Halkların Demokratik Partisi (HDP) üzerine yazılacak bir yazı birden fazla yönü içinde barındırmak durumunda. Türkiye tarihinde HDP sıradan bir muhalefet partisi olarak görülemeyeceği gibi, Türkiye’de sosyal demokrasinin ana unsuru pozisyonunda olmadığını ve meseleyi Türkiye’nin çeşitli özgünlükleri ile birlikte ele almak gerektiği açık olmalı.
Buradan hareketle HDP’ye dair bir tartışmayı yürütürken bu yönlerin ana hatlarının ifade edilmesi gerekmektedir ve kabaca şu başlıkları yazmak mümkündür:
- HDP’nin Kürt siyasi hareketinin tarihselliği içerisinde ele alınması.
- HDP’nin Türkiye siyasetinde oturduğu güncel yerin netleştirilmesi.
- Kürt ulusalcılığı düzleminde HDP’nin rolü.
- HDP ve liberalizm.
- HDP, Türkiye siyaseti, Türkiye işçi sınıfı mücadelesi ve sol.
Tüm bu başlıkların ayrı ayrı ele alınması elbette mümkün olmakla birlikte, bunların bileşkesinin ya da sentezinin işaret ettiği yönün açık bir şekilde ortaya konulması önem taşımaktadır.
“Demokratik Cumhuriyet” ve sonrası…
HDP’nin Kürt siyasi hareketinin tarihselliği içerisinde oturduğu yeri netleştirerek tartışmamıza başlayabiliriz.
Burada milat sayılabilecek noktalardan bir tanesi, 1999 sonrasında Abdullah Öcalan tarafından ortaya konulan “Demokratik Cumhuriyet” paradigmasında vücut bulmuştur. Pek tabii ki bunun da kökenleri olmakla birlikte, yakın tarih açısından kritik bir dönüm noktası olduğunu herkes kabul edecektir. Kürt hareketinin devrimci demokrat özünün geçirdiği başkalaşımın süslü sözlerle propaganda edilmesi, Kürtler için bağımsızlık, eşitlik, özgürlük, sosyalizm gibi kavramları geri plana atıyor ve esas görevin Türkiye’nin demokratikleştirilmesi olduğuna dair misyonu ön plana çekiyordu. Sınıf çelişkilerinin yok sayılması, Kürt yoksullarının kapitalizme karşı öfkesinin kenara itilmesi, asimilasyona direncin bir emekçi tepkisi olmaktan çıkarılarak ulusal demokratik hakların savunusu sayesinde Türkiye’nin demokratikleşeceğine olan inancın pompalanması gibi başlıklar tam da bu süreçle birlikte ortaya çıkmıştır.
Bu başlığın Abdullah Öcalan’ın devletle pazarlık edip cezaevinden kurtulmak için ortaya attığı taktiksel bir hamle olduğu çokça söylense de, durumun tek başına bu olmadığı ve aslında stratejik bir açılım olduğu yıllar içerisinde ortaya çıktı. Neden olduğunu birkaç başlık üzerinden özetlememiz mümkün görünmektedir.
Birincisi, Türkiye kapitalizminin çeşitli kriz dinamiklerini içinde barındırdığı 2000’li yılların başında, 2002 yılında kurulan AKP iktidarı açısından Kürt hareketinin bu pozisyonu daha başlangıç noktasında bir can simidi olmuştur. Bağımsızlıkçı (ya da daha net bir tabirle ayrılıkçı) bir Kürt hareketi yerine, pazarlık etmeyi arayan Kürt siyaseti, AKP iktidarının demokrasi oyunu için önemli bir kaldıraç olarak kullanılmıştır.
İkincisi, “AKP demokrasisinin” özünün 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesi üzerine kurulu olduğu ortaya çıktığında kendisine ideolojik ve politik destek yine Kürt hareketinden gelmiştir. Demokratik Cumhuriyet tezi sermaye devleti, burjuva sınıfı ve gerici AKP iktidarı ile pazarlığın, aynı zamanda kemalizmi karşıya almanın aracına dönüşmüştür.
Üçüncüsü, Kürtler açısından önemli bir coğrafya olan Ortadoğu’da, Sovyetler Birliği sonrasında emperyalizmin yönelimlerinin henüz belirsizlik taşıdığı bir dönemde, Kürt siyaseti açısından korunaklı bir zemin yakalanmıştır. Sosyalizmin ulusal kurtuluş mücadelelerini sola çeken durumu ortadan kalktığı noktada, Kürt siyasi hareketi için de emperyalizmle pazarlık ya da işbirliği konusunda zemin yakalaması gerekiyordu. Kürt ulusalcılığının ve işbirlikçiliğinin geleneksel kanadı Barzanicilik açısından da, daha modern ve devrimci demokrat bölmesi olan PKK açısından da bu böyleydi. 2018 yılına gelindiğinde bu zeminin yakalanmış durumda olduğunu ve oldukça büyük bir mesafe kaydedildiğini görmezden gelmek pek mümkün değil.
Dördüncüsü, devlet açısından Kürt hareketinin bu pozisyonu olanaklar sağlamıştır. 1999 sonrası 2007’li yıllara kadar Kürtleri imha ve inkar politikalarını ya da çatışmalı süreçleri hafifletmek açısından müzakere süreçleri sermaye devleti için nefes almanın yolu olmuştur. 2007 sonrasında müzakere-çatışma ekseni daha yapısal bir karakter kazanırken, başta ABD olmak üzere emperyalizmin dahlini daha fazla görebildiğimiz süreçler hayata geçmiştir. Bu durum iki taraf açısından çeşitli olanaklar getirdiği gibi, başka gerilimlerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. (Örnek: Son dönem Suriye’de yaşananlar)
Ancak bu noktalara gelirken geçilen aşamaları da kabaca ele almak gerekiyor. Demokratik Cumhuriyet tezini takip eden Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Özerklik başlıklarına da vurgu yapmak günümüzü açıklamak açısından değer taşımaktadır. Çünkü çeşitli aşamalardan geçerek bugünlere gelen Kürt siyasi hareketi söylemsel olarak 1999 yılında ortaya atılan teze dönmüş gibi bir görüntü vermektedir. Önce bu vurgulara, son dönemde HDP tarafından öne çıkarılan başlıklara göz atabiliriz. HDP’nin son dönem yaklaşımları nedense ilk dönemlerindeki pazarlığı arayan tonu içinde barındırıyor gibi…
Örneğin 24 Haziran seçimleri öncesinde HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli 27 Nisan 2018 tarihinde yaptığı bir açıklamada şu vurguyu yapıyor:
“Türkiye’nin sorunlarını çözecek bir programla Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidiyoruz. Diyoruz ki, bu Anayasa değişikliği Türkiye’ye bir çözüm getirmemiştir, tersine sorunları derinleştirmiştir. Bu değişikliği kabul etmiyoruz. Türkiye hep birlikte seçimden sonra bizim Cumhurbaşkanımızla, parti grubumuzla her şeyden önce Türkiye halkları ile birlikte bir çözüm anayasası, yeni bir toplumsal sözleşme yapacaktır. Ortak vatanda demokratik bir cumhuriyet* için bir araya gelerek, bir yeni toplumsal sözleşme yapacağız. Bunu yapacak olan HDP’dir.”1
Bu açıklamadan yaklaşık bir yıl öncesine gidersek, 4 Kasım 2016 tarihinde tutuklanan ve o dönem HDP Eş Genel Başkanlığını yürüten Selahattin Demirtaş’ın, 20 Mayıs 2017 tarihinde düzenlenen HDP Kongresi’ne gönderdiği mesajda şu ifadeler yer alıyor:
“İnançlarımız, ibadetlerimiz, ideolojilerimiz, türkülerimiz, halaylarımız, horonlarımız, dualarımız, rüyalarımız hep ortak yaşam ve toplumsal barış üzerineyken, bizler bunlar için daha somut, daha sonuç alıcı adımlar atmaktan çekinmeyelim. Siyasette cesaret budur. Bin bir emekle gerçekleştirdiğimiz, ama bir türlü nihayete erdiremediğimiz, en son Dolmabahçe Sarayı’na gömülen barış umutlarımızı yeniden ve daha güçlü bir şekilde haykırma zamanıdır. Cumhuriyet’in demokratik değerlerine sahip çıkmak, eksiklerini gidererek, yanlışlarını düzelterek, Cumhuriyeti demokratikleştirerek mümkün olur. Ortak vatanda birlikte, eşit ve kardeşçe yaşamak için, demokrasisi güçlü bir Cumhuriyet’in onurlu eşit yurttaşları olarak korkmadan, birbirimize dostlukla sarılabilmek için hepinizi cesarete davet ediyorum.” 2
Bir örnek daha: Bu sefer 2017 yılının Şubat ayına gidelim. Başkanlık referandumunda “Demokratik Cumhuriyet, Ortak Vatan için Hayır!” sloganını kullanan HDP’nin 6 Şubat 2017 tarihinde yaptığı “Hayır” deklarasyonu şu şekilde başlıyor:
“Bizler, bu ülkenin emek, barış, demokrasi ve özgürlük güçleri olarak insanca yaşanabilir ve demokratik olan bir Türkiye için bir araya geldik. Şimdiye kadar yürüttüğümüz mücadele, 94’üncü yılına yaklaşan Cumhuriyet’i demokratikleştirme, sosyalleştirme ve bu toprakları, üzerinde herkesin eşit olarak yaşadığı ortak vatan yapma mücadelesidir. Emekten, demokrasiden, barıştan ve özgürlüklerden yana; doğadan ve insandan yana; eşitlik hukuku ile bir arada yaşamdan yana bir anayasayı Türkiye halklarına kazandırma mücadelesine dün olduğu gibi bugün de devam ediyoruz.”3
Örneklendirdiğimiz bu başlık ve yapılan alıntılar, “Demokratik Cumhuriyet” vurgusunun biçimsel olarak güçlendirildiğini ortaya koyma amacı taşımıyor. 1999 yılında başlayan bir sürecin geçirdiği aşamalar ile birlikte, HDP’nin artık var olduğu bir uğrakta biçimsel olmayacağını varsayabileceğimiz bir dönüşten bahsediyoruz.
Aynı zamanda vurgu tek başına demokratikleşme bahsi ile ilgili değil. Kürt sorunu üzerinden atılacak adımlarla Türkiye’nin demokratikleşebileceğine dair olan düşünce ve yaklaşım özellikle liberaller eliyle canlı tutulmaya, Türkiye solunun da ana paradigmalarından biri yapılmaya çalışılıyor. Bu başlığa ileride değineceğiz.
Bu noktada altını çizmeye çalıştığımız şey, Kürt sorunu ve demokrasicilik bağlamında politik olarak konfederalizm ve özerklik uğraklarından geçen Kürt hareketinin ve dolayısıyla HDP’nin 2016 yılı itibariyle yeniden Demokratik Cumhuriyet söylemine sarılması ile ilgili. Bunun nedenlerinin ise birden fazla noktada aranması gerekiyor.
Bunlardan birincisi 2003 yılında emperyalizmin Irak işgaline ortak olan Kürt siyasi hareketinin Barzani/Talabani çizgisinin 2005 yılında Kürt devletleşmesi yönünde attıkları adımların PKK ve Öcalan üzerindeki etkisinde aranmalıdır. Bu etki Irak’ta Kürt Bölgesel Yönetimi’nin kurulması ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) Başkanı Celal Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanı ilan edilmesi üzerine ortaya çıkmış, Kürt hareketi de Demokratik Cumhuriyet aşamasından Demokratik Konfederalizm aşamasına geçtiğini duyurmuştur. Konfederalizmi, Türkiye içinde demokrasinin büyütülmesi ve Kürt sorununa çözüm aranması yöneliminden farklı bir yerde görmek gerekir. Irak’ta Kürt devletleşmesi ile birlikte PKK artık daha fazla ulusal birlik ve ayrılık gündemini açarken, Türkiye içerisinde silahlı eylemlere dönülmüş, Koma Civakên Kurdistan (KCK – Türkçesi: Kürdistan Topluluklar Birliği) kurulmuştur. Her ne kadar Demokratik Konfederalizm söylemsel olarak dış güçlere ya da emperyalizme karşı bir duruşu olduğunu söylese de bu biçimseldir. Irak’da emperyalizm işbirliği ile açılan Barzani/Talabani çizgisi ile birlikte, PKK ve Öcalan, ABD ile daha fazla işbirliği isteyen bir pozisyon içerisine girmiştir.
