarla beraber politika değişti, ancak Türkiye’de 24 Ocak Kararları ve Turgut Özal dönemiyle değişti. Burada mekanizma neydi? Üretim önemli değildi. İnsanların tüketiminin artması önemliydi, mal üreteceksiniz, piyasaya süreceksiniz, kazanacaksınız. Ama daha önemlisi paradan sağlanacak kazanç oldu.
Bugün bu süreci hızlandırma kaygısı ise şuradan kaynaklanıyor. Özal ile beraber Türkiye’de yeni birtakım şeyler ortaya çıktı. Mesela fonlar oluşturuldu Sayıştay denetiminden uzak fonlar. Aynı şekilde, 1989’da Türkiye konvertibiliteyi kabul etti, sonra da sermaye giriş-çıkışlarını serbestleştirdi. TL’nin konvertibilite kararı ile asıl hedeflenen küreselleşen sermayeye uyumdur.
Böyle bir emperyalist hegemonya içinde bağımsızlıktan söz edebilmek ise, artık mümkün değildir. Bir ülkenin bağımsızlığının göstergesi yasama organı, meclistir. Bugün Türkiye’de meclis, IMF yasalarının yangından mal kaçırır gibi çıkarıldığı bir aracı kurum konumuna düşürülmüştür. Koalisyon ortaklarının uyum içinde çalışarak desteklediği Kemal Derviş, ülkeyi tek adam rolünde, küreselleşen finans-kapital adına, yönetmektedir.
Avrupa Birliği’nin ise Türkiye’nin sermaye sınıfı açısından ciddiye alındığı kanısında değilim. Avrupa’yla belirli alanlarda işbirliği yapılıyor. Buna mukabil, ben Türk sermayesinin de ABD’li finans-kapital ile işbirliği kadar Avrupa ile işbirliğinden yana olduğu kanısında değilim. Diğer yandan Avrupa’dan mesela İsveç’ten gelen haberlere bakıldığında, İsveç ortak pazara girdikten sonra gerek sağlık, gerek eğitim sorunlarının nasıl arttığı yazılıyor. Bugün İsveç halkının AB’den memnun olduğu intibaını edinemeyiz. Çünkü kendine göre bir sosyal demokrasi geliştirmiş olan bir yerdi, ama şimdi bütün bunlardan uzaklaşıyor. Yani bu çelişkiler daha da büyüyecek. Özellikle Fransa ve Almanya’nın dominasyonu başı çekmeye devam ediyor. İngiltere’nin İtalya’nın ortak pazardan memnun olduğunu söylemek biraz yanlış olur. AB kendi sorunlarını çözemediği sürece, neticede Berlusconi gibi, birtakım sağın da ucunda olan adamlara muhtaç olur. İşte Avusturya, işte İtalya…
Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin girmesi konusunda, da AB’nin geleceği konusunda da bir beklentim yok.
Sermayenin kendini güvence altına alma doğrultusunda bir niyeti olabilir, ancak kendini zaten tahkim yasasıyla güvence altına almış. Bu kadar yaygara çıkması ise herkesin kendi çıkarı açısından AB’ye bakıyor olması, sokaktaki adam bile “AB’ye girsek de”, diyor, “kapağı o taraflara atsak”. Bu ütopya, bir masal… İşin masal tarafı haricinde zaten bizim sermayemiz uluslararası finansla işbirliği halinde, iç içe.
Şimdi Kopenhag kriterlerinin Hollanda’da, Almanya’da, Fransa’da nasıl uygulandığını kim test etti? Haydi anayasa falan her şey değişse, peki ekonomi ne olacak? Meclisin duvarında yazılıdır eskilerin deyimiyle “Hakimiyet, bilâ kayd-ı şart milletindir.” Ama ben sizlere şu kadarını söyleyeyim: Artık Türkiye’de egemenlik ulusun değildir, Türkiye’de egemenlik uluslararası sermayenindir. O istediği kanunu çıkartır, istediği kararı aldırır ve Türkiye’yi isterse savaşa sokar.
