Bu kez sorularla devam edelim. Bir kısmı kendi kendimize sorduğumuz ya da dostlarımız tarafından sıkça gündeme getirilen türden; ilerletici yanıta zorlayıcı. Diğer bir kısmı ise “dostluk”tan -ve bize zarar vermekten de- uzak sorularla…
Sosyalist İktidar Partisi bir ara çok hassas olduğu leninist ortodoksiden uzaklaşıyor mu?
Bu sorunun ne kadar kapsamlı olduğu hemen farkedilecektir. Öyle ki kendisini sağlama almaya niyetli bir yanıtın işe leninizmin tarifi ile başlaması bile gerekebilir. Bunu yapmayı denemeyeceğim. Gelenek’in geride bıraktığımız sayılarında leninizmden ne anladığımızı ve onu neden bayrak yaptığımızı yeterince işledik. Ve büyük bir olasılıkla önümüzdeki aylarda bu konuya yoğunlaşan bir sayı çıkarma olanağı elde edeceğiz.
Bu nedenle “leninizm şudur ve bu da tam bizim şu anda yaptıklarımızdır”a varan bir şeyler yazmayacağım. Bu sorunun neden gündeme geldiğine açıklık getirerek yanıta ulaşmaya çalışacağım.
Bilindiği gibi yalnız Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde kimi devrimci hareketlerin “büyüme” süreçlerine “ilkesellikten pragmatizme geçiş” eğilimleri eşlik etmiştir.
Bu durumun kaçınılmaz olduğunu söyleyemeyiz. Ayrıca ortada sanıldığı kadar basit bir mekanizmanın bulunmadığı da açıktır.
Önce doğal süreçten kaçınılmayacak olandan başlamak gerekir. Verili bir devrimci öznenin tarihsel gelişimi söz konusu olduğunda başlangıç noktası çoğunlukla henüz örgütsel bir forma bile kavuşmamış olan bir “kadro yoğunlaşması”dır. Bu yoğunlaşma ideolojik referans noktalarında veya somut siyasal hedeflerde ortaklaşılmasının ürünü olabileceği gibi hemşerilik yakın dostluk gibi başka bir bağlamların siyasi içerik kazanması sonucunda da gündeme gelebilir. Tarihte “marksizmle epistomolojik bağ” kurarak yola koyulan devrimci çekirdeklere olduğu kadar bir despotu ortadan kaldırmak için biraraya geldikten sonra adım adım bütüncül bir çerçeveye yönelen radikal gruplara veya siyasi karakter sonradan edinen gönül birliklerine de rastlanmaktadır.
Söz konusu yoğunlaşmaların en temel özelliği kendi değerlerini kendilerinin belirlemeleri ve yine kendi kendilerini anlamlandırmalarıdır. Bu onların belli bir tarihsel kesitin etkilerinden uzak herhangi bir nesnel belirlenim altında olmadıkları anlamına gelmez. Tam tersine hangi nicel büyüklüğe sahip olursa olsun bir devrimci özne yola çıktığı andan itibaren verili nesnelliğin ürünüdür. Önemli olan o öznenin nesnelliğin tali ya da temel dinamiklerinden hangisinin üzerinde boy attığı; geçici karakter taşıyan boşluklara mı yoksa tarihsel-yapısal gediklere mi denk düştüğüdür.
Burada anlatılan bazı devrimci öznelerin geçiciliğinin veya başarısızlığının onların “öznel” kurgularından ziyade nesnel dayanaklarındaki zayıflıklardan kaynaklandığıdır. Üzerinde durulması gereken ise tarihsel anlamı olan ilerletici nesnelliklere doğan geliştirici dinamiklere yaslanan devrimci öznelerin geçici veya başarısız olmalarının arkasında yatan faktörlerin ne kadarının nesnel ne kadarının öznel olarak nitelendirilebileceğidir.
Öznel olan ile nesnel olan arasındaki ayrımın kendisinde “öznel” bir yan olduğu bilinir. Öznel olan ile nesnel olan birbirleriyle yer değiştirebilecek bir simetri içerisinde elbette olamazlar ama verili “an” ve “ölçek”te nesnel-öznel dengesinin sonsuz kombinasyonda kurulabileceği de bir gerçektir. Bu nedenle marksistler arasında bile “tarihte kaçınılmaz olan”ın yerine dair son derece anlamsız ve geriletici kurgulara sahip olanlarla karşılaşılmaktadır.
En sevilen “nesnel”lik 1933’te Hitler’i iktidara taşıyan Almanya’dır. Bazı marksistler 1933’te Almanya’da faşizmin zaferinin “kaçınılmaz” olduğunu vurgularken devrimci stratejinin ancak bu kaçınılmazlığı önsel olarak kabullendikten sonra şekillenebileceğini bu anlamda Alman Komünist Partisi’nin hata yaptığını ileri sürmektedirler. Örneğin hiçbir zaman bu denli “basit” düşünmese de Trotskiy’nin verimsiz ve çelişkilerle dolu faşizm yazılarına zaman zaman benzer bir determinizmin hakim olduğu pekala söylenebilir.