Bunun tipik bir örneği ise PKK’nin önder kadrolarında Murat Karayılan’ın 2006 yılında Amerikan Newsweek dergisine verdiği röportajda görünür hale gelmişti. 2004-2005 dönemini konfederalizm ve Ortadoğu’daki Kürt devletleşmesi ekseninde ele alan Kürt siyasi hareketi, 2006 yılında çatışmaların tekrar başlaması ile birlikte çıkış yolunu Ortadoğu’da Amerikancı çizgiye daha fazla sarılmakta bulmuştu. Başka bir pencereden bakılırsa devlet ile çatışmaların yükseldiği bir evrede, Barzani ve Talabani’nin Amerikancılık üzerinden “kazanımlar” elde ettiğinin düşünüldüğü bir dönemde PKK en azından sürecin dışında kalmamak için çıkış yapmaya çalışıyordu. Bunun en açık ifadesi ise Karayılan’ın biraz önce vurgu yaptığımız şu sözlerinde ortaya çıkmıştı:
“ABD’nin müttefiki olabiliriz, düşmanlarımız aynı. ABD bizi hep düşmanlarımızın gözüyle gördü. Oysa biz, dost olarak algılanmak istiyoruz. 7 bin silahlı savaşçımız, İslami köktenciliğe karşı ABD’nin müttefiki olabilir.” 4
Tüm bunlara paralel bir gelişmeyi unutmamak gerekmektedir. Irak işgali ile birlikte, Kürt hareketi içerisindeki Osman Öcalan’ın ağırlık gösterdiği ABD’ci çizgi İran tarafında da güçlenmeye başlamış, süreç Abdullah Öcalan’ın yönlendirmesi ile birlikte PKK’nin İran’daki kolu olan Partiya Jiyana Azad a Kurdistanê’nin (PJAK – Türkçesi: Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) kurulması ile devam etmiştir. PJAK da ideolojik olarak konfederalizmi savunan bir çizgiye yerleşirken, İran’dan ayrılarak Kürt devletinin kurulması yönünde politik ve silahlı eylemlere başlanmıştır. (Mart 2004 itibari ile)
Bu bahisteki ikinci önemli başlık Avrupa Birlikçilik ile ilgilidir. 2002’de iktidara gelen AKP’nin Avrupa Birliği’ne üyelik yönünde müzakere sürecine girişmesi, Avrupa Birliği Anayasası altına atılan imzalar, Türkiye’de Kürt sorunu ve demokrasicilik bağlamında “yeni arayışları” beraberinde getirmiştir. Bu arayış AKP iktidarı açısından ekonomik ve siyasi olarak kendilerinden önceki iktidarların başlattığı eklemlenme süreçlerini devam ettirmek, Kürt hareketi açısından ise bu durumdan istifade ederek AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ile konfederalizmi örtüştürmeye çalışmak olmuştur. Kürt siyaseti cephesinden bu noktadaki temel beklenti AB’nin ulus-devlet modelini reddetmesi, bununla birlikte AKP iktidarının ulusal-demokratik haklar bahsinde adımlar atma ihtimalidir.
Bu durumun tipik bir örneği 2004 yılında gözler önüne serilmişti. Avrupa Birliği’nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, Kürt hareketi tarafından Diyarbakır’da yapılan Newroz’a davet edilmiş, 1999 yılında Mesut Yılmaz’ın sarf ettiği “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” sloganı dillere pelesenk olmuştu. 2004 Newrozu’nda Verheugen’in Diyarbakır’da bulunduğu ama Newroz alanına gelmediği ifade edilirken, Kürt emekçi ve yoksullarının umutları emperyalizme endeksli hale geliyordu. Durumu daha geniş bir şekilde gösteren ziyaret ise 6 Eylül 2004 tarihinde yapıldı. AB komiseri Verheugen, Diyarbakır Valisi Nusret Miroğlu, Belediye Başkanı Osman Baydemir ve Kürt siyasetçi Leyla Zana ile temaslarda bulunurken, basına yaptığı açıklamada şunları söylüyordu:
“Bu ziyaretimin özel bir amacı var, o da buradaki durumu yerinde incelemek ve vatandaşlarla görüşerek onların reform sürecine ilişkin görüşlerini almaktır. Reformların vatandaşların hayatlarını ne yönde etkilediği konusunda bilgi alarak, sivil toplum kuruluşlarının da reformlar başarılı oldu mu? Eksikleri olup olmadığı konusunda görüşlerini alacağım.
AB, Diyarbakır ve bu bölgeye özellikle önem veriyor. Çünkü bu bölgede uzun yıllar çatışma yaşandı. Aynı zamanda bölgede ekonomik bakımdan da farklılıklar söz konusu, bu nedenle AB katılım süreci ile başlayan demokratikleşme ve modernleşme sürecinin burada ciddi bir etki yaratmasına neden olduğunu düşünüyoruz.”5
AKP iktidarının ilk dönemlerinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalizme yeniden ve yeniden eklemlenme yönündeki eğilim ve yaklaşımlarının Kürt siyasi hareketinde ne gibi sonuçlar oluşturduğunu, bununla birlikte Ortadoğu’daki gelişmelerin yine Kürt siyasi hareketi üzerinde ne gibi bir etki yarattığını görmek açısından bu örnekler önem taşıyor. Devamında ise, Türkiye Kürtleri’nin içindeki sınıfsal ayrışma dinamiklerini bir kenara not etmekte fayda bulunmaktadır. 1970’lerin sonu itibariyle devrim stratejisini yoksul Kürt köylülüğüne dayandıran, buna az da olsa proleterleşmiş Kürtleri ekleyen, kentli küçük burjuva ya da aydın Kürtler aracılığı ile ulusal çıkışını arayan Kürt hareketinin karşısına, AKP iktidarı döneminde daha geniş bir Kürt proletaryası ve Türkiye sermaye sınıfının parçası olma heveslisi olan bir Kürt burjuvazisi çıkmaya başlamıştır. Ek olarak, AKP iktidarı Türkiye’de sağın geleneksel olarak siyasete dönem dönem içerdiği Kürt yerel burjuvazisini, Kürt illerindeki tarikatlar ve cemaatleri daha yapısal bir şekilde sisteme eklemlendirirken, Kürt yoksullarının büyük kentlere göçü ve proleterleşme süreci hızlanmıştır. Kürtler üzerinde siyaseten etkili olabileceğini varsayabileceğimiz bir diğer bölme olan Barzaniciliğin Türkiye kolu ise geleneksel kalıplarının ve ölçeğinin dışına çıkmamıştır.
Bu yazıdaki amacımız AKP iktidarı ile birlikte şekillenmeye başlayan yeni rejimin Kürtler üzerindeki sosyolojik ya da sınıfsal çözümlemesini yapmak değil. Bu konu ile ilgili Marksist Manifesto dergisinde daha önce çıkmış olan bir yazıya göz atılabilir.6 Ancak bu bahsedilen dönemde AKP iktidarı Kürt meselesine düzenin bütün araçları (siyasi, askeri, ideolojik, diplomatik, ekonomik, kültürel) ile yüklenirken, Kürt siyasi hareketi tüm bu başlıklarda oyunu düzen cephesinin sınırları içerisinde kurmayı tercih etmiştir. Dolayısıyla gelinen noktada Kürt ulusalcılığının, sınıf çelişkilerini veri almadığı, kapitalizmi kabul ettiği ve bunun gerici, işbirlikçi yönleri ile aşık atmaya çalıştığı bir düzlem şekillenmiştir. Bu sürecin kaldıracı ise adlı adınca liberalizm olmuştur.
Şimdi, İkinci Cumhuriyet’in kuruluş paradigmalarını, Kürt hareketinin buradaki pozisyonunu ve bugünün HDP’sine giden yolun köşe taşlarını ele almaya başlayabiliriz.
İkinci Cumhuriyet’in temel taşları ve Kürt siyasi hareketi
Türkiye’de 2007 seçimlerinde AKP’nin yüzde 46,5, 2011 seçimlerinde ise neredeyse yüzde 50 gibi oy oranlarına ulaşması bugünden bakıldığında İkinci Cumhuriyet’in köşe taşlarının döşenmesi ve Türkiye’deki tüm siyasi öznelerin buna göre pozisyon almasını beraberinde getirmiştir. Kürt siyasi hareketinin de AKP iktidarı, sermaye devleti, emperyalizm ile olan ilişkilerinde de temel belirleyen parametreler bu çerçevede şekillenmeye başlamıştır. Bunlara ekleyeceğimiz en önemli bölgesel gelişmeler ise, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’de gelinen aşama, AKP iktidarı eliyle Türkiye’ye biçilen Yeni-Osmanlıcı rol, Arap Baharı ve devamında 2011 itibariyle Suriye’ye dönük emperyalist müdahalenin cihatçı örgütler aracılığı ile başlatılmasıdır.
Öncelikle, AKP eliyle Türkiye’ye yaşatılan dönüşümün sadece sağ bir siyasi partiye ya da Tayyip Erdoğan’a mâl edilerek sürecin açıklanmasının yetersiz ve eksikli olduğu bilinmelidir. 2007 itibariyle Türkiye’de açılan pencere Türkiye burjuvazisinin özellikle 12 Eylül’den itibaren Türkiye’de iktisadi olarak yerleştirmeye çalıştığı sistem içi dönüşüm, siyasal İslamcı güçlerin iktidara yerleşmesi, emperyalizm açısından ise Sovyetler Birliği’nin var olduğu dönemlerde emperyalizmin uç jandarma karakolu olan Türkiye’de rejimin yeniden yapılandırılmasıdır. Bu yapılandırma işlevinin liberal bir içerikle ve “Türkiye’nin demokratikleştirilmesi” adı altında gerçekleştiği ise AKP iktidarının bir gerçekliği olarak açık bir şekilde görülmüştür.
Kürt sorunu da bu bağlama oturmuş, Kürt emekçilerinin payına düşen ise İkinci Cumhuriyet’e eklemlenme olarak gündeme gelmiştir. Kürt siyasi hareketinin Türkiye’deki legal kanadının yapmış olduğu açılımlar, “müzakere ve barış” süreçlerinde alınan tutumlar ve çatışmaların yeniden ortaya çıkması bu düzlemde ele alınmak durumundadır. Daha öncelerinde ifade ettiğimiz bir tespiti bu yazıda da kabaca ele almak ise isabet olacaktır. Genel bir doğru olarak Kürt siyasi hareketi ile Türkiye sermaye devleti arasındaki ilişkiler bütününü çatışma-uzlaşma diyalektiği içerisinde ele almak ve yukarıda da belirttiğimiz üzere meseleyi “İkinci Cumhuriyet”e eklemlenme bağlamında okumak doğru olandır. Sermaye politikalarını kabul etmeyen, emperyalizme direnen, gericiliğe tam boy karşı çıkan bir Kürt hareketi ve bundan ayrı piyasacı, işbirlikçi ve gerici bir Kürt hareketi ikilemi bulunmamaktadır. Kürt siyasi hareketi ulusal bir hareket olarak, Kürt emekçi ve yoksullarının talepleri dışında Kürt burjuvazisinin çıkarlarını savunmakta, gerektiğinde emperyalist politikaların parçası olmakta, özellikle AKP iktidarı döneminde öne çıkan bir özellik olarak İslamiyet’e Kürdi bir yorum getirmeye çalışarak yeri geldiğinde din dışı karakterini geri çekmektedir. O yüzden iki farklı Kürt hareketi bulunmamaktadır. Artık, geleneksel olarak sosyalizmden beslenen bağımsızlıkçı, özgürlükçü, seküler bir hareket, yerini, bu kavramların başkalaştığı ya da sakatlandığı bir harekete bırakmıştır. Kürt siyasi hareketi devrimci demokrat bir hareketten liberal demokrat bir harekete dönüşmüştür. Bu meseleye de ileride değineceğiz.
Tüm bunların bileşkesi Kürtlerin İkinci Cumhuriyet’e eklemlenmesi bağlamında Anayasal statü talebinin gündeme gelmesi, 2007 yılı Ekim ayında da “Demokratik Özerkliğin” ilk defa dile getirilmesi olarak ortaya çıkmıştır.
Bilindiği üzere Türkiye tarihinde 2007 – 2011 arası dönemi AKP iktidarı, FETÖ ve liberaller arasındaki büyük uzlaşma ile birlikte Ergenekon operasyonlarının yapıldığı, 1923 Cumhuriyeti’nin kazanımlarının tamamen tasfiye operasyonuna girişildiği, özelleştirmelerin ivmesinin çok yükseldiği, devlet içindeki hesaplaşmaların toplumsal alana yansıdığı ve kabaca kemalizmin iktidardan indiği bir dönem olarak tanımlıyoruz.
Bu yazıdaki amacımız doğal olarak AKP iktidarının ve Türkiye kapitalizminin bu dönemde kazandığı karakteri irdelemek değil. Ancak bunlarla birlikte, özellikle bu dönemde Kürt ulusalcılığının liberal karakterinin güçlendiğini, kendine bu aşıyı yaparken Türkiye soluna da aynı yolu işaret ettiğini görmemiz gerekmektedir.
Buradaki pencereyi açanların da liberaller olduğunu, 2007 seçimleri sonrasında Birikim dergisi çevresinin ileri gelenlerinden Ömer Laçiner’in Türkiye’de burjuva demokratik devriminin tamamlandığını ifade eden sözlere denk geliyoruz. Hatırlanacağı üzere Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner, 14 Eylül 2007 tarihinde Birgün gazetesinde yayımlanan röportajında, 2007 Temmuz’unda yapılan genel seçimlerdeki “AKP’nin seçim zaferi”nin Türkiye’de gerçek bir burjuva devrimi yaşandığını gösterdiğini açıklamıştı. Laçiner röportajında, burjuva demokratik devrimin tamamlandığını belirtmesinin ardından, “bu aşamadan sonra sosyalizmin temsil ettiği idealleri savunanların önünde bu idealleri gerçekleştirme hedefi birincil olarak gündemdedir” diye devam ediyordu. Aynı konuşmada, AKP’yi “demokrasi güçlerinin bir öznesi” sayan Laçiner, “Demokrasinin ve temel Cumhuriyet değerlerinin kendisine karşı ciddi bir saldırı gelirse, 12 Eylül’de olduğu gibi, siz bu saldırının niteliği gereği buna karşı çıkan kim varsa onunla birlikte hareket edersiniz. AKP, istenilen düzeyde olmasa bile onun kulvarındaki rakipleri sayabileceğimiz CHP ve merkez sağ partilerden çok daha istekli ve kararlı oldu. İktidarlarının ilk dönemlerinde yaptıkları çalışmalar azımsanacak şeyler değil.”7 gibi sözlerle AKP yandaşlığını gözler önüne seriyordu.
Laçiner’in bu kadar rahat AKP destekçiliği yapıyor olmasının doğal olarak o dönem Türkiye’de liberallerin açık bir şekilde AKP projesine yamanmaları olduğu açık. Ancak, neredeyse siyasi hayatının bütününü “burjuva demokratik devriminin tamamlanması” üzerine kuran bir şahsiyetin 2007 itibariyle bunun tamamlandığını ilan etmesi ve sosyalizm mücadelesi verenleri artık AKP’ye yedeklenmeye çağırması ise ilk başta şaşırtıcı görünebilir.
