A. DÜNYA KAPİTALİZMİ KRİZ DEVRİMCİ OLANAKLAR:
1.Emperyalizmin yeni dünya düzeni başlıklı saldırısıyla elde ettiği başarının geçici bir üstünlük olduğu, kapitalist sistemin bunalım ve iç çatışmalarıyla açığa çıkmıştır. Kapitalist merkezler arasındaki çelişki, ABD hegemonyasının tartışılmasını odak almamaktadır. Ancak, ABD aynı zamanda iktisadi krizin de en yoğun yaşandığı odaktır. ABD, Batı Avrupa ve Uzak Doğu öbekleri arasında, ticaret, sermaye akışları ve siyasal prestij çerçevesinde bir rekabet varlığını sürdürmektedir.
Dünya kapitalizminin mevcut krizi tek merkezden yayılan bir kriz olarak değil de, çok odaklı bir global kriz olarak kavranmalıdır. Emperyalist odakların herbiri, kendi kıtasal yerelliklerinde, global krizi yeniden üretmektedir. Kuzey Amerika’da, ABD ekonomisinde dış ticaret açığı büyümeye devam ederken, işten çıkarmalar ve banka iflasları yoğunlaşmıştır. NAFTA’nın Meksika işçileri ve yoksul köylülük üzerindeki yıkıcı etkisinin ürünü Zapatista ayaklanması olmuştur.
Avrupa Birliği, 1992 sonundan itibaren, para birliğinin yediği darbe ile tıkanırken, Fransa ve İngiltere’de refah devleti kazanımlarının hızlı erozyonu, genç işçi ve işsizleri hareketlendirmektedir.
Japonya ise kapitalist sanayi için model oluşturmaktan çıkarken, büyüme hızı 1974 yılından bugüne ilk kez eksi olarak gerçekleşmiştir.
Genel bir insani değerler erozyonu, ya da daha doğrusu yıkımı eşliğinde gelişen kriz, K.Amerika’da bir yanda emperyalist saldırganlık, öte yanda yoksul köylü ve işçi direnişleriyle, Avrupa’da ırkçılığın yükselişi, Japonya’da ise yoğun işçi kıyımı ve iflaslar biçiminde açığa çıkmaktadır.
2.Doğu Avrupa ve eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde, toplumsal huzursuzluklar varlığını sürdürmektedir. Söz konusu ülkelerin dünya kapitalizmine entegrasyonunun önündeki engeller varlığını küçümsenmeyecek ölçüde sürdürmektedir. Bu engeller, iktisadi yapının kamucu organizasyonu, toplumsal tüketim kalıplarının farklılığı ve tüketim ağının yetersizliği, teknolojik uyumsuzluklar, toplumsal ve siyasal istikrarsızlık, işçi sınıflarının yaşam koşullarının gelenekselleşmiş normları şeklinde özetlenebilir.
Dünya kapitalizmi, sosyalizmin çözülüşünden kalan mirası, kavuştuğu yeni pazarları, bunalımını savuşturacak sıçramanın olanağı haline getirememiştir. Bu ülkelerde kapitalizmin gelişme düzeyinin geriliği, global krizin çözülmesine katkıda bulunmalarını mümkün kılmamaktadır. Bu sorunun çözümü, bu ülkelere doğru sermaye akış hacmine bağlıdır. Ancak, kriz koşullarındaki dünya kapitalizmi, bu toplumları kapsamaya yönelik adımları atamamıştır.
Emperyalist odakların bu ülkelere, ya da daha genel olarak “dışarıya” doğru sermaye aktaramaması durumu, krizin “krizi doğurganlaştıran” unsurlarından birisidir. Fakat, bu söylenenlerden bu ülkelerde kapitalizmin yol almadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Mevcut entegrasyon sürecinin önündeki asıl engel, ancak devrimci bir silkiniş olabilir. Bu ülkeler, sosyalizmle anti-kapitalist bir devrim yoluyla buluşabileceklerdir.