İçinden geçtiğimiz dönemde bir “kriz” saptaması herkesin dilinde… Siz krizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce egemen sınıfın kriz tarifinde ne gibi sorunlar var? Türkiye burjuvazisi krizi istismar ediyor gibi…
Bugünkü krizi 90’lı yıllara bağlamamak gereklidir. Türkiye’nin krizi ’74-75’ten itibaren başlayan, tamamen para manipülasyonlarına dayanan bir parasal ekonomi ile bugünkü durumuna gelmiştir. Turgut Özal ’65’ten sonra planlama müsteşarıydı, 12 Mart’tan sonra yurt dışına çıktı. Dünya Bankası’nda çalıştı, Akbank’ta Sabancılara müşavirlik yaptı. Önemli olan nokta ise, Kıbrıs Savaşı’ndan sonra Türkiye büyük ve ciddi bir parasal darboğaza, döviz darboğazına girdi. O zamanlar 1. Milliyetçi Cephe iktidardaydı. 1. MC’yle o günlerde hiç kimsenin gözüne önemli bir olay gibi çarpmayan ve hatta bazı iktisatçıların “aferin, ne güzel buldular bunu” diye methettikleri Dövize Çevrilebilir Mevduat kavramı ortaya çıktı: DÇM. Bu DÇM’ler aktı Türkiye’ye, çünkü bankalar yüksek faiz veriyordu. Dışarıdan, kara para sahiplerinin parası falan olarak, ama “sıcak para” olarak geliyordu. Fakat fazla kazanç sağlanamayınca bunlar geriye çekilmeye başlandı ve 1977’de bunalım başladı. Demirel seçimi kaybetti, ama Ecevit tek başına iktidar olamadı. ’78’de iktidar olduğunda ise tam manasıyla Türkiye’de bir dolar, döviz sorunu oluşmuştu. O zamanlar Merkez Bankası’nda bir dolar bile ithalata tahsis etmek mümkün değildi. Kotalar vardı, herkes dolar alıp satamazdı.
’78-79 yıllarında Türkiye’nin kıtlıklar yaşadığı yıllarda, -Sana yağı yok, Vita yağı yok- sermaye Ecevit hükümetini mahkum etti. 1979 yılının Mayıs ayında TÜSİAD hükümetin aleyhine, serbest piyasa ve liberal ekonomi adı altında liberal ekonomi, 24 Ocak Kararları’nı öneren tam sayfa ilanlar bastı gazetelerde. O sırada bunalımlı günlerde pek dikkati çekmeden, eskiden Doğu Han dediğimiz, mesela kaçak radyo, kaçak buzdolabı gibi eşyalar bulabileceğiniz bir yerin yanına, yeni bir kurum çıktı: Tahtakale.
Merkez Bankası’nda döviz yoktu, fakat siz istediğiniz zamanda, istediğiniz miktarda döviz bulabiliyordunuz ve bu dövizi Türkiye dışında istediğiniz bankaya transfer de edebiliyordunuz. Bu müthiş bir şeydir. O zaman Eskişehirli, dışarıyla entegre olmamış “ulusal” sermayedarlardan Mümtaz Zeytinoğlu, Hikmet Çetin’in de bulunduğu bir kokteylde, dönemin Başbakan yardımcısı olan Çetin’e açıkça şunu sordu: “Siz ne yapıyorsunuz Bana istediğin parayı ver, hemen yarın hangi yabancı ülkede istiyorsan, hangi bankada istiyorsan, ona transfer edeceğim.” Ve 1975-80 arasında Türkiye’de -ki o şartlar içerisinde çok önemliydi- tam15 milyar doları aşkın para dışarıya transfer oldu, kaçtı.