Oysaki, bunu anlamak için filmi biraz ileriye sarmak, 2010 referandumuna gitmek ve o kesitte ortaya çıkan sağlı-sollu “Yetmez ama Evet”çiliği hatırlamak yeterli olsa gerek. Ancak bu hatırlatmadan önce Laçiner’in bu kadar rahat bu değerlendirmeleri yapmasını sağlayan ve AKP’yi demokratik bir çizgiye çekmeye çalışan Kürt hareketi ve ona eklemlenen sol anlayışın 2007 seçimlerinde “Bin Umut Adayları” aracılığı ile çıkış yapmaya çalıştığını, Ufuk Uras gibi adayların bu sayede Meclis’e girdiğini bir kenara not etmek gerekiyor.
2010 referandumuna giden yol ve Kürt hareketi
1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesi olarak tanımlayabileceğimiz uğrağa liberaller bu şekilde girerken, Kürt hareketinin de bu liberal çağrıdan etkilenmemesi olanaksızdı. Biraz önce bahsettik, 2007 yılı itibariyle Kürtler için Anayasal statü ve özerklik talepleri çerçevesinde birleşen Kürt hareketi açısından AKP iktidarının adımlarına verilen destekler politik alanda taktik olarak kurgulandı. Örneğin, dönemin Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk Ergenekon sürecine destek verdiği açıklamasında meselenin merkezine Kürt sorununu koyuyor ve şunları söylüyordu:
“Ergenekon’un kaynağı Kürt sorunudur. Ergenekon örgütünün geliştiği, beslendiği, büyüdüğü yer Kürt coğrafyasıdır. Onları, bölgede yaptıkları eylemler bir araya getirdi ve daha güçlü bir organizasyon kurmalarını sağladı. Bölgede çok rahat bir ortamda güçlendiler ve sonunda da iktidarı ele geçirmeyi hedeflediler. Kürtlerin yaşadığı alandaki cinayetler, eylemler ortaya çıkarılırsa Ergenekon’da kurtuluş olmaz. Ergenekon bütün kanıtlarıyla ortaya çıkar. Biz iki HADEP’liyi, Mehmet Sincar’ı, Musa Anter’i, Kürt işadamlarını öldürenlerin ortaya çıkarılmasını, faili meçhullerin çözülmesini istiyoruz. 1990’lı yıllarda Muş’ta beş kişi gözaltına alındı. Gözaltına alındıklarını vali ve alay komutanı kabul etti. Bu beş kişi aynı gece gözaltından alınıp, Murat Nehri’nin kenarında infaz edildi. Bunlar ortaya çıkarılmazsa, Ergenekon davası sonuçsuz kalır.”8
Bejan Matur’u bilirsiniz. Zaman gazetesinde yazarlık günleri geride kalsa da liberal kimliği baki kaldı. Bir de emperyalizmin Kürt sorununa müdahalede zaman zaman kullandığı Democratic Progress Institute (DPI) uzmanlar kurulu üyeliği devam ediyor. O zamanlarda Matur, Ahmet Türk kadar ihtiyatlı konuşmuyor. Ona göre Ergenekon operasyonları ile Kürtler için “bahar” geliyor ve adı anılmasa da AKP’nin kurtarıcı rolüne işaret ediliyor:
“Halk dediğimiz sıradan insanlar, Ergenekon’da ortaya çıkan iddiaların derin anlamını bazı aydın ve siyasetçilerden daha iyi kavrıyor. Çeyrek yüzyıldır ısrarla dile getirdikleri “buraya bakın” çığlığının gündeme gelmiş olmasının farkındalar. Oyunu belirleyecek olan da AKP’den aldığı bir torba makarna ya da kömür değil, bu derin sezgiden edindiği kanaat olacak! Böyle olmalı ki Kandil’e yönelik operasyonlarla Kürtler arasında sempati kaybeden AKP, Ergenekon soruşturmasındaki kararlı tavrıyla yükselişe geçiyor. Şehri bu düşüncelerle dolaştığınızda gördükleriniz hep bir milada işaret ediyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak duygusu hâkim. Veli Küçük ismini hiç ama hiç kimse onlar kadar iyi bilemez çünkü. Emin olun firarda olduğu söylenen Tuğgeneral Levent Ersöz ismini de yıllardır biliyor bölge halkı. JİTEM bu ülkenin başka yerlerinde İngiliz istihbaratı kadar uzak bir gerçeklik olabilir. Ama buralarda kabus, karabasan demek, faili meçhul demek JİTEM.”9
O dönemlerde DTP Grup Başkanvekilliği görevini yapan Selahattin Demirtaş ise Türkiye siyasi literatürüne henüz girmemiş olsa da, daha o zamanlarda “Yetmez ama Evet” çizgisini benimseyen bir tutum içerisinde:
“En üst düzeyde derin örgütlenmelerin üzerine gidilmesi, siyasi sorumlularının ortaya çıkarılması, derin yapılanmalarının teşhir edilmesi Türkiye’nin demokratik geleceği açısından olmazsa olmazdır. Eğer şeffaf, demokratik bir devlet istiyorsak ki bu hepimizin ortak arzusudur. Onun için kararlılık gösterilmesi, devlet dışı ve devlet içi örgütlenmelerin tasfiye edilmesi lazım. Bu yapılırken ise masumiyet karinesine riayet edilmesi gerekir. İnsanlar suçlanmalıdır, kamuoyu önünde teşhir edilmemelidir. Savcılar da soruşturmayı yaparken acil ve hızlı bir şekilde iddianameyi bir an önce tamamlayıp herkesi tatmin edecek bir yargılamayı hemen başlatmalıdır. Adil yargılanma hem yargılananlar açısından hem de bu yargılamayı izleyenler ve etkilenenler açısından dolayısıyla kamuoyu açısından bir haktır. Sanık sıfatı kazanacaklar adil bir şekilde yargılanmalı, hem de biz kamuoyu olarak beklenti içerisindeyiz. Hızlı bir yargılanmayla derin yapılanmaları tasfiye edilmesini bekliyoruz. Eğer bu gerçekleşmez ise demokratikleşebileceğimize inanmıyorum. Bunun dışında bir yol ve yöntem Türkiye’nin önünü açmayacaktır. Ancak bu operasyonlar yapılırken hiç bir siyasi çıkar ve partizanlık gözetilmemeli. Hükümet kendi siyasi programını ve siyasi takvimini, ajandasına yürütmemeli. Bir an önce soruşturma tamamlanmalı. Eğer dava sürecinde başka sanıklar ve başka şüpheliler ortaya çıkarsa ucu nereye varırsa varsın üzerine gidilmeli diye düşünüyoruz.” 10
2010 referandumu dönemi ise daha büyük bir test anlamına gelmişti. Yukarıda verdiğimiz örnekte “Yetmez ama Evet” çizgisine daha yakın bir pozisyonda görünen Selahattin Demirtaş ve başkanlığını yaptığı Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)’nin boykot çizgisi 2010 referandumundaki Anayasal değişiklikler içerisinde Kürt sorununa dair vurgular bulundurulmamasına dayandırılmıştı. AKP iktidarının, FETÖ ve liberaller ile birlikte örgütlediği bu referandum süreci bilindiği üzere “Vesayet ile hesaplaşma”, “asker zümresine karşı halk egemenliğinin sağlanması” gibi başlıklar üzerinden propaganda ediliyordu. Kürt siyasi hareketinin, kabalaştırarak ifade ettiğimiz bu yönelimlerde AKP’den pek farklılaşmadığını biliyoruz.
Ergenekon operasyonları ile zemin hazırlanan referandumun, HSYK’ya dönük değişikliğin ve devlet içerisindeki dönüşümün önemli halkalarından birisi olduğu açıktı. Bir önceki dönemde AKP’nin ilgili politikalarına destek veren Kürt siyasi hareketi açısından boykot yaklaşımının çelişkili olmadığı da açık olmalı. Daha doğrusu boykot politikası AKP iktidarına bir karşı çıkış anlamına gelmiyordu. Hatta tersinden başka bir pencereden ve seçim sonuçlarına bakıldığında 2010 referandumundaki BDP’nin boykot politikasının AKP iktidarının işine geldiğini söylemek doğru olacaktır.
Bu tanımı geliştirmemizi sağlayan şey ise sadece matematiksel veriler ya da istatistiksel anlamda analiz edilen seçim sonuçları değil elbette. Referandumdan bir yıl sonra ortaya çıktığı üzere 2010 yılı hâlâ gizli Oslo görüşmelerinin yürütüldüğü bir döneme denk düşüyor ve Kürt hareketi ihtiyatı elden bırakmıyor. Dolayısıyla referandumda AKP, FETÖ ve liberallerin tezgahının bozulmaması adına gericiliğe, işbirlikçiliğe ve sömürüye kapılarını sonuna kadar açan bir rejime dışarıdan da olsa onay verildiğini unutmamak gerekiyor.
Oslo’daki müzakere masasında neler konuşulduğunu ve hangi dönemde hangi gelişmelerin yaşandığını henüz bilemiyoruz. Ancak tam da referandum öncesinde PKK cenahından verilen mesajlar, referanduma gidilirken belli bir gerilimin olduğunu ancak uzlaşma arayışının korunduğunu gösteriyor. Uzlaşma arayışı, Kürt meselesinin Türkiye kapitalizmine eklemlenmesi ve bu yapılırken ayrılıkçılığın bir düzeyde üstünün örtülüp korunmaya çalışılması ile ilgili. 2009 yılında başlayan KCK operasyonları ile Kürt hareketi ile ihtilaflı duruma düşen AKP iktidarı ve Türkiye sermaye devleti için Türkiye’deki Kürtlerin geleceği kapitalizmin bekası ve emperyalizmin bölgesel yönelimlerinden bağımsız görülmemiştir. Ancak bununla birlikte Kürt hareketi açısından da bu durum aynen böyledir. Dolayısıyla çatışma-uzlaşma diyalektiği burada da işlemiş görünmektedir.
Bu başlıktan hareketle Kürt hareketi ile sermaye devleti arasında uzlaşma problemi temel olarak Kürt kimliğinin ve ulusal-demokratik hakların nasıl biçimleneceğine, bunun “yeni Türkiye”de ne gibi bir şekil alacağına, Anayasal statü olgusuna ve bölgesel gelişmelerin yansımalarına sıkışmış görünmektedir. Bunların dışındaki başlıklar ne Kürt hareketi ne de devlet açısından büyük bir problem yaratmamıştır. Pratik örneğini ise biraz önce verdiğimiz referandum örneğinde bulmak mümkündür.
2010 yılında bizlerin henüz bilmediği Oslo süreci devam ediyor ve bunun yansımaları açık olmayan bir şekilde Türkiye kamuoyu ile çeşitli düzeylerde paylaşılıyordu. 2009 yılında yaşanan Habur olayı, KCK operasyonları sonrasında PKK önderliği, 1 Haziran 2010 tarihinde yaptığı açıklama ile hükümetin siyasi çözüm yönünde adımlar atmadığını iddia ederek, 13 Nisan 2009 tarihinde başlattığı eylemsizlik kararını sona erdirdi. Bununla birlikte artık demokratik özerklik yönünde daha somut adımlar atılacağı belirtilerek, Kürt halkına bu yönde çağrılar yapıldı. Ancak bunun etkisinin kısa olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü Ağustos ayına gelindiğinde KCK bu sefer 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak Anayasa referandumu öncesi, 13 Ağustos – 20 Eylül tarihleri arasında eylem yapmayacağını duyurdu.
Devamı da var… 2009 yılının sonunda görüşmelerden çekildiğini duyuran Abdullah Öcalan referandumun hemen ertesinde sürecin gidişatını belirledi. 20 Eylül 2010 tarihinde avukatları aracılığı ile açıklama yapan Öcalan, devlet heyeti ile yaptığı görüşmelerin “pratik öneriler aşaması”na geçtiğini, 2011 yılının çözüm yılı olabileceğini ve eylemsizlik kararının 12 Haziran 2011 tarihinde yapılacak genel seçimler sonrasına uzattıklarını duyuruyordu.
Şimdi tüm bunlar ile birlikte referandumdaki boykot kararının nedenlerini açıklamak daha mümkün görünüyor. Aynı zamanda Kürt hareketinin nasıl adım adım düzen siyasetine eklemlendiğini, liberal etki ile harmanlanmaya başladığını, eylemdeki radikalizmin bazen düşüncedeki uzlaşmacılığı ya da işbirlikçiliği örtmeye yetmediğini de görebiliriz.
Bu bölümü kapatmadan önce konu ile ilgili güncel bir parantezi de açmak gerekiyor. O da cezaevinde bulunan Selahattin Demirtaş’ın 14 Şubat 2018 tarihinde mahkemede yaptığı savunmadaki bir vurgu ile ilgili. Demirtaş kendisine yöneltilen “İmralı’dan talimat alıyor” suçlamasını bertaraf etmek için savunmasının bir yerinde 2010 referandumu ile ilgili şu ifadeleri kullanıyor:
“Şahsımla ilgili de özel bir hassasiyeti var. Sadece partimle ilgili değil. 2010 referandumunda partim boykot kararı aldı. Bizim üzerimizde ‘evet’ oyu verilmesi için baskı oluşturuldu. O dönemde partimin içinde olmadığı bir çözüm süreci vardı. Oslo süreci olarak bilinen hükümet ve PKK yetkililerinin yüz yüze görüştüğü süreç. Anayasa teklifi sunuldu. Biz iki şeye itiraz ettik. Birincisi kimlikle ilgili düzenleme olmamasına, ikincisi de HSYK ve yüksek yargıyla ilgili düzenlemelerdeki tehlikelere dikkat çektik. Diğer maddeler mavi boncuk olarak yer aldı.