Dikkat çekilmesi gereken bir nokta da şudur: Sosyalist ülkelerin çözülüşünün krizle boğuşmayı kolaylaştırıcı bir doğrudan “yan” ürünü, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfına daha rahat saldırma imkanı yaratması olmuştur.
3.Rusya ve Ukrayna gibi eski sosyalist ülkeler, sosyalizmden miras kalan siyasal ve askeri gücü, Batı ile pazarlık kozu olarak kullanmışlardır. Bu toplumlardaki Batı karşıtı hareketler ve düşünsel akımlar, emperyalist sisteme entegrasyon süreçlerine direnç gösteren, istikrarsızlık yaratıcı unsurlar olarak toplumdaki yerlerini korumuş ve güçlenmişlerdir.
4.Kapitalist restorasyon sürecinin önündeki tüm sorunlara karşın, Rusya dışında anlamlı bir devrimci direniş odağı su yüzüne çıkmamıştır. Kitlelerdeki hoşnutsuzluk, medyada komünist ya da eski komünist olarak tanımlanan sol reformist partilere alan açmaktadır. Bu partiler aynı anda hem bir direnişin alt sınırı, hem de tedrici ve daha kontrollü bir geçişin düzenleyicisi rolünü üstlenerek güçlenmek eğilimindedirler.
Rusya’da ise, Ekim Parlamento direnişinin ardından egemen olan faşizan yönetimin, komünistlerin siyasal faaliyetlerine getirdiği yasal ve fiili engel ve sınırlamalar, ciddi şekilde aşılmış ve geriletilmiştir. Ancak Rusya’da yakın dönemde bir devrimci iktidar olasılığının ağırlık taşıdığını söylemek güçtür.
5.”Üçüncü Dünya” da eski statükoların içerdiği güçler dengesine bağlı dolayımlı hegemonya tarzını ikame etmesi beklenen “Amerikan barışı”, Körfez savaşıyla birlikte ikna edici bir proje olmaktan çıkmıştır.
Emperyalizmin Somali’de aldığı sonuç ise, ciddi bir yenilgi olmuştur. Bu yenilginin simgelediği durum, yeni dünya düzeninin bir önceki dönemi “modernizasyon” yoluyla tasfiye edeceği yolundaki demagojik ideolojik kampanyayı yaralamıştır. Dünya kapitalizminin aynı anda hem kendi krizini yaşaması, hem de sistemin geri unsurlarım “tam boy bir eklemlenme” hedefi doğrultusunda geliştirmesi olanaksızdır.
6.Benzer bir süreç, Ortadoğu için de işlemektedir. İsrail- Filistin uzlaşmasının yeni bir defter açacağı umudu daralmakta, Filistin sorunu dünya sisteminin bir dengesizlik dinamiği olmayı sürdürmektedir. Kürt sorununun da uluslararası boyutlarıyla bir genel konsensusa oturtulamayacağı açıklık kazanmıştır. Bir diğer coğrafyada Meksika köylü ayaklanması, yeni dönemin sınıf çatışmalarını bastıramadığının bir diğer anlamlı örneğini oluşturmuştur. Filipinler’de bir türlü kırılamayan gerilla hareketi, Latin ve Orta Amerika’da yeniden düzen dışı kanallar yaratabilen bazı gerilla hareketleri direnç odakları olmayı sürdürmektedirler.
7. Yukarıda sergilenen tabloda, sosyalizmin, başta Küba olmak üzere çeşitli ülkelerde iktidarını korumasının bu ülkelerin ötesinde bir anlam kazandığı açıktır. Bu ülkeler üzerinde yoğunlaştırılan emperyalist saldırganlık, Kuzey Kore’nin muhatap olduğu nükleer santral problemi örneğinin de gösterdiği gibi, dünya üzerinde yeni sıcak noktalar yaratmaya adaydır. Diğer yandan, Küba’nın direnişi uluslararası sosyalist hareket açısından küçümsenemeyecek bir ideolojik mevzi olma özelliğine sahiptir.