Burada önemli olan herhangi bir tarihsel olaya aposteriori “kaçınılmaz” damgası vurmak değildir. Önemli olan sınıf mücadelelerinde nesnellik-öznellik ilişkisini asla ve asla özneleri büsbütün önemsizleştiren hatta bir anlamda ortadan kaldıran bir dengeye taşımamaktır. Bana göre de Almanya’da faşizmin iktidara yürüyüşünü kolaylaştıran bir “kaçınılmaz”lık söz konusuydu ve bunu birkaç kere yazdım da. Ancak bu “kaçınılmaz”lık yalnızca 1933’te değil sürecin çok daha karmaşık ve geniş bir zaman diliminde boy gösteren öznelerle Alman-dünya kapitalizminin dinamikleri arasındaki özgül etkileşimin bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. Burada önemli olan özne-nesne ilişkilerini “taraf”lar olarak değil bir bütün olarak ele almaktır. Örneğimizden hareket edecek olursak dönemin önemli öznesi “sosyal demokrasi”nin ihanetinin Almanya’da faşizmin zaferinin önünü açmadığını kimse iddia edemeyecektir. Ancak ihanet son tahlilde “öznel”dir; oysa Alman sosyal-demokrasisinin ihanetinde son derece tarihsel bir arka plan ve nesnel bir dayatma söz konusudur. Marksizm burada asla teslimiyetçi ya da kaderci değildir ve elbette nesnellik tarafından şekillendirilen Hitlercileri olduğu gibi Alman sosyal demokratlarını da aklamamız mümkün değildir.
Mümkün değildir çünkü nesnellik-öznellik ilişkisi interaktiftir. İyi bir marksist sınıf mücadeleleri tarihinde önem taşıyan bir olaya bakarken onun yaşandığı biçimiyle “kaçınılmaz” olduğunu asla iddia edemez; ancak “yaşanan”ın ana hatlarını “yaşayan” öznelerin değiştirme gücünün olup olmadığına ilişkin yargılar ileri sürebilir.
1933 yılına gelindiği Alman Komünist Partisi’nin bu çapta bir değiştirici güce sahip olmadığını düşünüyor ve partinin öyle değil de böyle davranması durumunda bile Hitler’in önünün kesilmeyeceğini söylüyorum. Ancak bununla Hitler’in zaferine “kaçınılmaz” demek arasında olağanüstü büyük önem taşıyan bir ayrım vardır.
Ayrımın silik olması önemini azaltmamakta tam tersine “siyasi mücadele”ye varlık ve etki alanı açmaktadır.
Daha güncel bir örnek Sovyetler Birliği’nin çözülüşüdür… Bunun kaçınılmaz olduğunu söyleyenlerle hep mücadele ettik ama bu mücadele içinde olmamız artık tarihe malolmaya başlayan bu olaya yaklaşırken 1991’de herhangi bir devrimci öznenin öyle değil de böyle davranması durumunda işin renginin değişeceğini iddia etmemize olanak tanımamaktadır.
Nedeni basittir: Nesnel olan ile öznel olan arasındaki ilişkide verili bir momentin anlamını yakalamak için kullanılacak araçlar asla o momentin verileriyle sınırlanamazlar. Son örneğimizden hareket edecek olursak süreç içerisinde nesnelliğe müdahale edebilecek olan öznelerin o nesnelliğe müdahale gücünü yitirdikleri oranda nesneleştiklerini 1991 yılında Sovyetler Birliği’ni ayağa kaldıracak olası devrimci iradenin kendisini bir özne olarak nesnelliğin içerisinden çıkartamayacak kadar o nesnelliğin belirlenimi altına girdiğini dolayısıyla “bağımsız bir aktör” olma özelliğine sahip olmadığını söylüyoruz.
Tarihe böyle bakmamız gerekiyor.
Siyasette ise “kaçınılmaz” diye bir kategori yoktur. Sorun bir öznenin kendisinde “bir iktidar” ya da “yapabilme gücü” görüp görememesinde ve gerçekte böyle bir iktidara ya da yapabilme gücüne sahip olup olmadığında düğümlenmektedir.