“Boykot kararı aldık. Ne yaptılar biliyor musunuz? ‘Bunlar İmralı’dan talimat alıyor’ diyorlardı ya. Abdullah Öcalan’ın el yazısıyla bakanın kendisi İmralı’dan yazı getirdi. Bana getirdi. Niye, referandumda hem parlamentoda hem dışarıda ‘evet’ oyu vermemiz için. İnkar ederlerse tanıkları burada dinleteceğim. Kabul etmedik. Hem yazıda öyle bir şey yok. Abdullah Öcalan’ın el yazısı. Defalarca adada, 8 defa ben İmralı’ya gittim.
“Öcalan’dan gelen yazı şu: ‘Partimiz hangi kararı verirse saygı duyuyoruz. Ama Anayasa değişikliği acaba yeni bir diyaloğun, çözüm sürecinin önünü açar mı, parti olarak değerlendirmenizi rica ediyorum.’
“Destekleyin ya da desteklemeyin demiyor. Bunu İmralı’nın talimatı diye hükümet getirdi. Bizim İmralı’dan talimat aldığımızı söyleyenler Öcalan’ın el yazısıyla getirdi. Kabul etmedik. Boykot tavrımızı sürdüreceğiz dedik, uzlaşı istiyorsanız diğer maddelerdi. HSYK ve dil kimlik ile ilgili değişiklikleri geri çekin dedik. Kabul etmedik.” 11
Bu örneği ele almamızın sebebi HDP’nin bugünün Türkiye’sindeki misyonunu ortaya koyabilmek için geçmişteki yönelimlerini göstermek. Tarihte ve siyasal mücadeleler alanında hiçbir şey yoktan var olmuyor. Varken de bir anda yok olmuyor. Her siyasi süreç bir sonraki evrede yeni bir sentezi doğuruyor. Dolayısıyla 2010 referandumu öncesinde başlayan “açılım süreci”, sonrasında yaşananlar ile birlikte ele alındığında ve günümüzle ilişkilendirilmeye çalışıldığında anlam taşıyor. Buradan hareketle son verdiğimiz örnek üzerinden bazı tespitleri yapmak isabet olacaktır.
Birincisi, Selahattin Demirtaş’ın 2010 yılında boykot konusunda kararlı bir tutum içerisinde olduklarını ifade etmesi anlam taşımamaktadır. Çünkü 2010 referandumu, AKP-FETÖ ve liberaller ile birlikte Yetmez ama Evetçi’lerin koalisyonu tarafından kazanılmış, İkinci Cumhuriyet’e geçiş konusunda kritik eşiklerden biri aşılmıştır.
İkincisi, tartışılması gereken nokta Kürt hareketinin tavrının boykot ile evet arasında gidip gelmesi değildir. Önemli olan Kürt hareketinin AKP gericiliğine, onların FETÖ ve liberaller ile ittifakına, sermaye düzenine ve emperyalizme “Hayır” diyememesidir. Bununla birlikte Abdullah Öcalan’ın Anayasal statü için “Evet” diyelim önerisi ile Anayasal statü tanınmadığı için boykot edilmesi arasında politik bir fark bulunmamaktadır. Ayrıca, zaten Demirtaş 2010 yılındaki referandumda “Evet” demeye uzak olmadıklarını şu beyanatında dile getirmişti:
“Hükümetten taleplerimiz var. Yani PKK çatışmasızlık ve eylemsizlik kararı aldı diye biz boykot çalışmalarımızdan vazgeçmeyiz. Hükümet taleplerimizi karşılamaya yönelik ciddi adımlar atarsa müzakere süreci başlar, biz de yeni anayasayı destekleriz. Önümüzde daha uzun bir süre var. Hükümet bu süreyi iyi değerlendirmelidir. Parti olarak barışın kalıcı haline getirilmesi amacıyla ne gerekiyorsa yapmaya hazırız. Taleplerimize cevap verilmesi durumunda elbette ki biz yeni anayasayı destekleriz. Böyle bir durumda AKP ile ortak çalışma çağrımızı yeniliyoruz. Yeni bir anayasaya katkı sunmaya hazırız. Müzakere etmeye hazırız.”12
Üçüncüsü, Kürt hareketinin politik olarak çok uzak olmadığı öznelere ve süreçlere o dönem bu şekilde dışarıdan destek vermesinin nedeni, gerek kendi solunu gerekse Türkiye solunu eteklerinde tutma arayışı olarak görülmelidir. AKP’ye verilecek açık destek soldan alınabilecek desteği tamamen kesme potansiyeli taşırken, boykot gibi daha nötr görünen bir pozisyon, en azından solun bir kesimini Kürt hareketinin çatısı altında ya da çevresinde tutmayı sağlamıştır. Ayrıca liberallerin müdahalesi için oldukça büyük kanallar açılmıştır.
Dördüncüsü, Demirtaş’ın mahkemedeki savunmasında, 2010 yılında HSYK’da yapılan dönüşüm konusunda da tereddütlerini ortaya koyduklarını ifade etmesine rağmen ilgili dönemde Kürt hareketi cephesinden bu gündeme dair yapılan politik bir vurgu görünmüyor. Hatırlanacağı üzere 2010 referandumunun en önemli başlıklarından bir tanesi yargıya yapılan müdahale idi. Kürt hareketi barış, açılım sürecinin ilerletilmesi, demokratik Anayasa ve Kürtlere statü taleplerini yükseltirken, Türkiye’de adım adım ilerleyen karşı-devrim sürecinin önemli bir ayağı olan HSYK’daki değişikliğe karşı çıkışı, -eğer varsa- belki bizim gözümüzden kaçmış olabilir. Ancak politik olarak bunun çok mümkün olmadığını bugünden söyleyebiliriz. Zaten o dönem yapılan başka bazı açıklamalarda da böyle bir vurgunun esamesi okunmuyor. 1 Ağustos 2010 tarihinde İstanbul’da BDP’nin düzenlediği mitingde yapılan açıklamalar13 durumu özetlemek açısından yeterli olsa gerek:
“Toplum, bu 30 yıllık deli gömleğini artık taşımak istemiyor. Artık yamalaya yamalaya yamalanacak yeri kalmadı. Yeni sivil bir demokratik anayasa öteledikleri için de biz bu referanduma karşıyız. Bütün alanlarda yeni anayasa talebimizi haykıracağız.” (Hasip Kaplan)
“Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından yapılan tartışmalarda da açığa çıktığı gibi yeni anayasaya ihtiyaç var. 12 Eylül darbeci anayasası artık bu ülke için çağdışı kalmıştır. Ama AKP’nin yeni anayasası bu ihtiyaca yönelik değil aksine 12 Eylül anayasasının ömrünü uzatmaya dönüktür. Eski olana yapılan rötuşlarla ömrü uzatılmak istenmektedir. Bu nedenle bu anayasa için yapılan evet ya da hayır tartışmaları anlamlı değildir. Bu yüzden de sandığa gitmeyeceğiz.” (Sebahat Tuncel)
“Bu anayasaya evet demenin hiçbir manası yok. Çünkü yapılan değişiklikler o kadar küçük ki bu nedenle insanları bu referandumla oyalamak ahlaken doğru değil. Hayır demenin de bir manası yok. İçi olmayan bir şeye hayır demek de manasız. Oylamanın kendisi zaten bir kandırmaca. Bu kandırmacaya alet olmamak lazım. Yüzde 10 barajı konusunda yasalarda ufak bir değişiklik yapılsaydı bu kadar bölünmüş bir tavır da ortaya çıkmazdı. Bunu için boykot.” (Prof. Dr. Büşra Ersanlı)
Sanıyoruz ki yeterince açıklayıcı olmuştur.
2013 evresine sıçrama
Kürt hareketinin Türkiye’deki legal kanadının dönüşüm sürecinde ve günümüzdeki HDP’nin şekillenmesinde yakın dönem tarihimizde iki evrenin öne çıktığını söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi, “dışarıda” işleyen Oslo sürecine paralel olarak Türkiye içerisinde yaşananlar ve onların sonuçlarının bileşkesi olarak ifade edilmeli. Burada Kürt sorununa uluslararası sermayenin ve emperyalizmin doğrudan dahli ve manipülasyonları söz konusudur. Görüşmelerin, emperyalizmin “sorun çözme merkezi” olarak bilinen Oslo’da yapılmasından tutun, görüşmelerde MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ve PKK önderliğinden isimlerin olmasına kadar ve paralelinde yaşanan gelişmeler buna delalet ediyor. Bahsettiğimiz kesit aynı zamanda Fethullah Gülen cemaati ve liberaller ile AKP’nin bağlantılarının kuvvetli olduğu bir döneme denk düşüyor. Dolayısıyla karşı-devrim sürecinin tüm bileşenleri yerinde duruyor. Kürt hareketi ile bu blok arasında genel bir uyum olduğunu ancak sorunun hangi noktalarda çıktığını yukarıda ifade etmeye çalışmıştık.
Bu başlıkta bahsedeceğimiz ikinci evre ise 2011-2012 yıllarındaki çatışmalı süreç sonrasında yeniden “çözüm süreci”ne dönülmesidir. Bu sefer doğrudan Abdullah Öcalan ve devlet görevlileri tarafından yürütülen görüşmelere emperyalizmin ve uluslararası sermaye güçlerinin doğrudan dahli bulunmamıştır. Buradan çıkacak yorum, FETÖ ve liberaller ile arasına soğukluk girmeye başlayan AKP iktidarının emperyalizmden bağımsız bir şekilde Kürt sorununu çözme arayışına girmiş olduğu yönünde olmayacak elbette. Ancak bu sefer süreç emperyalizm ile ilişkiler bağlamında daha dışsal belirlenimli hale gelirken, hikayenin tüm arka planına emperyalizmin Ortadoğu ve özelde Suriye politikası yerleşmiştir.
Şimdi bu evrenin çözümlemesine geçmeden önce arada bir parantezi açmak gerekiyor. Kürt sorunu ve çözüm denkleminde Türkiye’de sermaye devletinin pozisyonu genelde solda kafa karışıklığı yaratabiliyor. Çözüm ya da çözümsüzlük başlıkları, Türkiye’deki toplumsal mücadelelerden, Kürt sorununda gelinen aşamadan, Kürtlerin bu topraklarda elde ettiklerinden ya da kaybettiklerinden ve artık daha önemlisi bölgesel gelişmelerden soyut bir şekilde ele alındığında sağlıklı sonuçlara ulaşılması imkansız. O yüzden Türkiye’de sınıf mücadelelerinin gelişkinlik düzeyi ve sosyalizm mücadelesinin geldiği nokta ile Türkiye Kürtleri’nin içindeki sınıfsal ayrışma dinamiklerinin mutlaka buluşturulması gerekiyor. 1960’lı yıllarda başlayan ve 70’li yıllarda devam eden Kürt aydınlanması Kürt emekçileri için sosyalist devrimci bir basamağa sıçrayamazken, bu sıçrama başka bir yöne, liberalizme doğru oldu. Sıçrama her zaman ileriye doğru olmak zorunda değil, geri sıçramalar tarih sahnesinde sık görülen bir olgu. Kürt meselesinde gelinen aşamanın özeti biraz da bu başlıklarda kilitleniyor.
O yüzden meselenin iki boyutunu geniş bir şekilde ortaya koymak faydalı olacaktır. Birinci boyut Türkiye’nin içinde yaşanan meseleler ile ilgili, ikincisi ise Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinden ele alınmalıdır. Doğal olarak bunları birbirinden ayırmak mümkün değil. Yazılı metinde her ne kadar ayrı bölümler şeklinde yazacak olsak da, sonuçta bunun bileşkesine ulaşmak gibi bir niyetimiz bulunuyor.
Kürt siyasetinde liberalizasyon ve HDP
2011 seçimleri sonrasında AKP iktidarı ve sermaye düzeni açısından İkinci Cumhuriyet’e geçişin önündeki engellerin kalktığı bir döneme girildiği açıktır. Bu durum Kürt meselesine müdahale konusunda eli daha da güçlenen AKP iktidarına, Kürt emekçilerinin liberal, piyasacı düzene eklemlenmesi ve Kürt kimliğinin bu yönde bir dönüşüme tabi tutulması gibi görevlerini yerine getirmek için olanaklar sunmuştur.
Günümüze kadar uzandığını varsayabileceğimiz bu dönemi, Kürt siyasi hareketinin İkinci Cumhuriyet’e eklemlenme dönemi olarak tarif etmek mümkündür. Bu kesitte, Kürtlerin inkar edilmesi ve hak arama mücadelelerine devletin şiddetle yanıt vermesi dönemlerine göre farklılaşma yaşanan bir evreden geçtiğimizi ifade etmek gerekiyor. Buradaki temel farklılaşma biçim (baskı ve şiddet) ile ilgili değil, Kürt meselesine yaklaşımın özü ile ilgili. Türkiye kapitalizmi açısından yeni bir keşif olmasa da, AKP iktidarı ile birlikte Kürtlerin sömürü düzenine kazanılması için yeni araçların geliştirildiği bir dönemden geçilmiş ya da geçilmektedir. Özellikle yazının başından itibaren ifade ettiğimiz ve 1999 sonrasında ortaya çıkan temel karakter budur. Uzamış çatışma dönemleri ile birlikte uzamış müzakere ya da sahte barış dönemlerinin karşımıza çıkması bundan dolayıdır. 2013 yılında başladığı bilinen son müzakere süreci ve sonrasında yaşananların bu çerçeveye oturtulması mümkündür, HDP’nin de tam da bu bahsedilen çerçeveyi dolduracak bir misyonla Türkiye siyasetine girdiği açıktır.
Kabaca özetlemek gerekirse, sosyalizmin dünya üzerinde ağırlığının devam ettiği zamanlarda yurtsever ve bağımsızlıkçı bir kimliği ön plana çıkartan Kürt hareketi, son 20 yıl içerisinde hem milliyetçi bir çizgiye kaymış hem de emperyalizm ile işbirliğini savunur bir hale gelmiştir. Milliyetçilik diğer yandan liberalizme kayışın adı olurken, Maoculuğun ağır bastığı ideolojisini 1970’lerdeki THKP-C çizgisi ile harmanlayan devrimci demokrat Kürt hareketi günümüzde liberal demokrat bir harekete dönüşmüştür. Bu açıdan son tahlilde PKK, Abdullah Öcalan, HDP ve Avrupa’daki Kürt örgütlenmesi arasında hiçbir fark olmadığını söylemek iddialı bir yaklaşım olarak görülmemelidir.