24 Ocak’la beraber Moneter ekonomi geldi; oturdu. IMF’nin programları Özal tarafından aynen uygulandı. Serbest ticaret geldi, yani kotalar kalktı. Türk Piyasasını Koruma Yasası tamamen rafa kaldırıldı. Hiç unutmuyorum, ’83 seçimlerinde Özal elinde kalem televizyonda “bir dolar cebinde taşıyan adam mahkum oluyor, bu ne demek?” diye soruyordu ve sonra da bugünlerin müjdesini veriyordu: “Köprüyü satmak”. Çok açık bir şekilde köprüyü satacağını söylüyordu. Muhalefeti oluşturan Halkçı Parti’nin Genel Başkanı Necdet Calp da elini masaya vurdu televizyonda, “sattırmam” dedi. Sonuç şu, evvela köprü hisse senetleri çıktı, köprü paralı oldu ve bugün artık, birçok şeyin satılabileceği ve bunun da hiç önemli olmadığı ortada. Tüm bunlar Özal’la beraber geldi.
Şimdi, bugünkü krizin başlangıç noktası 24 Ocak’tır ve 24 Ocak hiçbir zaman Türkiye ekonomisinin kurtuluşu değil, Türkiye ekonomisinin uluslararası finans-ka-pital karşısında ellerini havaya kaldırmasıdır.
Böylece Türkiye şöyle bir manzara sergiledi; DÇM’lerde ilkel örneğini gördüğümüz şeyi daha da geliştirdi. Dolar zaten sürekli değer kazanıyordu, devlet vergi toplamıyordu. Aslında toplayamıyor değil, bunun altını çiziyorum, toplamıyor ve toplamak istemiyordu. Çünkü toplamak istese Türkiye’nin bugünkü bunalımından en küçük bir şey kalmaz, hemen çıkış yolu bulunur. O zaman devlet çarkı nasıl dönecek? Vergi alamadığına göre borç alacak. Kimden? Dışarıdan ve içeriden.
Herkesin gözü üzerinde olan ve bir trilyon dolar olduğu söylenen, serseri mayın diye biraz evvel tabir ettiğim bütün dünyada dolaşan bir para yığını var. Bunların sahipleri de var. Bunlar spekülatörler büyük şirketler şunlar bunlar… Peki ne yapıyorlar, Yüksek faizle borç veriyorlar. Dolar Türkiye’ye bankalar aracılığıyla geldi yani bankalar bu parayı Türk parasına çevirerek hükümete borç verdiler, oradan yüksek faiz aldılar, yeniden dolara dönüştürdüler. Türkiye böyle bir nevi emme-basma tulumba baskısı altında kaldı. Dışarıdan geliyor, vurgunu vuruyor ve çıkıyor.
Bu Türkiye’ye tatlı geldi ilk önce. İSO’nun 500 şirketle yaptığı çalışmalarda görüyoruz ki, kârlarının çoğu faizden geliyor. Yeni bir sermaye birikim olanağı çıkıyor ortaya.
Türkiye’nin bütçe giderleri içindeki en önemli pay savunma giderleri ve faiz ödemeleridir. Son krizle dillendirilen “faiz dışı fazla” kavramına dikkat etmemiz gerekiyor. Bu bir gösterge olmaktan ziyade bir tercihi yansıtmaktadır. Faiz dışı fazlanın azlığı eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kamu harcamalarını kısmak, ücretleri baskı altına almak ve kısaca, ülke kaynaklarını talan eden sermaye gruplarına halkın sırtından kaynak aktarmak demektir.
Türk sermayesi, sermaye birikimini çoğaltabilmek için birincisi; emeği sömürüyor. İkincisi, enflasyonla emeği ve halkı sömürüyor. Üçüncüsü, devlete borç veriyor ve faizinin vergisini de ödemiyor. Kısa zamanda krizler başlıyor.
’94 krizi kendi kendisini kurtarmaya başladı ama ardından Kasım krizi geldi. İki krize baktığınız zaman, Türkiye’nin ’99’un sonuna geldiği zaman gördüğü şey şuydu; artık Türkiye iç borçlarını çeviremiyor.
Borç batağına saplanmış olan ülkenin yeniden borçlanabilmesi için bir bedel ödemesi zorunluluğu açıktır.