Bu tür bir girişin konumuz açısından ön açıcı ve biraz da zorunlu olduğunu düşünüyorum. Henüz kadro yoğunlaşmasından ibaret olan bir devrimci öznenin en önemli özelliği kendisine atfettiği değerin nesnel olarak sınanmasına olanak tanımayan bir öznellik barındırmasıdır. Bu öznelliğin her örnekte farklı davranış kalıpları yarattığını biliyoruz. Örneğin tarihte çoğu kez “nihilist” damgasını yiyen ve temel etkinliklerini “devrimci terör” olarak belirleyen küçük grupların (19. yüzyılın sonlarındaki Rusya’yı hatırlayın) bu öznel konumlanıştan nesnel olmayan bir nesnellik tarifi ile kurtulmaya çalıştıklarını biliyoruz. “Bilimsel”liğe bunu yapamayacak kadar özel ve merkezi bir yer veren ilk marksist toplulukların ise tercih ettiği her zaman bunun tam tersidir. Onlar kendilerini bir öznellik olarak adlandırmadan önce mutlaka verili nesnelliği anlamaya yönelmişlerdir. Lenin’in bence ilk gerçek kitabı olan (Halkın Dostları Kimlerdir dikkatle okunması gereken ama leninizmin oluşum sürecinin başına konması mümkün olmayan bir çalışmadır) Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi nesnelci ve reformist bir siyasi çizgiyle devrimci bir açılıma aynı oranda imkan tanıyan bir özellik taşımaktadır. Lenin’in legal marksizmle flört ettiği kendi çalışmalarıyla Struve’nin analizlerini aynı kaba koyduğu bu dönem boyunca Rus marksistlerinin kendi meşruiyetlerini Rusya’da kapitalizmin gelişmesine dayandırmaları son derece ilginç bir durumdur. Bir siyasal girişim açısından kendini anlamlandırma işlemi nesnelliğin belli bir parçası uzantısı sonucu değil de o nesnelliğin bütününden hareketle gerçekleşiyorsa o girişim (verili gerçekliğe başkaldırma olarak da görmemiz gereken) devrimci siyasete yer vermiyor demektir. Lenin’in dehası çok kısa sürede kapitalizmin Rusya’daki eşitsizliklerini saptaması onun parçalarına uzantı ve sonuçlarına yaslanarak siyaset yapabilmesi ve bu siyasetin nesnelliğin “öznel” tahayyülüne değil de bilimsel bir temele sahip olmasını sağlayacak titizliği korumasıdır.
Çağımızda en azından reel sosyalizmin varolduğu dönemde ortaya çıkan kadro yoğunlaşmalarının işe verili nesnelliği anlamaktan ziyade kendilerini tarihsel olarak anlamlandırmakla başlamaları hiç şaşırtıcı değil. Her kim ki marksizm-leninizm adı altında toplanan mirasın peşinen kolaycılık ve dogmatizme yol açtığını söylüyorsa orada yanılıyor. Sınıf mücadelelerindeki deneyimin burjuva egemenliği açısından biriktiği yer bir bütün olarak kapitalist sitemdir; devleti ideolojisi hukuku sanatı ve insanı ile… Ve bu anlamda kapitalizm işçi sınıfı hareketlerinin tarih sahnesine hatta marksizmin siyaset sahnesine çıktığı dönemlere göre çok daha fazla donanımlıdır. Marksizm-leninizm bu anlamda kapitalizmi anlamayı kolaylaştıran bir kılavuz olmanın yanısıra onun birikimiyle boy ölçüşmemizi olanaklı kılan bir “çarpan”dır da. Komünist hareketin en sıkıntılı dönemlerinde bile marksizm-leninizm onu “başa dönmek”ten kurtaracak bir süreklilik ve manevra kabiliyetine sahip olmuştur.
Bir devrimci öznenin kadro yoğunlaşması olarak tarif ettiğimiz evresinde kendi zayıflığını veya verili nesnellik karşısındaki “anlamsızlığı”nı marksist-leninist teori ve siyaset tarzından hareketle aşmaya çalışması bu nedenle son derece doğaldır. Önemli olan bu teori ve tarzın verili nesnellikle temas yüzeyi oluşturan bir yeniden üretiminin gözetilip gözetilmediğidir.
Böyle bakıldığında Sosyalist İktidar Partisi’nin leninist ortodoksiden uzaklaşıp uzaklaşmadığı sorusuna daha sağlıklı bir yanıt verebiliriz. Her şeyden önce soruyu basitleştirmek gerekir. Sosyalist İktidar Partisi’nin marksizm-leninizm denince hemen alt alta sıralanabilecek ve bu açıdan genel kabul gören öğelerle ilişkisini sorgulamanın anlamsızlığı ortadadır. Partinin örgüt ve devrim teorisi proletarya diktatörlüğü gibi başlıklara teorik ve siyasal düzlemlerde ontolojik bir değer atfettiği açıktır. Bu değer tartışılamaz bile…
Buradaki soru daha çok Sosyalist İktidar Partisi’ni önceleyen dönemin özgül leninizmine ya da basbayağı leninist ortodoksinin yeniden kuruluşuna işaret etmektedir. Sosyalist İktidar Partisi’ni önceleyen dönemin özgül leninizm yorumu hem yaratıcı hem de bu yaratıcılığa bir ortodoksi ya da “gelenek” özelliği yüklediği oranda “tutucu” bir karakter taşımıştır. Örgüt ve devrim teorisine ittifaklar konusuna ulusal soruna sosyalist kuruluş sürecine kapitalist devlete bakışta leninist standartların genel kabul gören versiyonu reddedilmiş ve yenilenmenin tarihsel kökleri konusunda son derece ısrarlı olunmuştur.