Liberalizme kayış doğal olarak tek yönlü değil. 2011 sonrasında AKP iktidarı ile aralarına soğukluk girmeye başlayan liberaller kendilerine zemin olarak Kürt siyasi hareketini ve HDP’yi buluyorlar. Özellikle 2015 itibariyle HDP’nin liberal söylemlerle AKP ve Erdoğan karşıtlığına başlamasının arka planında yer alan temel olgu budur. Bunun dışında, liberallerin temel yaklaşımı olan “demokrasi ve barış” söylemleri Kürt hareketi ile ittifak için optimum zemini sunmuştur. Sağcısından daha sol görünümlüsüne kadar Türkiye’deki liberal odaklar birkaç yıl öncesinden farklılaşarak demokratikleşme için Kürt sorununda çözümü mutlak hale getirirken, 2013 itibariyle başlayan ve aslında bir kör dövüşü sonuçlanacağı önceden kestirilen “barış süreci”ni kutsamaya başladılar. Halbuki bu çevreler bundan birkaç yıl öncesine kadar demokratikleşme için AKP iktidarına kayıtsız, şartsız destek verilmesi gerektiğini, 1923 Cumhuriyeti’nin ideolojik, siyasi paradigmalarının demokratikleşmenin önündeki temel engel olduğunu vaaz ediyorlardı.
İşte tam da bu noktada legal siyaset alanında Halkın Emek Partisi (HEP, 1990’da kuruldu, 1993’te kapatıldı), Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP, 1992’de kuruldu, 1993’te kapatıldı), Demokrasi Partisi (DEP, 1993’te kuruldu, 1994’te kapatıldı), Halkın Demokrasi Partisi (HADEP, 1994’te kuruldu, 2003’te kapatıldı), Demokratik Halk Partisi (DEHAP, 1997’de kuruldu, 2005 kendini feshetti), Demokratik Toplum Partisi (DTP, 2005’te kuruldu, 2009’da kapatıldı), Barış ve Demokrasi Partisi (BDP, 2008’de kuruldu, 2014’te isim değişikliği yaparak Demokratik Bölgeler Partisi adını aldı. DBP’nin varlığı devam ediyor), Halkların Demokratik Kongresi (HDK, 2011 yılında bir çatı örgütü olarak kuruldu, 2013 yılında içinden Halkların Demokratik Partisi’ni çıkardı) gibi deneyleri olan Kürt siyasi hareketi HDP’nin 2013 yılında siyaset sahnesine girmesi ile birlikte liberaller ile kucaklaşmanın yolunu bulmuştur.
Bu dönemin ve oluşumun siyasi parametrelerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
- 2011 sonrasında HDK’nin kuruluşu Kürt siyasi partisinden daha geniş liberal demokratik bir partiye geçişin ilk adımı olarak düşünülebilir. Daha önceleri Kürtlerin siyasi temsiliyetinin tanınmadığı dönemden, düzen parametreleri açısından daha kabul edilebilir bir döneme geçildiği ancak bunun asla Kürt sorununda çözüm için yapılmadığı bilinmelidir.
- HDK’nin kuruluşu Türkiye solunun çeşitli bölmelerinin de içerildiği yatayına bir örgütlenme şeklinde ortaya çıkmış, bu çatı örgütlenmesi altında herkesin kendi örgütsel kimliğine sahip olabileceği ifade edilmiştir. Ancak politik olarak katılımcı örgütlerin Kürt hareketinin çizgisi dışında ideolojik bir duruşa ve politik bir yönelime sahip olması mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye solunun önüne ÖDP’deki Ufuk Uras deneyi, 2010 Yetmez Ama Evet vakasından sonra liberalizmle yeni bir imtihan sahası açılmıştır. Ancak HDK’nin gerçek bir ittifak zemini olarak kurgulanması da yanlıştır. Türkiye solundan bazı öznelerin Kürt hareketine eklemlendiği söylenebilir.
- HDK’nin programı demokrasi programıdır. Arayışı Türkiye kapitalizminin içindedir. Birden fazla sol örgüt arkasında yer alsa da programda yer alan neo-liberalizm, emperyalizm, sömürü vb… karşıtlıkları biçimseldir. Sosyalizm programına bağlanmayan bu başlıklardaki mücadele hattı biçimsel kalmıştır.
- HDK programı Türkiye’deki rejimin dönüşümü ve İkinci Cumhuriyet’e geçiş olgularına uzaktır. AKP’nin misyonu, Türkiye sermaye sınıfı ile ilişkileri, 28 Şubat’ta iktidardan düşürülen Milli Görüş çizgisinin içinden çıkarak Türk-İslam sentezini yeniden yapılandırması ve iktidara gelmesi, emperyalizm ile bağları nedense Kürt hareketi tarafından görmezden gelinmiştir. Oysaki 2011 yılı öncesi ve hemen sonrasında AKP iktidarı döneminde, ordu ve devlet içerisinde tasfiyeler yaşanmış, Ergenekon ve Balyoz operasyonları yapılmış ve Türkiye’de sermaye devleti ile siyasi iktidar gerici, piyasacı yeni Türkiye için yeniden şekillendirilmişti.
- Kürt siyasi hareketi bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde bunu görmezden gelmiştir. HDK’nin programında bu yönelim şu şekilde kendini var etmektedir:
“Her dilden, her inançtan ve kültürden Türkiye halkları, mevcut sistemin ömrünü uzatmak için birbiriyle yarışmakta olan iki akımın politikalarına karşı güçlü bir alternatif oluşturuyor. Halkımız, egemenlerin dayattığı neo-liberal ve anti-demokratik düzen içinde, Türk-İslam sentezci veya ulusalcı anlayışları tercih etmek zorunda değildir.”14
- Bunun uzantısı olarak programda 1923 Cumhuriyeti’nin ve kemalizmin tasfiyesi için kullanılan yönelimin yansımaları da varlığını korumaktadır. Şöyle ki:
“Partimiz, askerî-sivil bürokratik vesayete; otoriter, katı merkeziyetçi siyasi/idari yapılanmaya, atanmışların gücüne ve hukuk adı altında dayatılan anti-demokratik yasalara, uygulayıcı kurumlara, yerel idarelerin ve hizmetlerin piyasaya terk edilmesine karşı mücadele yürütür. Partimiz, merkezi idarenin yerel yönetimler üzerindeki vesayetini, demokrasinin kazanılmasının önünde önemli bir engel olarak görür.” 15
- Yerel yönetimler konusunda yapılan vurgunun başka bir anlamı olduğu da açık olmalı. O da Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na atıf yapılması ile ilgili. Bilindiği üzere 2004-2005 döneminde Türkiye’nin AKP eliyle Avrupa Birliği müzakere sürecine girmesi ile birlikte küreselleşmeci dalganın ve emperyalizmin Türkiye’den beklentilerinin demokratikleşme üzerine kurulduğu biliniyor. Haklar ve özgürlükler konularında yapılan atıfları geçersek, meselenin esas boyutunu uluslararası sermayenin önündeki engellerini kaldırılması olduğu hatırlanacaktır. Yerel yönetimlerin sermayeye devri ve bunun yönetişim kavramı ile açıklanması da 2000’li yıllarda çokça ele aldığımız başlıklar olarak öne çıkmaktaydı. AKP iktidarı bu programın uygulayıcısı olarak emperyalizmin tercihleri yönünde birçok adım da atmıştır. HDK’nin metninde de yapılan vurgu AB demokrasisi beklentisi ve bunun Kürtlere özgürlük getireceği üzerine kuruludur. 2009 yılında yapılan yerel seçimlerde bir dizi belediyenin DTP tarafından kazanılması bu arayışın önünü açan objektif gelişmeler olmuş, sübjektif olaraksa Avrupa Birlikçilik ile “demokratik özerklik” arayışı örtüştürülmeye çalışılmıştı.
Politik ve ideolojik koordinatlarını tarif etmeye çalışan Kürt hareketi açısından 2013 yılına gelindiğinde artık diyalogdan, müzakereye ve barış sürecine geçişin zilleri çalmaktaydı. Abdullah Öcalan ile devlet arasında yeniden görüşmelerin başladığının ve bu sefer “barış süreci”nin oldukça ciddi ilerleyeceğinin mesajını Türkiye toplumu bir gün (28 Şubat 2013) Milliyet gazetesinde Namık Durukan’ın yaptığı haberden öğrendi.
Haberde devlet ve Öcalan arasında bir masanın tekrar kurulduğunu, görüşmelerin bir süredir yapıldığını, BDP’li Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan’ın da görüşmelere katılmaya başladıkları anlatılıyordu. Demek ki, bu sefer daha ciddi bir süreç işleyecekti. Amaç ise Kürtlerin adım adım düzen cephesine çekilmesi, bu eğer yumuşak bir şekilde yapılamazsa, yapılabilmesi için klasikleşmiş devlet şiddetinin kullanılması olacaktı. Ancak bir farkla, artık Kürtlerin mücadelesi kapitalizme ve sömürüye karşı bir öfkeyi eskisine göre daha az barındırıyor, Kürt emekçilerinin mücadelesi ulusalcılık ve liberalizm tarafından sakatlanıyordu.
Bu noktadan HDP’ye geçiş ve HDP’nin Türkiye siyaset sahnesine girişi gerek düzen güçleri gerekse Kürt hareketinin temsilcileri açısından çok zor olmuyor. Tutanakları yayımlanan İmralı görüşmelerinde de görüleceği üzere 2013 yılı itibariyle devlet ile Öcalan arasında başlatılan görüşmelerin önemli noktalarından bir tanesi yapılacak işin Türkiye siyasetindeki ayağının örülmesi olmuş. İki taraf da bu adımları atarken Oslo sürecinden ders çıkartmış gibi görünüyorlar. HDP’nin temellerinin nasıl atıldığını Öcalan’ın dönemin HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile yaptığı görüşmeden çıkartabiliyoruz. 14 Nisan 2013 tarihinde, Önder yeni partinin kuruluşu öncesinde, HDK sürecindeki eksikliklerden bahsediyor, Öcalan ise devletten bu konuda güvence aldığını ifade ediyor.16
Sırrı Süreyya Önder: Kandil’de de bu konuyu konuştuk. Ben iki bilgilendirme yapacağım. Birincisi, Türkiye Konferansı ile ilgili. Bu konferansa aynı zamanda HDK’nin kuruluş aşamasında ve gelinen noktada yaşadığımız eksiklikleri de giderebilecek bir imkan olarak yaklaşıyoruz. Bu bağlamda ÖDP çevreler, Halkevleri gibi HDK dışı kurumları da etkili bir katılım için sürece dahil edeceğiz. Bu sizin önerdiğiniz perspektife de çok uygun düşmektedir. Cuma (Cemil Bayık – yazarın notu) arkadaş Oğuzhan Müftüoğlu’na özel selamlarını, dostluk dileklerini ve önerilerini götürmemi istedi. Cuma arkadaş ve Abbas arkadaş (Duran Kalkan – yazarın notu) da sizin gibi Türkiye solu konusunda titiz ve duyarlılar. (…)
İkincisi, sürece eleştirel yaklaşanları da sürecin içine katmak ve doğru bir enerjiye dönüştürmek için bu konferansa çağrıcı yapmak, etkin katılımlarını sağlamak, eleştirilerini tahammülle ve olgunlukla karşılayıp süreci yıpratmalarının önüne geçme, sürece dair önerilerine de sağlam bir özgüvenle yaklaşmak gibi bir tutum belirledik. Bu doğrultuda çalışıyoruz. Mayıs sonu gibi konferansı yapmayı planlıyoruz.
Abdullah Öcalan: Çok doğru yapmışsınız. Fakat şunları da söylemeliydin: Apo sizinle birlikte hareket etmek istiyor. Ankara Konferansı tarihidir. Siyasetin temelini atacağız. Devlet Mustafa Suphi’lere yaptığını yapamayacak. Silahlar susacak, demokratik siyaset konuşacak, icra edilecek. Bunu Başbakan söyledi. Geri dönemez, cayamaz. Söz verdi, cayarsa isyan çıkacak, kıyamet kopacak. CHP’nin durumu ortada. Türkiye solu için bu bir fırsat. Üç blok var: AKP bir blok, MHP-CHP bir blok, emekçiler-sosyalistler bir blok. Bunu hedefleyin biçimlendirin. Heyetle görüştüm, sol olmadan bu iş olmaz. Onlar da ikna olmuş durumdalar. Yani ben burada onların güvenliğini de düşünüyorum, ben sağlıyorum.
Öcalan’ın Türkiye solunun bu sürece katılmasını bu kadar baskın bir şekilde istemesi, Kürt sorununun sosyalizm programı ile çözülebileceğine dair bir inanca sahip olduğunun göstergesi değil elbette. Sağdan sola kadar geniş bir yelpazeye oturtulmuş bir çözüm süreci özünde liberallerin de en temel taleplerinden biri olarak şekillenirken, HDK’den HDP’ye geçiş esnasında özellikle bir önceki süreci desteklemeyenlerin katılması yönünde basınç uygulanması, hatta bunun için devlet heyetinden garanti alınıyor olması işin ilginç boyutunu oluşturuyor. Öcalan’ı bu noktaya getiren olgu ise, çözüm sürecinin ayyuka çıkmasından sonra Türkiye solunda buna karşı oluşan tepkiler olsa gerek. Bu yaklaşımlar, İmralı’da yapılan görüşmelerin konusu olmuş ve yine Sırrı Süreyya Önder ile Öcalan arasında aşağıdaki diyalog gerçekleşmişti.[17
“Sırrı Süreyya Önder: Newroz’da yazdığınız mektup küçük bir kesim dışında herkeste şok etkisi yarattı ve olumlu bir etki bıraktı. Çizdiğimiz genel bir perspektif olarak kabul gördü. Kanımca bundan sonra somut pratik önermelerde bulunan ikinci bir mektubun zamanıdır. Dar bir milliyetçi ulusalcı çevre dışında kimse karşı çıkmadı.