8. Kapitalizmin krizinin getirdiği rekabe,t sosyalist sistemin çözülmesinin körüklediği paylaşım mücadelesi, sosyalist ideolojinin gerilemesiyle parlayan milliyetçilik gibi etkenler eski Yugoslavya’yı hala bir savaş alanı olarak tutmaktadır. Bu çatışmalar, emperyalist odaklar arası prestij kavgası olarak sürmektedir.
İki kutuplu dünya sisteminin nihayet bulmasının ardından, emperyalist sistem iç bütünlüğünü henüz sağlayabilmiş değildir, ya da bir başka deyişle yeni dünya sisteminin iç dengeleri henüz oturmamıştır.
9. Dünya kapitalizminin yaşadığı krizin, süratle derinleşen ve devrimci olanakları güçlendiren bir anlam taşıdığı iddia edilemez. Bugüne kadar, krizin sosyal ve siyasal patlamalar biçimine büründüğü kimi örnekler de ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu örnekler düzeni tehdit edici boyutlara ulaşmamıştır. Kapitalizmin ekonomik krizi ve emperyalistler arası rekabet, bu ülkelerde toplumsal ölçekte devrimci olanaklar yaratmış değildir.
10. Genel olarak komünist hareketin reel sosyalizm sonrası içine girdiği yeniden yapılanma süreci devam etmektedir. Bu süreç, sayılı örnekte emekçi sınıflara da ulaşabilen devrimci komünist partiler ortaya çıkarmıştır. Genel görüntü, iç hesaplaşmanın, üstelik kimi mevzi kayıplarıyla sürdüğü yönündedir. Komünist partilerin belli bir güce sahip olduğu Kıta Avrupası’ndaki durum iç açıcı olmaktan uzaktır. Portekiz ve Yunanistan gibi ortodoks partiler devrimci bir dönüşüm yaşamamışlar, tersi yönde süreçler ise örneğin Fransız partisinin sosyal-demokratlaşmasına varmıştır.
l1.Diğer yandan, ülkemizin bulunduğu coğrafya, uluslararası bir devrimci silkiniş için oldukça zengin bir zemin sunmaktadır. Ortadoğu’da klasik istikrarsızlık kaynaklarına yakınlık, yanı başında sosyalizmin çözülüşü sonrası ortaya çıkan yerel dinamikler (balkanlaştırılan Balkanlar, klasik istikrarsızlık kaynağı olma konusunda Ortadoğu’ya rakip olma yolundadır) güçlü bir ulusal kurtuluş hareketinin ve uzlaşma çizgisinde tutulması nihai olarak imkansız olan bir proletaryanın varlığıyla çerçevelenen bu zemin, bu coğrafyadaki bir devrimci silkinişin emperyalizm tarafından lokalize edilebilmesini imkansızlaştırmaktadır. Türkiye sosyalist hareketi, emperyalist sistemin tüm kriz ve istikrarsızlık başlıklarının yığıldığı bir coğrafyada yolunu açmaktadır. Bu nedenle, Türkiye sosyalist devriminin hem emperyalist sistemin kalbine indirilecek bir darbe olacağı, hem de uluslararası sosyalist harekete önemli bir birikimi aktarabilecek bir potansiyel barındırdığı açıktır.
