Kapitalist toplumun siyasal sistemi, burjuva devrim sürecinde, siyasal mücadelenin içinde doğdu. Türkiye’deki burjuva devrim söz konusu olduğunda, bu devrimin Kurtuluş Savaşı ile çakışması, buna bir başka boyutun, “milli” mücadele boyutunun da eklenmesini beraberinde getirdi.1 Siyasal sistemin oluşması sürecinde bu ikisi iç içe geçti. Ancak, noktayı koyan kesinlikle siyasal mücadele oldu.
Nasıl Başladı ve Nasıl Bitti?
Bağımsızlık savaşının siyasal sistemin oluşumu ile “atbaşı” gitmesi, çoğu kez yapıldığı gibi 1919’daki iki kongreden başlatılamaz. En başta ulusal önderliğin üzerinde temellendiği bir birikim var. Kuşkusuz 19 ve 20’deki ürünler birer dönemeçtirler. Ancak, Anadolu’daki örgütlenme de bu cemiyetlerin amaçlarının sınırlılığı vb.’na ilişkin özellikleri belirten birkaç cümle ile geçiştirilemez. Çünkü Anadolu yalnızca cemiyetlerden ibaret değil; “Kongreler” ve “Kongre İktidarları”2 da var. Buradaki örgütlenme yaklaşımda alt sınırlardan biri bu olmalı. Üst sınırlardan biri ise, bu örgütlenmenin 19 ve 20’deki ürünlerden daha az gelişkin olduğunun kabullenilmesi ile çizilebilir. Bunun nedeni de şu: “Kongreler”in ve “Kongre İktidarları”nın her şeyden önce ulusallığa terfi ettirilmeleri gerek.
Devlet otoritesinin etkinliğini yitirdiği bir kesitte, ülke, bir “çözülme”yi yaşamaktadır. Henüz ulusal bir kapsayıcılığa ulaşamamış bulunan, ama örneğin yasama, yürütme, yargı organlarını vd. aygıtları oluşturma aşamasını da geride bırakmış bulunan “kongre”ler, bu ortamda birer siyasal ve toplumsal “otorite” oluştururlar.
Burada, ülkenin bir devrimin eşiğinde yaşadığı “çözülme”nin ana eğilimlerini görebiliriz. Yalnız bu “çözülme”nin bir tarihsel ve sınıfsal çerçeveye oturtulması gerek: Ülke bir burjuva devrimin eşiğindedir. Analojinin sınırı burada başlamalı ve bitmeli. “Kongre iktidarları”nın oluşumuna, bu çerçevenin içinde olduklarını akılda tutarak yaklaşmak gerek. Basitçe bunlar, çıkarları karşıt sınıflardan oluşan bir toplumdan ya da bir diğer deyişle özel mülkiyetin varlığının damgasını vurduğu bir toplumsal ekonomik biçimlenmeden diğerine geçiş kesitinde yaşanan bir “çözülme”nin olanak tanıdığı siyasal yapılanmalardır. Yalnızca oluşumları açısından değil, onların üzerinde temellenecek yeni devletin niteliği vb. birçok soruna dek, toplumsal gelişimin “kongreler”i getirip bıraktığı düzey, burjuva nitelikli olacaktır.
Ulusal önderlik bu birikimi kucakladı ve daha gelişkin bir örgütlenme düzeyine ulaştırdı. Sivas, İttihat ve Terakki’nin bir tür yerel örgütleri olan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini merkezi bir bünyeye kavuşturdu: Anadolu-Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetİ3 4 kuruldu. Bu cemiyet “milli” mücadele kitlesinin bütünlüğünü ifade eder.