Abdullah Öcalan: Yüz yıllık hesabı görüyoruz. Daha neler söyleyeceğim. Kimdir bu fanatikler?
Önder: Fanatik olanlar ırkçı ve ulusalcı kemalistler dar bir çerçevede.
Öcalan: Sol nasıl karşıladı?
Önder: Sol’daki durumu ikiye bölmek gerekiyor. Yarattığı şok etkisiyle sarsıldı herkes. Bir kısmı temkimli yaklaştı, bir kısmı hayal kırıklığı ile içindeki kemalisti açığa çıkardı.
Öcalan: Temkinli yaklaşan kimlerdir?
Önder: Oğuzhan Müftüoğlu, Melih Pekdemir vb… ÖDP çevreleri, TKP vb. çevreler daha vahim yaklaştılar.
Öcalan: Biz bu süreci solun da önünü açmak için yürütüyoruz… Onların da legalleşmesi gerekiyor. Burjuva zor ile bastırdığı için biz illegaliteyi seçmek zorunda kaldık. Yoksa normal olan legalitedir. Parlamentonun ileride yapacağı çağrıyla sol da legalleşecek. AKP muhafazakardır, diğerleri milliyetçi ulusalcı. Arada muazzam bir boşluk var. Sol bunu doldurabilir.”
Bu noktadan sonra HDP’nin ikili bir misyon ile Türkiye siyaset sahnesinde yerini almaya başladığını görmekteyiz.
Bunlardan birincisi, HDP’nin AKP ile yürütülen “çözüm sürecinin” düzen içindeki muhataplarından biri olması.
İkincisi ise, partinin Türkiyeli bir kimliğe büründüğü önermesi ile birlikte “çözüm sürecinin” toplumsal ayaklarının örülmesi.
Bunun dışında, HDP’nin seçim başarıları elde edeceği, yüzde 10 barajını geçeceği, yüzde 30’lara varan bir oy potansiyeline ulaşabileceği buradan da “çözüm sürecinin” çok güçleneceğine dair hedefler bizzat Abdullah Öcalan tarafından konuluyor. Türkiye’de bugüne kadar yaşanmış olan en büyük toplumsal ayaklanma olarak tarihe geçen Haziran direnişi esnasında belli bir olgunlaşma safhasını yaşayan İmralı görüşmelerinde HDP’nin geleceği ve yol haritası da çizilmektedir. Bu yol haritasının günümüze kadar ulaşan yanları bulunmaktadır.
Bu haritaya göre;
- HDP Türkiye’de Yunanistan’daki Syriza modeli liberal bir parti modeli olacaktır. Bunun kodu Türkiyelileşme olarak yazılmıştır.
- HDP’nin serbest piyasa ekonomisi ile bir problemi yoktur. Emekçilerin hakları savunulmakta ancak burjuvazinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti konu edilmemektedir.
- Kürt siyasi hareketinin Kürt burjuvazisini kazanma arayışı HDP açısından da geçerlidir. Buradaki temel fark Türkiyelileşme olgusunun Türkiye burjuvazisinin bütünü ile hemhal olma arayışını beraberinde getirmesidir. Pratik örneği ise HDP ile TÜSİAD arasındaki ilişkilerde görülmektedir. 2015 seçimleri sonrasında, TÜSİAD tarafından ziyaret edilen HDP, 24 Haziran 2018 seçimlerinden önce TÜSİAD’a iade ziyaretinde bulunmuştur. HDP, CHP örneğinde olduğu gibi en fazla neo Keynesçiliği gündeme getirebilecek bir parti olarak kurgulanmıştır.
- Kürt hareketinin İslamiyet’e Kürdi bir yorum getirme arayışı ve pratik uygulamaları HDP’de aynen uygulanacaktır. Kürtler içerisinde yaygın olan muhafazakarlık, tarikat ve cemaatlerin etkisi HDP’nin siyaset yaparken dikkate aldığı bir olgu olmuştur. HDP tarafından organize edilen Cuma namazları, gericiliği ve cumhuriyet düşmanlığı tescilli Said-i Nursi’nin sahiplenilmesi, HDP’li Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin Dağkapı Meydanı’na onun adını vermesi, seçimlerde şeriatçı kişilerin aday gösterilerek milletvekili yapılması pratikte yaşanan hadiseler olmuştur.
- HDK’de dikkat çektiğimiz bazı noktalar HDP ile aşılmaya çalışılacaktır. Süreç içerisinde bazı noktalar aşılsa da HDP İkinci Cumhuriyet’in muhalefet partisi misyonu ile kurulmuştur. Bunu belli noktalarıyla yerine getirmekte, belli oranda ise sermaye devleti ya da AKP iktidarı ile sorun yaşadığı noktalar ortaya çıkmaktadır. Ancak her sorun noktası bir sonraki evrede sisteme daha fazla yakınlaşan bir HDP örneğini çıkarmaktadır.
- Emperyalizm, HDP açısından pazarlık ya da işbirliği yapılacak bir odak olarak görülecektir. Bilindiği üzere Kürt siyasi hareketinin literatüründe Türkiye’nin emperyalist olduğunu iddia edecek uç tezlere rastlansa da hareketin merkezi başta ABD olmak üzere Avrupa Birliği’ni, NATO’yu dikkate alan bir siyaset tarzı sürdürmektedir. Bununla birlikte Kürt hareketinin bütününde olduğu gibi HDP tarafından da, Suriye ve Irak’ta emperyalist ülkeler ile işbirliğine gidilmesi kabul görmüştür.
- HDP, Kürt hareketi ve Öcalan ile AKP iktidarı ve devlet arasında müzakere yürütülürken demokrasi mücadelesini yükseltecek, gerilim arttığı zamanlarda ise barış talebini Türkiye içerisinde propaganda edecektir. HDP’nin bu misyonun dışına çıktığı önemli bir örnek 6-8 Ekim 2014 yılında Kobani olayları esnasında görülmüştür.
- HDP’nin Türkiyelileşme olarak ortaya konulan yönelimi, Türkiye solunun bazı bölmelerinin Kürt hareketinin gölgesi altına girmesi gibi sonuç doğurmuştur. 2015 ve 2018 yılında yapılan seçimlerde bu durumun tipik örnekleri çıkmıştır.
- Haziran direnişinde ortaya çıkan AKP karşıtı tepkinin soğurulması için 2014 ve 2015 yılında yapılan seçimler kritik bir rol oynamıştır. 2014 yerel seçimlerinde CHP’cilik, 2015 genel seçimlerinde ise HDP’cilik AKP’den kurtulma adına umut olarak pazarlanmıştı. Oysaki Selahattin Demirtaş ve Abdullah Öcalan’ın Haziran direnişi ile ilgili yorumları aslında Kürt hareketinin olaya nasıl baktığını özetlemek için yeterli olsa gerek. Demirtaş, Gezi direnişi arkasında darbe ararken, AKP ile ilişkilerin bozulmaması için direnişin en önemli politik söylemi olan “Hükümet istifa” sloganını söylemekten imtina ediyordu. Öcalan ise oldukça açık konuşuyor ve Taksim’deki olaylardan oyları arttırmak için istifade edilmesi gerektiğini savunuyordu. Tabii ki darbe beklentisi ve “çözüm sürecinin” baltalanacağı tedirginliği kendisinde de mevcut. Örnekler yine İmralı görüşmelerinden:
“Taksim sonrası rüzgardan da yararlanıp zamanın ruhuna uygun bir şekilde yeni bir parti olarak çıkış yapabilirler. BDP kitlesi bir yere kaymaz, politiktir, iyi anlatırsanız sorun olmaz. BDP’deki vekillerin bir kısmı HDP’ye gidebilir belki. (…) Birkaç vekil oraya geçip işte Taksim sonrası beklenen yeni parti doğdu havası yaratılabilir. Bu girişim yüzde 10’u aşabilir.
“(…) Partileşmeyi tamamlasınlar biz de destek sunalım. (…) İtalya’da bunun benzeri bir hareket yüzde 25, Yunanistan’da yüzde 27 aldı. Türkiye’de yüzde 30 alabilir.”18
“Gezi Parkı’nda ortaya konan demokratik talepler BDP’nin sahiplenebileceği, arkasında durabileceği demokratik taleplerdir. Bu yönüyle biz gezi direnişinin yanında olduk. Parlamentoda da bunu savunduk. Hatta bu talepler çözüm sürecinden de kopuk değildir. Biz de benzer şeyleri istiyoruz. Ama şöylesine bir hareket içerisine de girildi. ‘Bu şekilde hükümeti devirecek, darbeye doğru götürecek bir halk hareketini çıkarabilir miyiz? Ya da bu halk hareketini darbeye kanalize edebilir miyiz?’ Böyle bir arayış oldu. Bunu, biz hem sokaktaki gözlemlerimizle hem de arkadaşlarımızın tespitleriyle rahatlıkla ifade edebiliyoruz. Bu bir spekülasyon değil. Biz bu kısmına şiddetle karşı çıktık. Bu yüzden de bir mesafe koyduk. Buradan bir darbe çıkarmak isteyenlerle birlikte olmayız biz.”19
7 Haziran 2015 ve 24 Haziran 2018 seçimlerinde HDP’ye yakıştırılan kilit parti vasfı, Türkiye’deki sömürü düzenine karşı mücadele bağlamında bir yere oturmamaktadır. AKP’nin geriletilmesi adına HDP’nin barajı geçmesi için başta tüm sol örgütlerin, bununla birlikte AKP’ye muhalif olan kesimlerin HDP’yi desteklemesi yönünde yapılan çağrının ulaşabileceği noktanın demokrasicilik ile sınırlı olduğunu, 2015 seçimleri sonrasında başlayan çatışmalı süreçte de görülmüş, HDP, “Barış bloğu” çağrıcılığının ötesine geçememiştir. Bu durum, tam da çatışmalı süreçlerde HDP’ye biçilen misyon ile ilgilidir. Uzlaşma ve müzakere dönemlerinde AKP’den gelecek çözümü propaganda etmek ve demokrasicilik; çatışmalı dönemlerde ise AKP karşıtı söylemi yükseltmek ve barış çağrısı yapmak. Zaten yukarıda da ifade edildiği üzere, HDP’nin barajı geçmesi yönündeki arayış AKP’yi geriletmek için değil, çözüm sürecinin güçlenmesi için yapılıyor.
HDP’nin bu ikilemi aşabilen, Türkiyelileşme adına Türk ve Kürt emekçilerinin eşitlikçi bir çözümle, Kürt ve Türk burjuvalarından kurtulacakları bir geleceğe yürüyüş perspektifi yoktur. Bu anlamıyla HDP’den Kürt siyasi hareketinin ana doğrultu noktalarını aşan ya da onun dışında inisiyatif geliştiren bir yönelim içerisinde olması beklenmemelidir.
Bölgesel gelişmeler, dışsal faktörler ve HDP’nin pozisyonu
2015 yılı Şubat ayında yapılan Dolmabahçe Mutabakatı’na kadar devam ettiğini varsayabileceğimiz son “çözüm süreci”, 7 Haziran seçimlerinin öncesinde yerini gerilimli bir ilişkiler bütününe, seçimlerden sonra da bir yıldan fazla sürecek çatışmalara bıraktı. Bu meselenin arka planında ise başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’daki gelişmeler ve emperyalizmin Kürt kartı konusunda daha fazla inisiyatif sahibi olması yatıyor.
2003 yılındaki Irak işgali sonrasında 2009 yılında bölgeden çekildiğini söyleyen ABD, 2011 yılında bu sefer işbirlikçisi olan cihatçı örgütler aracılığı ile Suriye’ye dönük politikalarını hayata geçirmeye başladı. 2005 ya da 2006 yılında ABD tarafından, Suriye’ye dair planların yapıldığını ve Suriye’deki iktidarı düşürmek için Müslüman Kardeşler ve Selefiler gibi radikal İslamcıların kullanılmasına karar verildiğini bugün artık farklı kaynaklardan okuyoruz. Büyük Ortadoğu Projesi’nin önemli ayaklarından biri olarak görülebilecek Suriye müdahalesi aynı zamanda Türkiye’nin, daha doğrusu AKP iktidarının rol kapmaya çalıştığı ve belli oranlarda elde ettiği bir süreç olarak gelişti.
Ancak emperyalistlerin ve bölgedeki işbirlikçilerinin hesap etmedikleri Suriye’deki meşru iktidarın ve halkın önemlice bir bölümünün direnişi oldu. 2015 yılında AKP destekli cihatçıların İdlib’i ele geçirmesinden sonra Lazkiye’ye doğru yürüme ihtimallerinin belirmesi sonrasında, Rusya’nın Suriye’ye asker göndermesi ile birlikte dengeler Suriye hükümeti yönünde değişirken, emperyalizm de bölgedeki stratejisinde bazı değişikliklere gitti.
Bu değişiklikler özellikle IŞİD’in 2014 yılında ortaya çıkması, başta Musul olmak üzere Irak’ta bazı kentleri işgal etmesi, Suriye’de de benzeri şekilde Rakka, Deyr ez Zor, Menbiç, Cerablus, el Bab, Palmyra, Tel Abyad gibi yerlere saldırması ve ele geçirmesi sonrasında hayata geçmiştir. Kobani’yi kontrol eden YPG’ye saldıran ve kenti ele geçiren IŞİD, YPG’ye Özgür Suriye Ordusu ve Peşmergeler’in karadan ABD ve Fransanın havadan verdikleri destek sonucu kentten çekilmişti.