B. TÜRKİYE ‘de KRİZİN DERİNLEŞMESİ:
12.Türkiye kapitalizmi 1980’lerin sonundan bu yana iktisadi anlamda kaydettiği inişli çıkışlı grafiğinin en ciddi bunalımına 1994 başında girmiş bulunuyor. Bu kriz, üretken yatırımların ve üretken sermaye birikiminin genel sermaye birikiminin ardında kaldığı, yani imalat sanayiinin gerilediği, ticaretin, finans ve bazı hizmet sektörlerinin ise aşırı ölçüde şiştiği bir evrenin tamamen tıkanmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Tüketime ve borçlanmaya dayalı büyümeyle; fiktif kaynakların, spekülasyonun ve spekülatif sermayenin örgütlenmesine dönüşen finans sektörünün patlama noktasına geldiği görünmektedir. Yaşanan kriz, bir üretim krizidir. Mali kriz, üretim sürecindeki krizin bir sonucu ve yansımasıdır. Bununla birlikte, mali kriz şu aşamada finansman üzerindeki etkileri ve yarattığı talep açığı problemiyle üretimi yavaşlatan ve gerileten kriz faktörlerinden biri olarak da değerlendirilmelidir. Bu haliyle yaşanan, geçici ya da arızi, ekonomi politikası yönetimi hatalarıyla belirlenmiş bir kriz değildir; kapitalizmin klasik dinamikleri ve Türkiye kapitalizminin, geç kapitalistleşen ülkelere özgü yanları tarafından biçimlenen yapısal bir bunalımdır.
13. Kambiyo sisteminin yediği darbe, enflasyonun üçlü rakamlara fırlaması, iç ve dış borçlanmada sınıra gelinmesi, dolarizasyon bu yapısal bunalımın ilk göstergeleridir. Hükümetin açıkladığı ekonomik önlemler, uzun süredir sınırlı mesafe alınabilmiş ve meşruluğu sorgulanan özelleştirmelerin hızlanmasına, yaygın işten çıkarmalara, emekçi sınıfların alım güçlerinin süratle düşürülmesiyle sömürü oranının yükseltilmesine dayanmaktadır. Burjuvazi krizi aşmak için, emekçilere karşı yoğun ve köklü bir saldırıya karar vermiştir.
15. Partimizin daha önce saptadığı kriz dinamikleri, burjuvazinin yönetsel tıkanıklığı, Kürt hareketi, İslami hareket ve işçi sınıfı dinamiği, bugün gelinen koşullar altında yeni biçimler edinmektedir. Bugüne kadar siyasal krizin unsurları olan bu dinamikler, iktisadi krize karşı burjuvazinin alabileceği önlemleri de etkilemiş, bu anlamda iktisadi krizi beslemiştir. Türkiye’nin yakın gündeminde toplumsal bir kriz başlığı -şu ya da bu ölçekte- bir yer bulacaktır.
16. 1980 sonrasının, depolitizasyonu esas alan ideolojik ve siyasal üstyapısı tıkanmıştır.
Burjuva düzenin iktisadi cephede iniş-çıkışlarla, siyasi düzlemde önemli gerilimlerle, ancak, ideolojik planda görece güçlü geçirdiği bir dönemin sonunda, bugün iktisadi kriz ön plana çıkmaktadır. Çok boyutlu bunalım, düzen güçlerinin siyasal reorganizasyo-nunu gündeme getirmiştir. 1980 sonrasının ideolojik yapılanması da kriz sürecinden payını almıştır ve gündemde burjuvazinin ideolojik anlamda da yeniden yapılanma gereksiniminin dayatması vardır. Ancak Türkiye kapitalizminin bu gereksinimi karşılayacak kaynaklarında da ciddi bir tükenme yaşanmıştır.
17. Burjuvazi her cephede bugün bir kriz yönetimi arayışı içindedir. Ancak, kriz dinamiklerinin etkileri altında, bunalım sürecine etkili müdahaleler yapmakta gecikmektedir. Nitekim, son seçim konjonktüründe kriz kontrolden çıkma eğilimi göstermiştir. Yerel seçimleri kriz dinamiklerini geriletme ve krizin üzerini örtme perspektifiyle karşılayan burjuvazi, toplumdaki göreli politizasyon dinamiklerini engelleyememiş, bu sürece yetişmeye çalışmak durumunda kalmıştır. Seçimlerin Kürt hareketi ve emekçi kitlelere yönelik karşı-devrimci bir saldırıya dönüşmesi bu çerçevede kavranmalıdır.