Tüzüğüne “her türlü fırkacılık cereyanlarından âri” olduğunu ve amaçlarının “her türlü fırkacılık hissiyatından azade olduğunu”5 eklemesi, önce bu bütünselliği yansıtır. Sonra da İttihat ve Terakki’ye karşı duyulan soğukluğu. Ancak son Osmanlı Meclis-i Meb’usanı’nın dağıtılmasına dek bu cemiyet yalnızca Anadolu’da “fırkacılık cereyanlarından âri” olabildi; İstanbul’daki “başkent monarşisi”6 den “âri” olamadı. Olamazdı da. Meclis-i Meb’usan’da bir Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulmasına çalışıldı. Anadolu’da bu “cereyanlardan âri” olan cemiyetin İstanbul ile ilişkisinde bunu sağlayamamasının nedeni şu: İstanbul’da bir siyasal iktidar var ve Cemiyet Osmanlı siyasal sistemine kendi kimliği ile katılmak durumunda. Anadolu’da ise “âri” olmak durumunda. Çünkü burada bir siyasal iktidar yok. İkincisi, “fırkacılığın” farklı siyasal ve toplumsal çıkarları ifade etmesi.Süreç henüz bir siyasal iktidarın yaratılması sürecidir. Fırkacılıktan söz etmek demek, siyasal iktidardan ve bunu ele geçirmek için yapılan siyasal mücadeleden söz etmek demek. Eski İttihatçılar bunu pek iyi bilirler. Şunu da belirler: Siyasal iktidar belirginleşmeye başlayınca, potansiyel bir siyasal mücadelenin yoğunluğuna yaşanacağını belirler. Ama bir burjuva devrimin başından itibaren ayrışmamış olarak görülen bir “halk”la birlikte, geniş bir kitle tabanına dayanılarak başarıya ulaşabileceğini de belirler. Cemiyet “bütün vatandaşları doğal üyeleri sayar” ve “saltanat ve hilafetin dokunulmazlığını sağlamayı” 7 amaçlar.
Sivas Kongresi’nin yapıldığı 1919 Eylül’ünden 1920 yılının Nisan ayına kadar geçen süre içinde “yapı”nın çeşitli unsurları, belli derecelerde yerellikten merkeziliğe aktarıldılar. Sınıfsal özleri ile birlikte. “Kurtuluş Savaşı’nın ilk yılında, 1920 Ekim ayında Büyük Millet Meclisi, hükümet tarafından sunulan ve parası olup da karşılığını verenlerin savaş yükümlülüğünden affedilmesini öngören tasarıyı görüştü.”8
Anadolu-Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin “milli” mücadele kitlesinin bütünselliğini ve ayrışmamışlığını ifade ettiğini tekrar not edip, geçiyorum. Yalnızca bir noktaya değinmek yeterli: Burjuva devrim, bir sonuç olarak yalnızca siyasal özgürlüğü ve eşitliği getirir. Toplumsal eşitlik ve özgürlük emelinde gerçek siyasal eşitlik ve özgürlük ise sosyalist devrimin “işi”dir. Bunu unutanlar, eşitlik ve özgürlüğün kapitalist toplumda hukuksal, olduğunu, ama asla toplumsal olmadığını unutanlar, “siyaseti hukuklaştırırlar.”
Daha sonra dönmek üzere, 1920 yılının son ve 1921 yılının ilk aylarını atlayıp 1921 yılının Mayıs ayına bakmak gerek. Bu tarihte Birinci Grup da denen, Mustafa Kemal’in lideri olduğu Anadolu-Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu kurulur. Resmi olarak. Meb’uslardan bir kısmının aralarında belli bir türdeşliğe vararak oluşturmuş oldukları bu Grubun kurulması, zaten sahip olunan siyasal güç tekelinin, yine resmi olarak, ilan edilmesi demektir. İkincisi, “milli” mücadele kitlesi içindeki diğer kesimlerle yolların ayrıldığının ilan edilmesidir. Ama öte yandan bizzat bu mücadelenin kendisinin sahiplenilmesidir. Yani, siyasal gücü elinde bulunduranlar “milli” mücadeleyi kendi hanelerine yazmaktadırlar. Ve son olarak, bu mücadele ile siyasal güç tekeline sahip olanların özdeşleşmesi, resmi olarak, bu tarihte başlar.