Bir kadro yoğunlaşmasının giderek bir örgütsel çerçeveye ve sonrasında partileşme sürecine evrilmesi sırasında bu standartların bazılarının geriye çekilmesi ya da üstünün örtülmesi beklenebilir. Oysa bizim hareketimiz sözünü ettiğimiz sürecin hemen hemen tüm evrelerinde bu özgül standartlarda fazlasıyla ısrarcı olmuş ve neredeyse hiçbir başlıkta taviz vermemiştir. Geçen sayıda özetlemeye çalıştığım “tarih” hesaba katılırsa başka çare de bulunmamaktadır. Türkiye kapitalizminin ve Türkiye solunun nesnelliğinin kuşatmasından kurtulmanın başka yolu bulunmamaktadır.
Peki aynı standartlar o nesnellikle temas yüzeylerinin yakalanması ve giderek o nesnelliği dönüştürmeye dönük bir iddia taşımak anlamına gelen partileşme sürecine nasıl yardımcı oldu
Çok basit…
Gelenek-Sosyalist İktidar Partisi hareketi örgüt-hareket denkleminde önceliği örgüte verir yani örgüt belirlenimli olurken öznellik-nesnellik denkleminde kendisini bütünüyle tecrit edecek bir tuzaktan standartlarını “siyaset”i merkeze koyarak kurtuldu.
Marksizmin temelleri ile siyasetin canlı dinamik ve karmaşık yapısını barıştırmak evrensel olan ile yerel olanı da barıştırmaktır. Burada ortaya çıkan standartlar evrensel bir çerçevenin verili bir nesnellikte devrimci siyaset için gerekli özgül iç dengelerle yeniden var edilmesi olarak anlaşılabilir.
Sosyalist İktidar Partisi’nin şu andaki varlığını bu standartlardan uzaklaşılmış olmasıyla açıklamak mümkün değildir. Tam tersine SİP bu standartlar sayesinde yol almaktadır.
Sosyalizm mücadelesinde yeni ve daha gelişkin evrelere geçilmesi ile birlikte bu standartların kullanım biçimlerinde ve ağrılıklarında belli oynamalar elbette ortaya çıkacaktır. Bu oynamaları kontrol edemeyen bir partinin başarı şansı zaten yoktur. Ancak SİP bugün yalnızca kendisine ait olmayan bu özgül standartlar olmaksızın varoluş nedenlerinin ortadan kalkacağına dair kesin bir kavrayışla hareket etmektedir. Çünkü bu standartlar Türkiye kapitalizminin sosyalist devrimci bir müdahale ile aşılmasını kolaylaştıran olanakları ve onu zorlaştıran kısıtları bertaraf etmek için bize her durumda gereken bazı aforizmaları tarif etmektedir.
Sosyalist İktidar Partisi’nin “devrimci bir sıçrama için nüfusun çoğunluğunun bu sıçramanın siyasal iradesinin arkasında durması fikrinin reddedilmesi” “burjuva demokrasisine ilişkin her tür öykünmeci yaklaşımdan ve dolayısıyla demokrasi mücadelesine özel anlam yüklenmesinden kaçınılması” “işçi sınıfı partisinin iç dinamizmini ve katılımcılığını sağlayacak olan şeyin onun merkeziyetçiliğini dengeleyecek bir demokrasiyle olduğuna dair genel kabul gören anlayışa soğuk bakılması” gibi son derece hayati standartlardan uzaklaşma olanağı bulunmamaktadır.
SİP’in leninist ortodoksi açısından vurulacağı kantar bunları hesaba katmak zorundadır ve siyasal hedefler büyüdükçe bu ortodoksinin terkedilmesi söz konusu değildir. Eğer siyaset dilindeki değişimden hareketle partinin “leninist değerler”den uzaklaştığı düşünülüyorsa verilecek yanıt bellidir: Nesnellikle temas yüzeyi bulamayan bir devrimci özne kendisiyle konuşur; bu temas yüzeyi geliştikçe söz konusu olan bir siyaset dilidir. Bu anlamda Türkiye işçi sınıfına marksizm-leninizmin propaganda edilmesi onlara tarih bilinci taşımaya dönük hayaller kurulması türünden bir saçmalık ne SİP’e ne de Gelenek’e yakıştırılmalıdır. Sosyalist İktidar Partisi bir devrimci öznenin kendisi sürekli olarak yeniden üretmesi ve başka öznelliklerden alıp onlara verebilmesi için gerekli olan teorik dil ile toplumsal misyonlarını birbiri ile ne karıştıracak ne de onları birbirinin karşısına koyacak kadar tecrübesizdir.
SİP toplumsallaşma hedefinin altını çizdikten sonra “denemeci” ve bu anlamda “deforme” bir siyaset tarzı mı geliştirdi?