18. Türkiye burjuvazisinin perspektifi şu unsurlardan oluşmaktaydı:
a) Ekonomik anlamda; bir dönem sonrasında reel kaynaklara, yani maddi üretime dayandırılması öngörülen. borçlanma büyümesi;
b) İdeolojik anlamda; modernleşme ve emperyalist sisteme entegrasyon hedeflerine aşırı güvene dayanan depolitizasyon;
c) Siyasal anlamda; siyasal eğilimlerin aralarındaki farkların minimize edildiği, partilerin merkezde toplanarak işlevsizleştiği, bunun yarattığı boşluğun ise burjuvazinin, bizzat devlet örgütlenmesi, teknokrat-militer aygıtları ve medya aracılığıyla doldurulduğu bir yapılanma…
Bu kurgunun Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmiyle tam boy bir entegrasyon hedefine uyarlanmış olduğu açıktır. Aynı zamanda Türkiye toplumunun devrimci potansiyellerini küçümseyen ve ülkeyi, emperyalist zincirin zayıf halkası olmaktan yapısal olarak çıkartmayı vaadeden bu perspektif, iflas etmiştir.
19. Bu koşullarda depolitizasyon belirlenimli sürecin sonuna gelinmiştir. Yerel seçimler, toplumdaki politizasyon dinamiklerini, düzeni meşrulaştırıcı tek bir hat etrafında toparlama arayışı ile gündeme getirilmiş olsa da, seçim sonuçları Türkiye burjuvazisinin siyasi süreçler üzerindeki kontrol kapasitesinin yapısal olarak zayıfladığına işaret etmektedir. Burjuva siyasetinin önümüzdeki dönemde geniş bir yelpaze ve renkli bir zemine oturarak bir yeniden üretimi gerçekleştirmesi mümkün görünmemektedir. Yine de, kriz nesnelliğinin siyaseti devindirici özelliği karşısında, Türkiye burjuvazisinin çeşitli kuşatma denemelerine girişmesi kaçınılmazdır. Sosyal demokrasinin, düzenin bekaası adına -bu kez laikliğin bayraktarlığına soyunmuş bir biçimde- yeniden göreve çağırılmasının yanında, RP’nin kontrol altına alınması, yaratılan iki kutbun arasından restore edilmiş bir liberalizm adına ANAYOL seçeneğinin palazlandırılması siyaset yasalarının dikte ettirdiği kurgular olmalarına rağmen, Türkiye burjuvazisi kısa vadede statükoyu korumak ve krizi geçiştirmek dışında başka bir almaşığa angaje olabilecek durumda değildir. Mevcut siyasi yapı, eldeki asgari mevziyi -yani kriz programını uygulamaya yetecek bir hükümeti- temkinli bir biçimde kullanarak statükoyu yeniden üretme tercihi ile göreli politizasyonu göğüsleme ihtiyacı arasındaki istikrarsız bir dengeye oturmaktadır.
20.Bu noktada seçim sonuçlarının değerlendirilmesine geçilebilir. Uzun süre boyunca özellikle kentlerde sınıf atlama beklentisi ile belirlenmiş orta sınıfların yaşadığı iktisadi çözülüş gericiliği beslemiştir. Bu kesimlere bir dönem hitap eden ANAP tipi liberalizm, yerini geleneksel gericiliğe terketmektedir.
21.Bundan daha önemlisi, son yılların gelişen toplumsal olgusu kent yoksullarının düzene karşı yükselen tepkileridir. RP’nin oy patlamasının ardındaki en önemli öge, dini gericiliğin ideolojik zaferi değil, kent yoksullarının düzene karşı tepkileriyle, bu partinin düzen değişikliği demagojisinin ve militan çalışma tarzının çakışmış olmasıdır.