Grup Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin yönetim merkezlerini kendisininkine bağlar. “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, bütün milli mücadelecileri içine alan bir kuruluş olma niteliğini yitiriyor… Grubun dışında kalan meb’uslar milli mücadeleye karşı imiş gibi bir duruma düşüyorlardı.”9 Burada şunu eklemek gerek: Bu tarihten önce, 1921 yılının Ocak ayında Mustafa Suphi Meclis dışından ve aynı yılın Mart ayında Nazım Bey, Halk İştirakiyun ‘Fırkası’ndan Nazım Bey, Meclis içinde aynı duruma düştüler. Meclis’in İçişleri Bakanlığı’na seçtiği Nazım Bey, İngiliz Muhibi olmakla suçlandı ve aynı Meclis tarafından İstiklal Mahkemesi’ne verildi; mahkum oldu. Yukarda bahsettiğim özdeşleşmenin ilerki yıllara dönük örneklerini de vermek istiyorum: Birinci Grup, daha sonra Halk Fırkası’na dönüştü; kongrelerini Sivas’tan başlattı. Millet Meclisi’nin yayın organı “Hakimiyet-i Milliye” Halk Fırkası’nın organı olurken ismi değişti; “Ulus” adını aldı. Ayrışma, her zaman olduğu gibi bir mirasın sahiplenip sorununu da beraberinde getirdi. İdeolojik plandaki değişim ise şu oldu: Grup tüzüğünde saltanat ve hilafetten söz edilmedi. Resmi tarih ise hep ve yalnızca bundan söz etti.
Birinci Grup, temel ilke olarak halkçılığı benimsedi. “Halk”ın farklı sınıflardan oluşmuş olduğuna inanan siyasal hareketler bertaraf edildikten sonra “halk”, bu kez farklı meslek gruplarından oluşan bir topluluk olarak görüldü.
Halkçılık, sınıf savaşımının bir öz olarak içkin olduğu siyasal mücadelenin, bu öz reddedilerek yürütülmesinin ideolojik ilkesidir. Ve kesinlikle Türkiye’ye değil, genel olarak burjuvaziye özgüdür.
1919 yılının Eylül ayından 1920 yılının aşağı yukarı aynı ayına kadar yaşanan süreç, siyasal iktidarın belirginleşmesi ve oturması için yeterli oldu. Sadece bir yıl. Bu bir yılın hazırladığı temel üzerinde, Anadolu-Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulması için elverişli bir ortamı oluşturan koşullar olgunlaştı. Bu koşullar en çok 1920 sonu ve 1921 başında olgunlaştı. Örnekleri ard arda sıralamak istiyorum: Mustafa Suphi ve Çerkez Etem olayları, komünist hareketin hükümet tarafından kontrol edilmesini sağlamak için resmi TKF’nin kurulması, İnönü “Zaferi”nin kazınılması, 10 ve son olarak Nazım Bey’in İstiklal Mahkemesi’ne verilmesi…
Bütün bu dönem boyunca siyasal gücü elinde bulunduranlar kendilerine Grup kimliğini “alenen” vermediler.
Bunlar 1921 yılı Mayıs ayının gerisinde kalanlar. Siyasal iktidar üzerinde sahip olunan güç bu dönemde yetkinleştirildi. Siyasal mücadele siyasal iktidarı ele geçirmek için değil, onun üzerinde sahip olunan egemenliğin korunması için bu dönemde verildi. Bu yolda büyük bir “pürüz” çıkartabilecek durumda olup siyasal iktidarda “gözü” bile olmayanlar, aynı dönemde birer “hedef” haline geldiler. Örneğini Mustafa Suphi oluşturuyor. Doğrudan siyasal mücadele içinde olmayanlar bile, örneği de Çerkez Etem, bu dönemde tasfiye edildiler. Nedeni çok basit: Siyasal iktidar için mücadelenin, tek tek her özne için, özne değilse bile elinde belli bir gücü tutanlar için işleyen nesnel bir yasası vardır. Siyasal iktidar perspektifine sahip olsun olmasın; bu yasa uygulanır.