Sanıyorum yukarıdaki soruya verilen yanıt bundan sonrasında işimizi kolaylaştıracak. Çünkü kendi gelişim çizgisi içerisinde “büyüyen” bir hareketin dilindeki değişimin ille de onu ilkesellikten uzaklaştırmayacağına değinmiş oluyoruz. Ancak bu başlıkta her şey hallolmuyor. Çünkü ya bu hareketin kalkış noktaları “değişim”e direniyor sonuç alıcı bir siyasete el vermiyorsa
Doğaldır… Bir devrimci öznenin kendinde bir varlık olarak kalmayı kabullenmemesi ve tarihsel misyonuna uygun bir açılımı gözeten zorlamalarda bulunması kimi durumlarda bu öznenin başkalaşmasına yol açabilir. Bu durum genellikle iki şekilde karşımıza çıkar: Ya devrimci öznenin gelişme evrelerinden birisine geçişin önkoşulu olan bir eşiğin aşılmasında beklenmedik bir zorlukla karşılaşılır ve bu zorluğun aşılmasının “özne”nin kendisini var-eden kaynaklardan kopuşla gerçekleşebileceğine ilişkin bir düşünce ortaya çıkar ya da gelişme daha sancısız bir biçimde devrimci özneyi adım adım kendi inkarına götüren nesnelci bir karakter taşır.
Hiç kuşkusuz geçmişte ve bugün birçok devrimci öznenin kendisini bütünüyle yenilediği ve tarihsel değer taşıyan özel kopuşlara tanık olunmuştur. Ancak bu türden kopuşlar genellikle devrimci özneyi kendisine doğru çeken devrimci sıçramalar için elverişli koşullar yaratan özgün tarihsel boşluklara gereksinim duyarlar. Örnek olsun SSCB’nin dağılması birçok ülkede komünist partilerin devrimci hareketlerin sağa savrulması hatta yok olması gibi sonuçlar doğururken bazı örneklerde başka koordinatlarda duran kimi öznelerin bu savrulma veya yok oluşların yarattığı vakuma yönelerek kendilerini yeniden tanımladıkları görülmüştür.
Ama yine de bir tıkanmayı aşmaya dönük çıkış arayışları çoğu kez böyle bir boşluğun yardımına sahip değildir; bu nedenle arayış ancak öznenin kendi kaynaklarını kullanarak bu kaynakları yeniden düzenleyerek gerçekleştirdiğinde tutarlı ve sonuç alıcı olur. Pratikte “tıkanma”dan ürkerek “yeni”likten medet umanların başarılı olduğu nadiren görülür. Zaten kapitalizm kendisine karşı sürdürülen mücadelede ortaya çıkan “tıkanma”yı “devrimci siyaset”le açıklayacak bir ideolojik şartlanmayı sürekli olarak salgılar. Bugün Türkiye’de 1980’li yılların başında “halis leninist” kaygılarla yola koyulan kadro yoğunlaşmalarının önemli bir bölümü ya eşik atlamaktan vazgeçerek kendi dünyalarına çekilmiş ya da kendilerine başka “dünya”lar aramaya soyunmuş durumdadırlar. Aralarında keşif rekortmenleri olan bu yoğunlaşmaların hiçbirisi “eşik atlama” şansını bulamamıştır.
Bir devrimci öznenin lineer bir gelişme süreci içerisinde kendisini sistem içi bir siyasal alanda buluvermesi ise daha on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren dünya devrim sürecinin önemli unsurlarının karşı karşıya kaldıkları bir fenomendir. Bu lineer gelişim süreci boyunca elde edilen kazanımlarının korunması adına geliştirilen kaygıların zaman içerisinde devrimci özneyi kendi inkarına götürmesi çok sık rastlanılan bir durumdur. Genellikle bu kazanımların devrimci mücadelenin sonraki evreleri ve öznenin kendi kalkış noktaları açısından taşıdığı değerin test edilebilme şansı bulunmaz. Bu bir seçim “başarısı” ya da ideolojik mücadelede burjuvaziye karşı elde edilen geniş ve şaşırtıcı bir alan olabilir. Devrimci öznenin sancısız ve sıçramasız gelişimi onun ölçütlerini de değiştirmiş ve sermaye siyasetinin değer yargılarına mahkum etmiştir. Bu türden öznelerin önünde artık geçilmesi gereken bir eşik filan da kalmaz.
Oysa bir devrimci hareketin olmadan yapamayacağı şeylerden birisi “eşik atlama” ihtiyacıdır.
Sosyalist İktidar Partisi’nin ve genel olarak Türkiye solunun bu ikinci duruma dair bir korku yaşaması için henüz oldukça erkendir. Üzerinde durulması asıl gereken şey toplumsallaşma hedefine dair anlamlı kazanımların elde edilememesinin yarattığı gerilimin denemeci ve bu anlamda omurgasız bir siyasete yol açıp açmadığıdır.