22.Yeniden RP’nin yükselişi olgusuna dönersek şu saptamaların altı çizilmelidir:
(a) İslami gericilik kentlere sıçrayarak geleneksel tabanını aşmıştır;
(b) Kent yoksullarının düzene karşı tepkilerini toplamıştır;
(c) RP faaliyeti, çalışma tarzı, söylemiyle tek “siyasi” parti olarak ortaya çıkmış ve başarısı depolitizasyon modelinin iflasını da simgelemiştir;
(d)RP, düzene karşı tepkileri toplamak, faşizan gericilik, Kürt hareketine alternatif olmak, geleneksel tutuculuk gibi farklı ihtiyaçlara aynı anda uzanmıştır. Bu kapsayıcılık kısa dönemde seçim başarısına tahvil olmuştur. Sosyalist hareket, bir yandan RP’nin bir düzen partisi olma özelliğini tespit ederken, öte yandan, RP’nin son dönem güçlenmesinde başat rolü oynayan, düzen karşıtı temalar çerçevesinde hareketlenen kesimlerle Refah’ın söylemi arasındaki çakışma ve militan çalışma tarzı üzerinde dikkatle durmalıdır. RP’nin solun örgütlenme alanlarına ve solun seslendiği kesimlere uzanması, solun mekanında yer işgal ederek bu mekanı daraltması gibi bir yan sonucu kendiliğinden doğuracaktır.
23.RP’nin başarısı bu parti açısından burjuvazi ile bir pazarlığı başlatmıştır. Erbakan ekolünün hegemonyasında kalacak genel İslami etki alanının daraltılması, bu yanıyla RP’nin geleneksel misyonuna döndürülmesi burjuvazinin talebi olacaktır. RP bu talebe uzak değildir. Ancak bu arada hareketin kontrolsüz ögesini oluşturan radikal kanadın direncinin kırılması ve yönlendirilmesi gerekecektir. Bu kesim İslami hareketin bölünmesini içeren bir senaryo çerçevesinde faşist milis görevine itelenebilir. Burjuvazinin bu tür alanları kitlesel kalkışmalara ve toplumsal açıdan meşru süreçlere oranla çok daha kolay kontrol edeceği açıktır.
24.Türkiye burjuvazisinin bu tabloya siyasi müdahalesi şu ögeleri içerecektir:
(a)Dini motifler toptan yükselecek, RP’nin farklılığı giderilmeye çalışılacaktır;
(b) İslami hareketin düzeni ve statükoyu dengesizleştirici etkilerine karşı bir dizi manipülasyon örgütlenecektir;
(c) İslamcı-laik cepheleşmesi yükseltilecek, Kemalist cephe ve buna bağlı olarak sosyal demokrasinin güçlendirilmesine çalışılacaktır;
(d) Merkez sağın güçlendirilmesi ve klasik gericiliği stabilize etmesi hedeflenecektir;
(e) Kriz koşullarında faşist milis güç ihtiyacı artacak, klasik faşist hareket son yılların eğilimiyle de uyumlu olarak dini renkleri güçlendirilerek sahneye sürülecektir;
(f) Sendikal yapılar düzen kurumlan olarak tutulmaya çalışılacaktır;
(g) Kürt hareketinin devrimci etkileri marjinalleştirilmeye çalışılacaktır.
25. Sosyal demokrasi, özellikle de SHP, düzenin yukarıda değinilen depolitizasyon modeline en çok angaje olan hareket olarak çökmüştür. SHP bugün düzenin en zayıf kurumudur; ortaya çıkan boşluk, sosyalistler tarafından değerlendirilmelidir.
26. Merkez sağdaki gerilemenin bu boyuta varmaması, esas olarak faşist milliyetçi bir politizasyona sarılmalarındadır. Faşist hareketin kaydettiği yükseliş, yine kriz koşullarının toplumsal kutupsallaşma yasallığıyla açıklanabilir. Ancak krizin burjuvazi için gündeme getireceği faşist milis güç misyonuna MHP’nin bütünüyle oturduğunu söylemek mümkün değildir. Devletçi ve statükocu bir kimlik edinerek, hem düzenin siyasal yelpazeyi daraltma tercihine uyum sağlamış olan, hem de modern kentli kesimlere seslenme kanallarını geliştirmeyi deneyen MHP, bu misyon açısından henüz yedekte tutulmaya devam edilmektedir.