Sermaye girişi için kamunun üretim araçlarının satışı çıkış olarak sunulmakta, içine girdiğimiz bunalımın gerekçelerinden biri olarak özelleştirmelerde geç kaldığımız yorumları yapılabilmektedir.
Döviz sorunu ağır ağır çıkmaya başlamıştı. Bankalar bunalımı çıktı IMF’ye gidildi ve IMF’den yeni bir program geldi: “Döviz çıpası”. Türkiye aşağı yukarı bir buçuk senedir tamamen bir kobay gibi kullanılıyor. Stanley Fischer ve başkaları Türkiye üzerine makaleler yazıyorlar ve o makalelerden dünyanın parasını kazanıyorlar. Döviz çıpasının yürümeyeceği daha baştan belliydi. Enflasyonla doların değer kazanması arasında makas, oluşacağı belliydi.
Krizi sözde önlemek için bu sefer Türkiye’ye ikinci bir dayak attılar. IMF’nin elinde bir kamçı var ve kamçıyı kullanarak Türkiye’yi adam etmeye çalışıyor. Bu sefer ne dediler: “Dalgalı kur”. Dalgalı kurda Stanley Fischer “her şey güzel” diye konuştu.
Bugün bir sermaye grubunu danışmanlığını yapan, hiçbir zaman solla ilişkisi olmayan Güngör Uras bile patladı: “Çanak çömlek patladı” diye yazdı. Fischer’in davetine gitmemiş. Peki kimler gidiyor Bir de bakıyorsun ki Deniz Gökçe Hurşit Güneş Asaf Savaş Akat Taner Berksoy… Nerede diğer iktisatçılar Korkut Boratav nerede? Yakup Kepenek nerede? Oktar Türel nerede? İzzettin Önder nerede? Yani Fischer’e sorulacak sorular bu insanlarla sınırlı mı? Herkes memnun hayatından, ikna olmuş durumdalar.
Şimdi geldiğimiz nokta bu, bu nokta krizi çözmez. Bu nokta krizi yeniden getirir. Ama şunu söyleyeyim ki, bu kriz 2000 yılının başından itibaren IMF’nin kendi yarattığı bir krizdir. Yani Türkiye’nin kendi gücüne bakıldığı zaman bu krizden çıkmış olması gerekirdi. Ama bunlar tartışılmıyor.
IMF ve ABD destekli sözde güçlü ekonomiye geçiş programı ve niyet mektuplarını incelediğimizde ülkemizin küresel kapitalizme eklemlenmek istendiğini görüyoruz. Meclisten, yangından mal kaçırır gibi irdelenmeden çıkarılan yasalar, ülkenin stratejik ekonomik alanlarının üst kurullara teslim edilerek devletin siyasi iradesinin devre dışı bırakılması; iktidarın kesin bir el değiştirme sürecine girdiğini gösteriyor. İktidar bütünüyle uluslararası tekellere ve onların yerli işbirlikçilerine geçmekte; Türkiye küresel kapitalizmin tüm kural ve kurumlarını aynen benimseyerek ekonomik ve siyasi egemenliğini devretmektedir.
Burjuvazi de bundan istifade ediyor. Meclis’ten kolaylıkla çıkamayacak yasaları çıkardılar. Bugünkü Meclis’te bile bu yasalar çıkmazdı. Ama bunları IMF kamçısıyla çıkardılar. Çok daha başka bir şey yaptılar tüm bu yasalar çıktığı zaman: Türkiye’nin en önemli iktisadi kollarını, kanallarını tamamen sermayenin denetimine bıraktılar.
Nasıl bıraktılar? Telekomünikasyon üstkurulu, Enerji üstkurulu, Tütün üstkurulu… Yeni iktidar kendi iradesiyle enerji politikasını belirleyemeyecek, sanayi politikasını belirleyemeyecek, tarımı belirleyemeyecek. Tabii bu arada sosyal politikalar için zaten parası yok. Sağlık, eğitim vesaire için para yok. TBMM, “15 tane” yasayla ve KHK şeklindeki, açıklığa kavuşmayan diğer kararnamelerle bir nevi kendi siyasi ve iktisadi erkini teslim etti sermayeye. Böylece Türk sermayesi ile uluslararası sermayenin bir eklemlenmesi söz konusu.