Burada tehlike henüz toplumsallaşmanın başlangıç noktalarında olan bir devrimci öznenin nesnellikle olan temas yüzeyinin hâlâ oldukça öznel belirlenimli oluşundan kaynaklanmaktadır. Sınıfsal dinamiklerin terbiye edici müdahalelerinden ve belli bir programın yarattığı albeni etrafında kümelenen bir toplumsal tabanın denetiminden yoksun kalan devrimci öznenin sahip olduğu hareket serbestliği çoğu kez özgürlük değil keyfiyet üretir. Ama bir devrimci hareketin başına gelebilecek en kötü şey “çıkışsızlığı kabullenmektir” de…
O halde eşiği geçmeye ya da çıkış yolu bulmaya dönük çabaları keyfiyetten uzak tutacak olan nedir
Sihirli formüller peşinde değilim ancak koruyucu üç kritik unsurdan söz edebilirim:
Uygun ve az-çok kalıcı bir siyasi programın gecikmeden billurlaşması; bu programla ilişkisini süreklileştiren sağlıklı ve genişlemeye açık bir kadro dinamizminin sağlanması; açılımların kendisi kadar bu açılımların iç tutarlılığını gözeten ve oluşturan bir siyaset tarzının süreklileştirilmesi.
Bütün bunları elinde tutan bir devrimci öznenin eşik atlamaya ya da çıkış yolu bulmaya dönük hamlelerinde elbette deneysel bir yan vardır; ama önemli olan bu hamlelerin her birisinin yukarıda saydığım üç unsuru da yanına çekmesi ve bir başka hamleye yeni mevziler devretmesidir.
Bunun dışında hiçbir devrimci özne garantili açılım güvencesi veremez bu tür bir güvenceyle hareket edemez.
Sosyalist İktidar Partisi’nin uzun bir süredir toplumsallaşma hedefini gündemine almasına rağmen bu hedefte istediği sonucu elde etmemesine bakarak onu denemeci ve öznel bir siyasetle eleştirenlerin kavrayamadıkları şey partinin açılımlarının az önce değindiğim üç unsuru hırpalamak yerine daha da güçlendirdiğidir. Kaldı ki SİP ve genel olarak Türkiye solu toplumsallaşma hedefi söz konusu olduğunda bir değil birden fazla eşikle karşı karşıyadır. Çünkü Türkiye sosyalist hareketinin geçmiş on yıllardaki geriye çekilişi hemen bütün alanlarda yaşanmış ve sosyalizmin toplumsal hafızayla yalnız siyasal değil ideolojik kültürel ve örgütsel bağı da kopmuştur. Bu bağın zamanı geniş kullanan tek boyutlu açılımlarla değil yoğunlaşmış ve çok yönlü darbelerle kurulacağı açıktır.
Sosyalist İktidar Partisi’nin “ne yapacağını bilemediği”ne çok fazla proje ürettiğine dair eleştiri ya da kuşkusu olanlar içinden geçilen tarihsel kesite biraz daha yakından bakmak durumundadırlar. Aynı doğrultudaki suçlamaların sahipleri ise ne yaptıklarını ve neden bu kadar kısır olduklarını sorgulamalıdırlar.
Parti bu dönemin “çok büyük bir kitleselleşmeye gebe olduğu” kanaatine sahip değildir. Düşünülen bu dönemin kazanılması gerektiğidir. Dolayısıyla kadrolarımızı seslenilen kitleyi ve geleneğimizi tüketen yoran ya da hırpalayan bir pratik içerisinde olduğumuzu asla düşünmedik; tam tersine Sosyalist İktidar Partisi’nin hareket etme yeti ve enerjisi her geçen gün daha fazla artmaktadır.
SİP komünist hareket ile düzen cephesi arasında hiç boşluk bırakmamayı mı hedefliyor?
İlk iki sorunun ardından bu konuya gelmemiz son derece doğal. Çünkü Sosyalist İktidar Partisi’nin kendi ortodoksisi ile bağdaşmadığı ileri sürülen siyaset tarzı ile “denemeci” olmakla itham edilen açılımlarının tek özelliği “toplumsallaşma” hedefi değil. Sosyalist İktidar Partisi liberal ve ulusalcı solun sol olmaktan tamamen çıkması ve düzen siyasetinin içine çekilmesi sonucu serbest kalan çeşitli ideolojik yönelim ve duyarlılıkların komünist hareket ile düzen solu arasında özel bir alan yaratabilecek iç dinamiğe sahip olmadığı düşüncesindedir. Bir olasılık olarak bu alana oynayan reformist ya da milliyetçi “sol” akımların zaman zaman belli büyüklüklere ulaşabilmesi söz konusu düşünceyi değiştirmemektedir. SİP komünist hareketin solda başka aktörlere kaynak ve alan terketmek zorunda olmadığı reformist veya ulusalcı bir hattın Türkiye solunda kendisine bağımsız bir alan yaratabilmek için artık daha az şansı olduğu gerçeğinden hareket etmektedir.
Bu tersinden de okunmalıdır: Türkiye’de komünist hareketin sözü edilen alanı boş bırakıp daha saf bir kulvarda yol almayı tercih etmesi onun devrimci iddialar taşıyabilecek zengin sınıfsal kaynaklardan mahrum olması anlamına da gelecektir. Türkiye kapitalizminin yakın geçmişte ve özellikle bugün yaşadığı kriz-reform salınımları Türkiye solunu oldukça karmaşık bir sınıfsal tabloyla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu tabloda “sanayi proletaryası”nın merkezi rolü ile “toplumsallaşmanın baskın karakterinin dar anlamıyla sanayi proletaryası olması” arasında son derece önemli bir ayrım vardır. Komünist hareket devrimci mücadelede hangi sınıfın merkezi rol oynayacağı ile toplumsallaşma kanallarında yaşanacak zenginliği birbirine karıştıramaz.