Meclis’te Birinci ve İkinci Gruplardan başka gruplar da vardı. “Fakat 1921 ilkbaharına gelindiğinde (italikler bana ait), bu zümre, grup ve fırkalardan hiçbiri faaliyete devam etmiyordu.11
Küçük pürüz çıkartabilecek olanlar 1921 Mayıs’ının sonrasına kaldı. İkinci Grubu kastediyorum. Bunun da “bir şekilde” çaresi bulundu. İkinci Meclis için yapılan “güdümlü seçimlerde” 12 Meclis’in çoğu Birinci Grubun meb’us adaylarından bir araya geldi. İkinci Grup çok az sayıda meb’usluk kazanabildi. İkinci Grup, Mayıs öncesindeki gruplaşmalardan farklı olarak, muhaliflikleri, örneğin Serbest Cumhuriyetçi Fırka ve Demokrat Parti gibi, düzeni tehdit etmeyen burjuva partilerinin prototipini oluşturdu.
Sonuç Yerine
Türkiye’de burjuva siyasal sistemin temellerinin, Kurtuluş Savaşı yıllarında atıldığını söylemek doğrudur. Ancak yeterli değil. Bu temellerin, siyasal mücadele içinde atıldığını eklemek; bu sistemin sınıfsal bir özü olduğunu da belirtmek gerek.
İkincisi, sahiplenilmesi gereken yalnızca “milli” mücadele değildir. Siyasal mücadelenin belirleniminde ve ayrıştırıcılığında “Kuvvay-ı Milliye” geleneği içinde bir yerde konumlanılacaksa, kabul. Yok eğer yalnızca “Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ateşleri içinde doğmuş olmak”la, yalnızca bununla övünülecekse, bu, dosdoğru Kurtuluş Savaşı yıllarında bir siyasal mücadele olduğunun reddedilmesi kapısına çıkar.
En ağıra giden husus “milli mücadeleden kapı dışarı edilmek” olmamalıdır. Birazcık da olsa siyasal mücadele içindeki tökezlemelerden ders alınmalıdır.
Siyasal mücadelede tökezlemelere karşı duyarsızlığın kaynağı çok gerilere gidiyor. Bir tarih bilincinin edinilmesi gerçekten yaşamsal oluyor.
Son olarak: Türkiye bir gün, “kongreler” dönemini çok farklı bir düzlemde yaşayacak. Türkiye sosyalistlerinin o döneme hazırlanmaları gerekiyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Burada iki uyarı yer almalı. Bir: “milli” mücadelenin varlığı ne Türkiye için sakat bir özgürlük anlayışına ne de burjuva devrime içkin olan ulusalcı karakterin salt bu mücadelenin varlığı ile ortaya çıktığı gibi görüş açısına neden olmamalı
- Tanör, Bülent; Türkiye’de Kongre İktidarları, Yapıt Dergisi, Sayı 13, içinde, Ankara, 1985.
- “… gerek A-RMHC’nin gerekse ilk TBMM üyelerini büyük çoğunluğu İttihatçıydı ve İttihatçı jargonda ‘cemiyet’parti demekti; parti meclis grubuna ise ‘fırka’deniyordu. (2)
- Tunçay, Mete; Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), Yurt Yay., Ankara 1981, s. 42.
- a.g.e., s. 31.
- Tanör, Bülent; a.g.e., s. 9.
- Tunçay, Mete; a.g.e., aynı sayfa.
- Küçük, Yalçın; Türkiye Üzerine Tezler 1, Tekin Yayınevi, Ankara, 1980, s. 105.
- Yücekök, Yücekök; Türkiye’de Parlamento ‘nun Evrimi, A.Ü. SBF Yay., Ankara, 1983, s. 102.
- Küçük, Yalçın; a.g.e., Cilt 2.
- Tuncay, Mete ; a.g.e., s. 42.
- Tuncay, Mete ; a.g.e., s. 51