Bu arada da önemli bir olay daha var. Türkiye sermayesi sola karşı bir savaş açtı. Aslında emekçileri yıldırmak gibi bir çabaları da yok, çünkü artık Türkiye’yi umursamıyorlar. İşçiyi, çiftçiyi, küçük üreticiyi, memuru umursamıyorlar.
Bu son Fischer’in ziyaretinde bile işverenler vardı; TÜSİAD, bankacılar, televoleciler vardı. Ama işçi sendikaları yoktu, olursa ne olur, o ayrı bir sorun. Ama yok. Memurlar, köylüler, ziraat odaları şunlar bunlar yok. Hani bir insan bunları umursamıyorsa, “bunları da yanıma alayım onlarla beraber bir şeyler yapayım” diye bir dertleri yok demektir. Bütün dertler Türkiye’deki emme basma tulumba mekanizmasını sonuna kadar üretmek, götürmek.
Türkiye’de ancak ve ancak, Batı’nın izin verdiği ikinci sınıf teknolojiyle eski ekonomi politikalarıyla onların sanayilerine izin vermek, adamların derdi bu. Bundan sonra ancak plantasyonlar halinde büyük sermayenin üretimi çerçevesi içerisinde tarımda bir şeyler yapabilecek. Küçük üreticiler, KOBİ’ler falan ise o merkeze bağlı sanayilerin daha başta söylediğim firma dışı işbölümüyle, kendilerine nasıl bir pay bırakırlarsa, onunla yetinecek. Bence bu adım daha da pekiştirilecek, son değil ama sonun başlangıcı olacak.
Krizin siyasete yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ekonomi planlandı, rayına küresel sermayenin istediği biçimde oturmak üzere. Emekçinin, işçinin köylünün istediği şekilde değil. Türkiye politikasının da yeniden düzenlenmesi lazım. Bu yeniden düzenlenmede bir kere TBMM’nin “ulusun kaderi” hakkındaki kararlarını sınırlamak gerekiyor. TBMM, önemsiz bir kurum haline getirilmek isteniyor. İkincisi, TBMM’ye girecek partilerin kemikleşmiş partilerden ziyade Amerikan tipi, seçimden seçime ortaya çıkan partiler olması hedefleniyor.
Parti-siyaset bağlarının ABD örneği gevşetilmesi, ilk adımdır. Partiler seçimden seçime siyaset sahnesine çıkan ancak siyasi olmayan sermaye kurumları haline getirilecektir. Siyasetin sermayenin sözcülüğünü yapma işlevi yasal hale getirilecektir. Siyasi partiler ve seçim yasası bu doğrultuda şekillenecektir. Meclis egemenliği törpülenecektir. ABD, bu konuda verilebilecek en güzel örnektir. ABD başkanı bir nevi otokrat gibidir ve sermayeyi temsil eder. Bakanlar; şirket genel müdürleri, teknokratlar gibi meclis dışından seçilir. Meclisin yasama yetkisi sermayenin denetimindedir. Sözde iktidarın yaygınlaştırılması anlamında ele alınan sivil toplumcu bir demokratikleşme projesi sermayenin iktidarını pekiştirecek bir hamledir.
Bugün özellikle Amerika’da da kullanıldığı gibi dini bir afyon gibi kullanacak, halkın dinsel eğilimlerine cevap verecek bir tampon parti, yani halkın birden sokaklara dökülmesini engelleyecek bir tampon parti kurulması gerekiyor. Tayyip bunu yapıyor. Tayyip iktidara gelir mi, gelmez mi? Ama o tampon görevini görecek.