Suriye’deki bu gelişmeler ile birlikte emperyalizmin Kürt siyasi hareketini daha doğrudan muhatap aldığı ve işbirliği içerisine girmeye başladığı görüldü. Devamında ise IŞİD’e karşı mücadelede başta ABD olmak üzere diğer emperyalist ülkeler YPG’ye askeri ve siyasi destekte bulunurken, bu işbirliğini sonucunda daha önce IŞİD’in kontrol ettiği yerlerin hepsi YPG’nin kontrolüne geçti. Bugün tam net sayısına ulaşamasak da Suriye’de YPG’nin kontrol ettiği bölgelerde ABD ve Fransa’nın en aşağı 20 tane askeri üssü bulunuyor.
Bunlar güncel durum ile ilgili olanlar. Ancak Suriye’deki Kürt hareketinin pozisyonunu iki ana evrede ele alabiliriz. PYD ve YPG 2011 sonrasında cihatçıların ayaklanmaları sırasında tarafsız kalmış, sonrasında bir ara geçiş pozisyonu olarak IŞİD’e karşı durmuş, 2014 sonrası pozisyonu için yol açmıştır. O tarihten bugüne kadar Suriye’deki Kürt hareketinin ana yönelimi emperyalizm ile işbirliğidir.
Bu durumun Türkiye siyasetine ise önemli yansımaları olduğunu, HDP’nin de bu yansımalardan etkilendiğini ya da parçası olduğunu bilmek gerekmektedir. 2013 sonrasında “çözüm sürecinden” tutun hendek siyasetine kadar, AKP iktidarı ile ilişkilerden emperyalizm işbirliğine kadar bir dizi olguyu belirleyen temel faktör, Suriye’de yaşanan gelişmeler olmuştur.
HDP’nin Suriye politikası
HDP’nin Kürt siyasi hareketinin Suriye politikasından bağımsız bir yönelimi olmayacağını daha önce de ifade etmiştik. PKK’nin Suriye ile çok eskilere dayanan bir geçmişi olmakla birlikte, Türkiye ile Suriye arasında 1998 yılında yapılan Adana protokolü sonrasında gerek Bekaa vadisi gerekse Suriye’nin diğer yerlerindeki PKK örgütlenmeleri ve Abdullah Öcalan Suriye’nin dışına çıktı. PKK’nin Suriye’de tekrar varlık göstermesi ise Eylül 2003’te PYD’nin kurulması ile hayata geçmeye başlamıştı. PYD’nin kuruluşunun üzerinden on yıl bile geçmeden Suriye’ye dönük başlayan emperyalizm kaynaklı müdahale, Kuzey Suriye’de yaşayan Kürtlerin statü taleplerini ve özerklik gündemini ortaya çıkarttı.
Bu çerçevede Esad yönetimi, Kürtlerin geçmişte verilmeyen bazı haklarını vererek ve Kuzey Suriye’ye dönük askeri bir yönelim içerisinde bulunmayarak, Kürtleri nötr bir pozisyonda tutma stratejisi izledi. Ancak IŞİD’in Suriye’nin üçte birini işgal etmesi ile birlikte emperyalist müdahaleye açılan alan bu sefer Kürtleri başta ABD ve Fransa olmak üzere emperyalist devletlerin peşine sürükledi. Kimi zaman yaşananlara devrim yakıştırması da yapılan Rojava’da (Batı Kürdistan anlamına geliyor) olup bitenler daha önce de bahsettiğimiz gibi iki aşamalıdır. Birincisi, istikrarsızlığın kol gezdiği Suriye’de Selefiler ve Müslüman Kardeşler ile doğrudan ittifak içerisinde olmayan (çeşitli uğraklarda ÖSO ile yan yana gelinerek ortak işler yapıldığı olmuştur) PYD ve onun askeri örgütlenmesi YPG, Suriye hükümetine karşı silahlı bir ayaklanmaya girişmedi. Ancak kontrol ettiği bölgelerde çok hızlı bir şekilde silahlandı, Irak’taki Kürdistan Demokrat Partisi (KDP)’nin Suriye’deki kolları üzerinde yeri geldiğinde şiddeti de kullanarak hegemonya kurdu. İkinci olarak, IŞİD’in işgaline kadar PYD ve YPG’nin denetiminde kalan bölgeler, sonrasında IŞİD’e karşı mücadele adı altında Kürtler eliyle emperyalist ülkelere teslim edildi.
Tüm bu süreçler boyunca HDP temel politikasını “Rojava devrimi”ni korumak, kollamak ve demokratik özerkliğin Kürtlerin yaşadığı diğer ülkelere yayılmasını sağlamak üzerine kurmuştur. Kürtlerin bu anlamda statü sahibi olması, Abdullah Öcalan’ın başlattığı demokratik cumhuriyet -demokratik konfederalizm – demokratik özerklik silsilesinde son aşamaya geçildiği, Arap Baharı’ndan sonra sıranın Kürtlere geldiği Suriye’deki gelişmeler üzerinden propaganda edilmiştir. AKP iktidarı ile HDP’nin de parçası olduğu 2013 yılında başlatılan son çözüm sürecinde de Rojava modeli HDP açısından bir ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. HDP cenahından aşağıda yer verdiğimiz yorumlar ve açıklamalar meseleye yaklaşımı özetliyor. Ancak ilk olarak Selahattin Demirtaş’ın 2013 yılında yaptığı ilginç bir açıklamaya göz atmak gerekiyor. Demirtaş, cihatçıların da göz diktiği Lazkiye’ye dönük yorum yapıyor:
“Üç Kürt devleti olabilir. İran’da bir Kürt devleti, Irak’ta bir Kürt devleti, Suriye’de bir Kürt devleti. Suriye’de de Irak’taki gibi bir Kürt özerk bölgesi olacağı artık kesin. Tabii bu Suriye’deki Kürt oluşumu, Lazkiye’yi de içine alırsa Kürtlerin büyük bir sorunu ortadan kalkar. Denize alışırlar ve Türkiye’ye tam bağımlılık ortadan kalkar. Irak’ta merkezi yönetim bugünkü anlayışı sürdürürse Irak’taki Kürt devleti tam bağımsız olarak da ortaya çıkabilir.”20
Demirtaş bu açıklamasının sonrasında, Alevi örgütleri tarafından Kürt hareketinin “Sünni cephesi” gibi gizli bir ajandasının olduğunun söylenmesi ve gelen tepkiler üzerine, Kürtlerin Lazkiye’yi almak gibi bir niyetleri olmadığını ifade etti. Sadece, Kürtlerin denize açılmak için ellerindeki petrol ve doğal gazları buradan geçirmeleri gerektiğini söyledi. Ancak, Kürt siyasi hareketinin Suriye politikası özerklik ve devletleşme üzerine şekilleniyor. “Rojava devrimi” de bunun tipik bir örneği olarak lanse ediliyor. Doğal olarak bu devletleşme arayışı genişleme ve toprak kazanma arzusunu da beraberinde getirse de, Suriye savaşının dengeleri sonucunda gelinen durum ortada. Son tahlilde emperyalizmin tercihleri belirleyici oluyor.
Devam edelim… Henüz HDP ilan edilmeden birkaç ay önce (bu yönelim HDP için de aynen geçerli sayılabilir) Ahmet Türk’ün ABD’ye yaptığı ziyarette ABD Dışişleri Bakanlığı’nda üç toplantıya katılıyor ve çıkışında Suriyeli Kürtlerin Suriyeli muhaliflere (yanlış duymadınız, yani Suriyeli cihatçı örgütlere) katılması gerektiğini söylüyor:
“Ortadoğu’da artık Kürtlerin önemli bir aktör olduğunun herkes farkında. Suriyeli Kürtlerin, Suriyeli muhaliflere katılması ile ancak çözüm olabilir. Suriye ile ilgili görüşlerimize Amerikalı yetkililer de katılıyor.”
“Demokratik gelecek için herkes katkı koyabilir. ABD de Orta Doğu’da önemli bir aktördür. Teşvik edebilir, cesaret verebilir. Amerika ile Türkiye bir stratejik ortaksa bu konuda ABD destek vereceği bir rol oynayabilir.”
“Türkiye Cumhuriyeti elitlerin kurduğu bir cumhuriyet. Halkın fazlaca bir katkısı olmamış. Kürtler bu cumhuriyetin bir parçası olarak kabul edilmiş ama sonra reddedilmiş. Cumhuriyetin tekrar demokratikleşmesi gerekiyor. Halkların yönetimlere katılmasının önündeki engellerin kaldırılması lazım. Katı merkeziyetçi anlayıştan, yerinden yönetim anlayışına geçilmesi lazım. Demokratik özerklik veya demokratik otonomi olabilir. Önemli olan Kürtlerin bir statüye kavuşması. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Artık Kürtler dili, kültürü, yönetime katılma hakkı elinden alındığı zaman bunu kabul edecek noktada değil. Elbette ki bu haklara sahip olma mücadelesini verecektir. Katı merkeziyetçi yönetimin bu şekilde sürmesi cumhuriyetin her zaman vesayetçi güçler nezdinde etki altına alınma imkanının var olması anlamına geliyor. Katı merkeziyetçi anlayış olmasa Ergenekon gibi grupların bu kadar etkisi olması mümkün olmaz, çoktan yıkılıp, gitmiş olurlardı. Bu nedenle âdem-i merkeziyetçi anlayış istiyoruz.”
“Avrupa ve ABD, Kürtler demokratik haklarına ulaşmadan demokratik bir Orta Doğu’nun olamayacağını anladı.”21
Esas ve en merkezi yorum için tekrar Abdullah Öcalan’ın Suriye’deki durum ile ilgili söylediklerine göz atmamız yeterli. 2013 yılında İmralı görüşmeleri devam ederken PYD yönetiminden kendisine iletilen mektuba cevaben şunları söylüyor:
“Mektubu okudum. Değerli buldum. Bundan sonra Kürt Yüksek Konseyi ya Suriye Demokratik Konseyi ya da Demokratik Devrim Konseyi olabilir. Sayı otuz ya da kırka çıkabilir. Sadece Kürtler olmamalı. Süryaniler, Araplar, Ermeniler, Türkmenler vb… alsınlar. Cenevre’ye gidecek bütün kadroyu alırlar, ÖSO ile demokratik anayasayı tartışabilirler. Esad ile de görüşmeleri olur. Hangisi kabul ediyorsa onunla hareket ederler. Demokratik anayasa ilkelerinde anlaşamıyorlarsa onlar ayrı, biz ayrı gideriz.”22
Başka bir açıklama da 2017 yılında o dönem HDP Eş Genel Başkan Yardımcılığı yapan Bingöl Milletvekili Hişyar Özsoy’a ait. Gelinen aşamada Özsoy, ÖSO ve Esad arasına değil ABD ile Rusya’nın arasına oynama stratejisini ortaya koyuyor ve Suriye için desantralizasyon çağrısı yapıyor:
“Aklı başında herhangi bir bölgesel Türkiye hariç, bölgesel ya da küresel güç Suriye’de yeniden bir istikrarın sağlanabilmesinin yolunun desantralize olmuş bir yapıdan geçtiğini görüyor. Yani bunun ismine özerklik dersiniz, federatif bir şey dersiniz, başka bir şey dersiniz ama bir şekilde bölgelerin, yerellerin güçlendirildiği, iktidarın desantralize olduğu yani âdemi merkeziyetçi bir yapı dışında Suriye’yi veya Irak’ı bir arada tutacak herhangi bir şey kalmamış durumda. Amerika da Rusya da başka bölge güçleri de Suriye’de böyle daha özerk yapı olmadan o devleti bir arada tutamayacaklarını çok iyi görüyorlar. Kürtler de orada önümüzdeki dönemde belli bir özerk yapıyla Suriye içerisinde yaşamak istediklerini zaten söylüyorlar, ifade ediyorlar. Durumu karmaşıklaştıran tek bir güç var o da Türkiye. Türkiye bunu zorluyor, umuyoruz aklını başına alır bir an önce doğru olan yolu bulur, Kürtlerle çatışmaktan ziyade Kürtlerle barışmayı onlarla olumlu, pozitif ilişkiler geliştirmeyi önüne koyar. Bu kendisi için de iyi olur, Suriye için de iyi olur, Kürtler için de iyi olur, Irak için de iyi olur, herkes için iyi olur. Bu inadı bırakmaları lazım.”23
İki seçim arası son perde…
Son olarak, HDP’nin Türkiye’de 7 Haziran 2015’ten, 24 Haziran 2018 tarihine kadar olan pratiğinin de mercek altına alınması gerekiyor. Bu başlıkları da aşağıdaki maddeler çerçevesinde toparlayabiliriz.
- 7 Haziran seçimlerine Selahattin Demirtaş’ın Tayyip Erdoğan’a dönük ifade ettiği “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganı, zaten oldukça gevşemiş olan müzakere sürecinde iplerin koptuğu bir evreye denk düşmüştür.
- Bu esnada Başbakanlık görevini yürüten Ahmet Davutoğlu görevden alınmıştır. Bu durum, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın zaten bozulmuş olan “çözüm sürecini” bitirmenin adımı olarak da görülmektedir. Ancak, yeni Osmanlıcılığın fikir babası olarak bilinen Davutoğlu’nun zaten tek başına “çözüm sürecini” ilerletebilme ihtimalinin sınırlı olduğu bilinmelidir.
- 6-8 Ekim 2014’te yaşanan Kobani olayları, sermaye devleti ve AKP iktidarı açısında psikolojik sınır anlamına gelmiştir. Bundan sonra Erdoğan gerek devlet içerisinde gerekse ordu düzeyindeki ittifaklarını tazeleyerek ilerlemiş, seçimlerden sonra da büyük çatışmalar başlamıştır.