Bu nedenle eğer Türkiye’de sosyalizm mücadelesinde komünist bir özneye ihtiyaç duyuyorsak -ki elbette duyuyoruz onun sömürücü sınıflar içerisinde dost aramadan ve siyasal alanda herhangi bir burjuva aktörle yakınlaşma içerisine girmeden oldukça geniş bir alanı kaplayarak harekete geçmesi bu alanın halkçı dinamikler tarafından beslenmesini göze alması gerekir.
Ayrıca Kürt siyasetinde ortaya çıkan kesin ve sağcı tercihten sonra komünist hareketin düzen solu ile kendisi arasında boşluk bırakmasının önemli ve hassas bir diğer gerekçesinin ortadan kalktığı da unutulmamalıdır.
Dolayısıyla komünist bir çizgi kendi gelişimi içerisinde sınıf temelini yitirmeksizin tam tersine o temeli güçlendirmek için ne yurtseverliği ne aydınlanmacılığı ne de özgürlükçülüğü başka “sol”lara terkedebilir. Bunun bir diğer anlamı komünist hareketin söz konusu alana oynayan siyasi aktörlerden parçalar koparması ama daha da önemlisi bu aktörlere ancak burjuva siyasetinin içinde varolma hakkı tanımasıdır.
Türkiye toprağında komünist hareketin hacimli bir reformist ya da halkçı solu kabullenip kendi gününü beklediği kitabi leninist model üzerinden başarı kazanma olasılığı yoktur.
Türkçesi sola anlam kazandıracak solu toplumsal alana taşıyacak özne Türkiye’nin geleceğine damga vuracaktır.
Yaşanan abuk subuk deneylerin yarattığı tahribat yalnızca bir takım kadrolarda değil toplumsal algıdadır da…
Bu kaygılarla hareket eden Sosyalist İktidar Partisi’nin Türkiye solunda komünist harekete meşruiyet kazandırma girişimlerini “öncü çekirdek” retoriğine bel bağlayarak gerçekleştirmek istememesinden daha doğal bir şey yoktur. Komünist hareket bu saatten sonra ne bir inat ne bir geleneğin yaşatılması ne de bir renktir. Bütün bu özellikler ancak ve ancak zengin bir kanalda hegemonya kurulduğunda ortaya çıkacak yan ürünlerdir. Partinin komünist kimlik ve siyasete toplumun sol tahayyülünde baskın bir yer kazandırmak için sürekli arayış içinde olmaktan başka seçeneği bulunmamaktadır. Bu nedenle söz konusu arayışların komünist kimliği sulandırdığı için kendilerini gereksiz bir sıkıntı ve gerilim içine sokanlar rahat etmelidir. Komünist kimliği asıl sulandıran omurgasızlıktır perspektif bozukluğudur teorisizliktir kadrosuzluktur ilkesizlik ve bize ait olmayandan fayda uman kişiliksiz siyaset anlayışıdır.
SİP kendi dışındaki komünistlerle ilişkisinde “katılın” çağrılarıyla mı yetinecek?
Sosyalist İktidar Partisi sosyalizmi emekçi sınıflar nezdinde somut bir seçenek olarak meşrulaştırmak için yürüttüğü çalışmalar ile kendi dışındaki komünistlerle kurduğu ilişki arasındaki uyuma giderek daha fazla önem vermektedir. Bir ara başlık olarak açtığımız sorunun yanıtı da bu uyumun hangi araçlarda somutlanacağında yatmaktadır.
Bugün SİP’in Türkiye solundaki komünistlerin tamamı ya da çoğunluğunu bünyesinde topladığı bu anlamda bir güç dağılmasının söz konusu olmadığı gibi saçma bir iddiayla yola devam etmesi söz konusu bile olamaz. SİP komünist hareketin en önemli siyasal ve örgütsel kazanımı olma iddiasındadır ve bu iddianın getirdiği sorumlulukla hareket etmek durumundadır.
Dikkatle bakıldığında bugün Türkiye solundaki komünist kadroların üç kaynakta toplandığı görülecektir. Bunlar belli bir örgütsel ya da kolektif çerçeve içerisinde hareket eden ve ne yaptığını az çok bilenler; bu örgütsel ya da kolektif çabaların ürün vereceğine ikna olmayı bekleyenler; solcu düşünce ve eylemle temasını komünist hareketin ideolojik siyasal ya da örgütsel varlığı üzerinden kuran yeni unsurlardır.
Sosyalist İktidar Partisi her üç kesimi de kapsayan ama kendi toplumsallaşma ve siyasal hedefleriyle uyumlu o hedefleri ilerletecek bir yaklaşım geliştirmek üstelik bunu niyet ya da temennileri aşan araçlarla somutlamak durumundadır.