Soldaki aydınları, işçileri vesaireyi dizginleyecek yozlaştırılmış bir sözde sol partiye de ihtiyaçları var. Bunu yapacaklar çıkıyor ortaya. Mümtaz Hoca’nın hareketi onların istediği hareket değil dar bir alanda kalır. Onların beğendiği hareket, Kemal Derviş gibi, Asaf Savaş gibi, zaman zaman sol laflar eden, birtakım aydınların içine gireceği; Erdal İnönü gibi kokmaz bulaşmaz siyasi liderlik yapacak insanların kuracağı bir partidir.
Türkiye’de siyasi yapı “Hürriyet ve İtilaf” noktasına indirgeniyor. İşbirlikçi, liberal, belkemiği olmayan partilere doğru gidiyoruz. Türkiye’de bugünkü koşullarda sol ve sağda kurulacak partiler, Türkiye’yi karanlığın en koyu ve derin dibine götürür. Bir partide önemli olan ideolojisi, stratejisi, programı, dayandığı sınıfın gücüdür. Bu manzarada MHP’nin rolü olmayacaktır. Ulusalcı popülizm yapıyorlar, şaşkınlar. İdeolojik çizgilerinin siyasetteki payı sınırlıdır. En korktukları da sosyalizm. Solu büyütmemek için her şeyi yapacaklar şöyle ya da böyle. Ama buna rağmen inadına büyümek durumunda sol; inadına doğruları söylemek, inadına gerçekleri teşhir etmek durumunda.
İşçi hareketindeki depolitizasyon ve saldırılar karşısındaki kilitlenmişlik halini neye bağlıyorsunuz? Burada sendikaların siyasi partilerin rolü nedir?
Türkiye işçi sınıfının şanlı direnişlerinde bir DİSK gerçeği vardı, Kemal Türkler vardı. Rusya’da Komünist Parti işçi sınıfının öncüsüydü. 12 Eylül sol siyasete ciddi bir darbe vurdu. Depolitizasyon, içe dönüklük, günü kurtarma topluma hakim oldu. Düzen sendikalarının etkisinin kırılması gerekiyor. Hak-İş, Kamu Sen örnekleri; sınıfın bölünmesi, yanlış hedeflerle etkisiz kılınması amacına yöneliktir. DİSK, Türk-İş gibi sendikalar sınıf siyaseti yapmamaktadır. İşçi sınıfının sınıf bilincine, birleşmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Bu da ancak ideolojisi, programı, sınıf tavrı net öncü bir parti ile mümkün olabilir.
Bir süredir güncel bir beklenti haline getirilmiş olan “sosyal patlama” olasılığı ile ilgili olarak söyleyecekleriniz neler olabilir?
Sosyal patlama için objektif koşullar var. Güçlü bir öncü parti henüz yok. Sosyalist partilerin ilk yapması gereken öncü parti rolüne kavuşmaktır. İşçi, emperyalizmin ekmeğini çaldığını öğrendi, evler işsizlerle doldu.
Sermaye artık yaşadığı sitelerden korkuyor. Sarıgazi’den, Ümraniye’den gelenlerin; sitelerinin, Laila’nın kapısına dayanmasından korkuyorlar. Sosyal patlama toplumdaki küçük nicel göstergelerin, birleşerek nitelik değiştirmesi ile ortaya çıkar. Mesela kapkaççıların artması küçük nicelikleri ifade ediyor. Bu korkuyu halka vermek istiyorlar; oysa işçiye, köylüye karşı olmayacak patlama.
Kamuoyuna hakimiyeti, en fazla Amerika’da sağlıyorlar. ABD’de kimse düzeni sorgulamaz, değişmez veri kabul edilir. Filmlerde görürsünüz küçük şeylerle ilgilenirler; mesela park yol yapılmasını istemezler. Bunlar filmlere konu olur. Düzeni tartışmak kolay değildir. Dünyanın en muhafazakar ülkesidir Amerika. 50 bin kadar tarikat olduğu söylenir; sokaklarında insanlar yatar “evsizler” diye bir kavram vardır. Bunlara kimse bir şey demez. Bireysel terör vardır, okuldan bilmem nereye kadar. “Sermayesi olan kazanıyor, niye ben kazanamıyorum” diye kimse yüksek sesle soramaz.