- 7 Haziran seçimlerine giderken HDP’nin topluma dönük öne çıkardığı iki ana başlık vardır: Birincisi, Türkiyelileşme açılımı. İkincisi, AKP’yi geriletmek için HDP’nin barajı geçmesini sağlamak. Türkiyelileşme açılımı, toplumsal bir proje olarak ve bugüne kadar Kürt kimliği üzerinden siyaset yapan HDP açısından pozitif bir çağrışım yapmaktadır. Ancak bunlarla birlikte HDP, 7 Haziran seçimlerinden önce demokratik özerklik çağrısı yapmaktadır. Türkiyelileşme ile özerklik arasında bir açı olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
- Bununla birlikte HDP’nin barajı geçmesi AKP’nin geriletilmesi ya da yenilmesi açısından bir anlam ifade etmemiştir. Sermaye devleti ve burjuvazi, 1 Kasım 2015 tarihinde zorlamayla yapılan tekrar seçimden istediğini alarak çıkmıştır. HDP, bu seçimlerde özerklik talebini geri çekmiş, özyönetim adı verilen bir yaklaşım ile birlikte üniter devlete vurgu yapan bir söylem geliştirmiştir.
- Söylemdeki bu yumuşamanın sebebi, 7 Haziran seçimlerinden sonra başlayan çatışmalar, PKK’nin kent merkezlerinde hendekler kazarak silahlı mücadeleye geçmesi, devletin de buna şiddetle yanıt vermesidir. Seçimlerden sonra “çözüm süreci”nin tıkanması ile birlikte, Kürt illerinde ve ilçe merkezlerinde özerklik ilanları yapılmıştır. Bu durum, Kürt siyasi hareketi tarafından Kürt emekçilerine Suriye’deki kazanımların devamının Türkiye’de hayata geçirilmesi olarak propaganda edilmiş, demokratik yaşamın bu şekilde kurulabileceği ve halkın buna destek vermesi gerektiği ifade edilmiştir. Bunlarla birlikte HDP cephesinde Avrupa Birliği ve NATO’dan beklentiler üst seviyeye çıkmıştır. Selahattin Demirtaş bu beklentileri Brüksel’de yaptığı temaslar esnasında 7 Ağustos 2015 tarihinde açıklamış, Avrupa Birliği’ni Türkiye ile PKK arasındaki görüşmeleri “çok açık ve belirgin bir şekilde desteklemek” için göreve, NATO’yu da Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK’ye dönük yaptığı askeri saldırılara karşı konum almaya davet etmişti.
- Bunlarla birlikte, hendek siyasetinin arka planında iki önemli başlığın olduğunu açık bir şekilde ifade etmek ve tarihi bu anlamıyla doğru okumak gereklidir. Bunlardan birincisi, PKK’nin, AKP’nin ve emperyalizmin Suriye politikalarının kesişim noktasında ortaya çıkmıştır. Suriye’de PYD’nin emperyalizm işbirliği ile toprak kazanması, Türkiye sınırındaki kasabalara PYD bayrağı çekmesi ve AKP’nin desteklediği bilinen IŞİD’e karşı zafer kazanması Türkiye sermaye devleti ve AKP iktidarı açısından tedirginlik yaratan bir durum olmuş, PYD ile emperyalizm işbirliği göstermelik de olsa hedef tahtasına yerleştirilmiştir. Bu yazıda Ortadoğu bağlamında Türkiye – ABD ilişkilerini ayrıntılı bir şekilde irdeleme şansımız bulunmuyor. Ama ortaya çıkan tablo Türkiye’nin ilgili kesitte saldırgan bir dış politika yapmaya başlaması ve PYD’nin ele geçirdiği kentlere içeriden çeşitli zorlamalar yapması, Kürt siyasi hareketi cenahında “Rojava devrimi”ni koruma güdüsünü ortaya çıkarmıştır. “Türkiye’nin Kuzey Suriye’deki Kürt bölgelerini işgal etmesini önlemek” söylemi altında çatışmaları Türkiye içine ve kent merkezlerine taşıyan Kürt hareketi bu sayede zaman kazanacağını hesap etmiştir. Sonuç bellidir. Binlerce ölü ve on binlerce göç etmek zorunda kalan insan…
- Hendek siyasetinin arka planındaki ikinci olgu ise, Kürt siyasi hareketinin yaşadığı ya da yaşayacağını kestirdiği olası bir yenilgi esnasında savaşarak çekilme arayışıdır. Çoğu yazar ve konu ile ilgilenen kişiler bunun tersini iddia etmekte ve HDP’nin Meclis’e 80 milletvekili soktuğu bir ortamda artık özerklik ilan edilmesinin kazanımı taçlandırmak anlamına geldiğini söylemektedir. Ancak bu yaklaşımın doğru olmadığı hendek siyasetinin sonucunda ortaya çıkmıştır. HDP elindeki belediyelerin neredeyse hepsini kaybetmiş ve oralara kayyım atanmıştır. Belediye başkanları ve HDP’nin Eş Başkanları dahil birçok milletvekili tutuklanmış, bir kısmının vekilliği düşürülmüştür. Bölgedeki Kürt emekçileri belli noktalarda çıplak devlet şiddeti ile karşı karşıya kalmıştır. Tüm bunların bileşkesinde kazanım olduğunu söylemek abestir. HDP de tüm bu süreçlerde devlet ile Kürt hareketi arasında arabuluculuk rolünü oynamanın ötesine geçememiştir.
- 7 Haziran seçimleri öncesinde radikal demokrat bir siyasi parti olduğu söylenen HDP’nin esas misyonu seçimlerden sonra net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Liberal çizgisi daha da belirginleşen HDP, önce Barış Bloğu çağrısı yapmış, bununla birlikte Türkiye solu üzerindeki etkisini de devam ettirmeye çalışmıştır.
- 24 Haziran seçimlerine doğru yol alınan Türkiye’de HDP’nin misyonu bu sefer gerçek anlamda artık oturmuş ve HDP artık tamamen liberal demokrat bir partiye dönüşmüştür. Bu dönüşüm partinin Kürt siyasi hareketindeki koordinatlarının değiştiği anlamına gelmek durumunda değildir. Ancak gerek söylemleri gerek parti temsiliyetinde “Yetmez ama Evet”çi birisine misyon biçilmesi ve tüm bunlarla birlikte AKP’ye karşı mücadelede demokrasiciliğin ön plana çıkartılması bu dönüşümün önemli belirteçleri olarak görülmelidir. 24 Haziran seçimlerindeki HDP’nin siyasi hattı belirsizdir, bu durum da partinin liberal bir karaktere adım adım gittiğinin göstergesi olarak ifade edilmelidir.
- HDP’nin barajı geçtiğinde AKP ve MHP’nin 300 milletvekilinin altında kalacağı gibi matematiksel girdilerle siyaset yapan ve CHP seçmeninden hafifsenemeyecek düzeyde oy alan HDP’nin durumu bir de başka bir pencereden ele alınmalıdır. Liberalizasyon tek başına bir partinin programındaki ya da söylemlerindeki kaymalara ve sapmalarla açıklanamaz. Bununla birlikte çevresinde toplumsal kesimlerin de toplanıyor olması liberalizasyonda mesafe alındığının göstergesi olarak ele alınmalıdır. Seçim sonuçlarına bakıldığında, HDP’nin seçim propagandasında yer verdiği temel öğe (AKP ve MHP’nin 300 milletvekilinin altında kalacağı) yanlışlanmıştır. HDP’nin barajı geçmesi bir kere daha AKP’nin geriletilmesi anlamına gelmemiştir. “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganı başarıya ulaşamamıştır. Erdoğan başkanlığını ilan etmiştir. Ancak zaten HDP başkanlık sistemine karşı olmadığını farklı ağızlardan birçok kere ifade etmiş, salt Tayyip Erdoğan’ın başkan olmasına karşı çıkılmıştır. Dolayısıyla aslında hedeflerinin önemlice bir kısmına ulaşamamış durumdadır.
- Türkiye’de yaşananlar masaya yatırıldığında esas meselenin İkinci Cumhuriyet’e geçiş ve rejim değişikliği olduğu bilinmelidir. Rejim değişikliğinin ise emperyalizme göbekten bağlılığın devamı, Türkiye kapitalizminin daha da vahşileşmesi ve gericiliğin tavan yapması üzerinden tanımlanması gerekmektedir. Bu rejim değişikliğinin mimarlarından olan liberallerin bugün AKP’ye karşıymış gibi piyasaya çıkmaları ise en büyük kandırmaca olarak görülmelidir. HDP, ne yazık ki bu kandırmacaya yataklık etmektedir. Meselenin özünden ziyade biçimsel yanları ve görünümleri ile kavga eden bir hareket, son tahlilde gerçeklerden sapma tehlikesi ile karşı karşıyadır.
- Tam da bu noktada yazımızın en başında dikkat çektiğimiz bir olguya dönelim. HDP’nin son aylarda “demokratik cumhuriyet, ortak vatan” söylemini öne çektiğini ifade etmiştik. Yaptığımız uzun değerlendirmelerden sonra bu taktik yönelimin ne anlama geldiği daha açık olsa gerek. Kürt siyasi hareketi önemli bir başkalaşım geçirmekte, siyasal repertuarındaki farklı başlıklara sıçrayabilmektedir. Bunun nedeni siyasetsizlik ve ideolojik boşluk olarak görülmelidir.
Sonuç ya da geleceğe bakış…
Bu yazıya bir sonuç yazmanın zorlukları bulunuyor. Düzen muhalefetinin bir kanadını oluşturan HDP’nin geleceği Türkiye sermaye sınıfının yönelimlerine, siyasi iktidarın açılımlarına, sermaye devletinin tercihlerine ve emperyalizmin bölge ve Türkiye planlarına endeksli haldedir.
Yazımızın genelinde de ifade etmeye çalıştığımız üzere, liberal demokrat bir karakter kazanan HDP açısından sadece Kürt burjuvazisi değil tüm Türkiye burjuvazisi artık temel nirengi noktalarından bir tanesi olarak görülecektir.
Emperyalizm ile ilişkiler pragmatik bir düzeyden daha yapısal bir çerçeveye taşınmaya çalışılacaktır.
HDP için ilk kuruluşunda biçilen misyon dönem dönem gündeme gelecektir. HDP açısından temel mücadele düzlemi demokrasicilik ve verili düzeni sağından solundan tamir ya da reforma tabi tutmak üzerine kurulu olmaya devam edecektir.
Bunlardan hareketle Türkiye’de solun mücadele programını güçlendirmesi, sosyalizmin gerçek bir iktidar alternatifi haline getirilmesi, işçi sınıfının Türkiye siyasetine ağırlık koyması için yapılması gerekenler gibi gündemleri olmalı, bunların hakkı verilene kadar sabırlı bir çalışma içerisinde olunmalıdır. Türk ve Kürt emekçilerinin birliği ve kurtuluşu için atılması gereken en önemli adımlar öncelikle bunlardır.
Ancak bu şekilde düzen muhalefetinin, düzen cephesine enerji vermesinin önüne geçilerek Türkiye sosyalist hareketinin gerçek bir kimliğe sahip olması sağlanabilecektir.
* Alıntılardaki vurgular yazara aittir.
Dipnotlar ve Kaynak
- http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/965287/Sezai_Temelli__Parlamentoya_7_ Haziran_dan_cok_daha_guclu_bir_sekilde_girecegiz.html
- http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/744594/HDP_Kongresi_ne_mesaj_gonderen_Demirtas_tan__ortak_vatan__ve__cumhuriyet_degerleri__vurgusu.html
- http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/671421/iste_HDP_nin_referandum_sloga ni__Vatan_ve_Cumhuriyet_vurgusu.html
- http://www.newsweek.com/blacksnakes-lair-111735 (İlgili haberden çeviri)
- http://www.hurriyet.com.tr/gundem/verheugen-diyarbakirda-255406
- Soruya doğru bakmak: Kürtleşen işçi sınıfı mı, işçileşen Kürtler mi? Ildır, I. Marksist Manifesto, sayı:2, Mayıs 2016, s.75-88.
- Birgün gazetesinde yayımlanan söyleşiden alıntı, 14 Eylül 2007.
- Neşe Düzel ile röportajdan alıntı, Taraf gazetesi, 11 Ağustos 2008.
- Zaman gazetesi, 22 Temmuz 2008, s. 20.
- 2 Temmuz 2008 tarihinde Sivas katliamının yıldönümü sebebiyle TBMM’de yapılan basın toplantısının sonrasında gazetecilerin sorularına verilen yanıttan alıntı.
- Selahattin Demirtaş’ın Silivri Cezaevi Kampüsü’nde kurulan mahkemede yaptığı savunmadan alıntı, 14 Şubat 2018.
- http://www.radikal.com.tr/politika/bdpden-referandumda-evet-icin-yesil-isik-1014221/ (Diyarbakır Kayapınar Belediyesi’nin yaptırdığı parkın temel atma töreninde yapılan açıklamadan alıntı, 18 Ağustos 2010.)
- https://m.bianet.org/bianet/siyaset/123843-bdp-referandumu-boykot-kampanyasini-istanbul-dan-baslatti
- HDK programından alıntı, http://www.halklarindemokratikkongresi.net/hdp/program/kurulus-programi/494
- A.g.m.
- Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa (İmralı Notları), Abdullah Öcalan, Weşanen Mezopotamya, Almanya, Kasım 2015, s.66.
- A.g.y., s.49-50.
- A.g.y., s.95, 97.
- Selahattin Demirtaş’ın CNN Türk’e yaptığı açıklamadan alıntı, 31 Temmuz 2013.
- Fatih Altaylı’nın Selahattin Demirtaş ile yaptığı görüşmeden alıntı, 23 Mayıs 2013, Gazete HABERTÜRK, https://www.haberturk.com/yazarlar/fatih-altayli/846759-siddet-donemi-bitti-artik-geri-gelmez
- https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/05/130521_ahmet_turk_washington
- Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa (İmralı Notları), Abdullah Öcalan, Weşanen Mezopotamya, Almanya, Kasım 2015, s.185.
- 26 Mart 2017 tarihinde Sputnik’e verilen demeçten alıntı. https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201703261027805059-kurt-devleti-emperyalizm/