Burada en kritik nokta yukarıda değindiğim kaynaklardan ilkidir. Kendisi de bu kategorinin içinde yer alan Sosyalist İktidar Partisi’nin çok karmaşık ve zengin bir tabloyla karşı karşıya olduğunu söylemek olanaksızdır. Türkiye solunda kimin ne yaptığı az çok bellidir ve son yıllarda kolektif aktörlerin sayısında ciddi bir azalma ve sadeleşme söz konusu olmuştur.
Ancak bu durum sorunu önemsizleştirmemektedir. Tam tersine Türkiye solunun kadro kaynaklarındaki daralmanın çok daha dikkatli ve sorumlu hareket etmeyi gerekli kıldığı açıktır.
Sosyalist İktidar Partisi diğer iki kanalın değerlendirilmesi söz konusu olduğunda belli bir rahatlığa ulaşmıştır. Türkiye solunun yakın geçmişinde genç kadrolar yaratma açısından SİP’ten daha zengin bir deney yaşandığı herhalde iddia edilemez. Bu deney sayesinde elde edilen birikimin anlamı yakında daha iyi kavranacaktır. Diğer kategorideki “bağımsız” “tekil” ama örgütlü mücadele kültürü olan komünistlerle üretken ve ortak zeminler üretme konusunda da partinin belli bir mesafe aldığı rahatlıkla söylenebilir.
Her iki başlıkta daha yapılacak çok şey vardır ama asıl güçlük ilk kaynaktadır.
Sosyalist İktidar Partisi eğer söz konusu olan “tek” bir kolektif olsa bile kendisini “kapatma” hakkını ancak muhataplarında belirgin bir duyarsızlık veya rezonans eksikliği ortaya çıktığı durumda tercih edebilir.
Eğer kısa yoldan böyle bir tercihe yönelmeyecekse SİP kendi özgül örgütsel ve siyasal kazanımlarını koruyarak baştan aşağıya güven erozyonu ile malul Türkiye solunda “kapsayıcı” girişimlere nasıl imza atabilir
Sosyalist İktidar Partisi’nin gireceği yol soyut iddialardan hareketle “proje” ya da “model” geliştirmek olamaz. Yapılması gereken ve denenecek olan nüansları test edecek belirginleştirecek ya da giderecek bir ortak üretim zemini bulmaktır. Buradaki zorluk Sosyalist İktidar Partisi’nin örgütsel-siyasal açıdan mücadelenin başka bir momentinde bulunması veya en azından böyle bir iddiaya sahip olmasıdır. Partinin bu noktadan geriye düşmesi veya siyasi faaliyetinin merkezine “kapsama” projelerini koyması mümkün olan en ciddi hata olacaktır.
Bırakın sosyalizm mücadelesindeki somut ve acil görevlerin karşılanma ihtiyacını tek başına “kapsama” başlığının kendisi bile SİP’in iddialarının hakkını verip veremeyeceği ile yakından ilgilidir. Sosyalist İktidar Partisi zaten “ah bir başarısız olsalar” beklentisi içinde olanlarla herhangi bir alışveriş içinde değildir onların komünist gelenekte herhangi bir yer işgal edebileceğini düşünmemektedir. Dolayısıyla SİP bir yandan “bize katılın”ın ötesinde katılım yolları çizerken öte yandan kendi yolunda hızlanmak durumundadır.
Kendi yolunda hızlanan bir partinin kendi dışına dönük duyarlılıklarında azalmalar ortaya çıkması veya yeni unsurlar konusunda isteksizlik göstermesi güçlü bir olasılıktır. Bu nedenle SİP yoluna mümkün olduğunca verimli ve çeşitli temas noktaları yaratarak devam etmek ve örgütlü mücadelenin değişik momentlerinde olup da partiye farklı mesafelerde duran kolektif ya da bireysel öznelerin birden fazla ortaklık yoluna sahip olmasını sağlamak istiyor.
Sol Meclis Sol dergisinin kendisi işçi sınıfı içinde yürütülen çalışmalar kültürevi deneyimi ilk akla gelen başlıklardır ama bütün bu başlıklar Sosyalist İktidar Partisi’nin kendi örgütsel-siyasal varlığını daha kapsayıcı dönüşümlere hazır hale getirmek için yürüttüğü çabalardan daha önemli değildir. SİP’in kendi gelenek ve kazanımları ile bu çabaları karşı karşıya getirmeyeceğini böyle bir karşı karşıya gelişin kaçınılmaz olmadığını ise daha önce söylemiş oluyoruz. Birinden ötekini tercih etmek geride bırakılan bir evrenin kısıtıdır.
Bugün ise partili mücadele dost ve ilerletici yaklaşımlarla barışık küçük hesaplara ve dar grupçuluğa karşı kesinlikle dışlayıcı olacaktır.
Sosyalist İktidar Partisi kendisinden dostlarından ve toplumsal dinamiklerden korkmayacak düzeye ulaşmıştır.