Cenova’daki yürüyüşten sonra CNN-Türk’te (ABD-Doğan Grubu ortak) Eser Karakaş ve MAI karşıtı hareketten Gaye Yılmaz yan yana; Yılmaz küreselleşmenin, kapitalizmin ne olduğunu anlatıyor. Çevreyi, yarınları, sağlığı tehdit ettiğini söylüyor, bugünkü görünen anlamıyla karşı olduğumuzu. “Peki ne istiyorsun?” diye sıkıştırıyorlar. Gaye Yılmaz sonunda “sosyalizm istiyorum” diye patladı. Bu önemli bir örnektir.
soL Dergisi’nde “Haberin doğrusunu okumak” başlıklı bir köşe yazıyorsunuz. Medyanın son dönemdeki durumunu ve genel olarak kapitalist sistem içinde oturduğu yeri değerlendirir misiniz?
Türkiye’de egemen kamuoyu yaratma konusunda tekelci medya bilinçli olarak olayları saptırmakta, bir anlamda beyin yıkamaktadır. Günümüz basını için “mafyalaşmış medya” tabirini kullanabiliriz. Mafya kendine göre dokunulmazlığı olan, kuralları olan bir kurumdur. Şimdi ben medyaya mafyalaşmış derken, sermayenin uzantısı olduğunu kastediyorum. Bir Amerikan siyasal bilimcisi “20. yüzyılda” diyor “iki tane ‘M’ egemen olacaktır: Medya ve Mafya”. Zaten sermayenin bugünkü yapısına baktığımız zaman ne kadar kanun tanımaz olduğunu görüyorsunuz, sermaye mafyalaşmış bir kere. Türk medyasında doğru söyleyeni görmüyoruz, doğru söyleyen Türk medyasından kovuluyor.
Abdülhamit’ten günümüze Türkiye siyasi tarihi özgür basının ve düşüncenin yasaklanması ile süregelmektedir. Yasaklanan düşünce ve susturulan basın, siyasi erkin, dolayısıyla egemen sınıfın karşısındadır. Bunun tam tersi, egemen sınıfın sözcülüğü misyonunu taşıyan basın kamuoyunu bilgilendirme değil kamuoyu yaratma ve yönlendirme işlevini yerine getirmektedir. Sermaye gruplarının kendi yayın organlarının bulunması sebepsiz değildir.
Basındaki tekelleşme ve RTÜK yasasından söz etmek gerekiyor. Yeni yasa toplumun haber alma kanallarını yasaklamaktadır. Bir kere gizlenen bir nokta bu yasa tasarısının tam frekans tahsislerinin yapılacağı zaman gündeme gelmesidir. Yasayla ihale bilinmeyen bir bahara ertelenmiş sonuçta kanallar trilyonlarla ifade edilebilecek bir yükten kurtulmuş kamunun frekanslarını bedava kullanmayı sürdürmüşlerdir. Diğer yandan yasa, basında tekelci yapının güçlendirilmesine hizmet etmektedir. Yüksek para cezaları, bağımsız gazeteciliği rafa kaldıracak niteliktedir. Medyada hakimiyetini kurmuş, köşe başlarını tutmuş olan sermaye yine de kendini güvende hissetmemektedir. Medya tekellerinin sermaye iktidarının en büyük destekçisi olacağı unutulmamalıdır.
Sizce Türkiye’nin krizden çıkmasının gerçek yolu nedir?
Ulusal olanakları seferber edecek bir sosyalist iktidara ihtiyacımız var. Türkiye’de mesela nüfus sayımı yapılıyor, ama üretim araçlarının sayımı yapılmıyor. Merkezi planlama, gelir, servet vergisi düşünülmüyor. Merkezi planlama, ulusal onur ancak sosyalist bir iktidarla mümkün. Krizden böyle çıkılır. Türkiye gibi büyük bir potansiyeli seferber edecek bir yönetime ihtiyaç var.
Teşekkürler, iyi çalışmalar…