27. Seçim sistemi ve parlamentarizm ciddi bir yara almıştır. Boykot oranının yüksekliği ve seçim sonuçlarının her tür manipülasyona açık olduğunu kanıtlayan çöplükteki oy pusulaları, kitlelerin düzenin bütününden kopmaları değilse de, önemli bir unsuruna yabancılaşmaları anlamına gelmektedir.
28. En ön plandaki kriz dinamiği ve devrimci güç olarak Kürt hareketi ciddi bir saldırıyla karşı karşıyadır. Boykot politikası net bir başarı kazanmıştır. Kürt devrimci önderliği kritik bir momenttedir.
(a) Kriz koşullarında HEP-SHP ittifakı ya da, 93 bahar ateşkesi benzeri politikalar geçersizleşmiştir;
(b) Düzen legal alanı artık oldukça güvenilir ellere teslim etmek isteyecektir; DEP bu yönelimle çelişki halindedir;
(c) Burjuvazinin muhtemel senaryosu DEP’i bölmek, PKK’yı militarizmin, PSK’yı (veya benzerlerini) ise “siyasal çözüm”ün muhatabı haline getirmektir; ancak, Kürt devrimci önderliğin, legal alanı boşaltma niyetinde olmaması bu “çözümü” güçleştirmektedir;
(d) Bu durumda PKK bir yandan uluslararası dayanaklarını yitirmemek, ikinci olarak dini motiflere ağırlık vererek İslamcı eğilimlere karşı kendi etkinlik alanını korumak ve savaştan usanan kitlelerle mesafesini bu açıdan kapatmak, öte taraftan da legal temsiliyet anlamında kaybedebileceği toplumsal meşruluk aracını yerel “ikili iktidar” organları yaratarak yeniden üretmek isteyecektir. Dolayısıyla Kürt hareketi ileri ve geri çekici bir dizi etkenle yüzyüzedir.
29.İşçi sınıfı ve emekçilerin düzen karşıtı bir güç olarak tablodaki yerlerini kararlı biçimde aldıklarını söylemek son derece güçtür. Özellikle işçi sendikalarında mevcut bürokratik yapı, tüm yıpranmışlığına karşın hegemonyasını korumaktadır. Sendikalar düzenin kurumları olarak açık bir kimlik edinmişlerdir ve burjuvazinin, kriz politikalarının yürütülmesinde en güvendiği toplumsal güç odağı olma durumundadırlar. Ancak bizzat kriz koşullarının bu yapıya darbeler vuracağı, işçi sınıfının yeni ihanetlerle tanışacağı da açıktır. Kamu sendikaları hareketinin şu anki konumu ise, bir yanda devrimci dinamikler, öte tarafta ciddi sınırlılıklar barındırmaktadır. Her durumda, emekçi kitlelerin kendiliğinden hareketliliğinin, düzenin ve sendikal örgütlerin manipülasyonunu aşması olanaksızdır. Emekçi dinamiğinin krizi devrimci yönde etkilemesi esas olarak, şu an oldukça zayıf olan sosyalist ve devrimci girdilere bağlıdır.
30.Türkiye kapitalizminin, dış kaynak kanalları yeniden tüm gücüyle açılmaksızın kendi yağıyla kavrulması olanaksızdır. Bu olanak, sermayenin mantığı gereği, ancak toplumsal stabilizasyon belirtilerinin kazanılması ile elde edilebilir.
31. Bir darbe girişimi ise, her zaman gündemde olmakla birlikte, düşük bir olasılıktır. Ordu 1980 sonrasında yönetim işlevleri açısından devreden çıkmamıştır. Ordu bugün, koalisyon ortağı bir siyasi parti gibi çalışmaktadır. Bu anlamda toplumsal vicdanın temsili, bir darbe öncesinde gerektiği ölçüde ordu tarafından kazanılmış değildir. İkinci bir öge, darbe alternatifini canlandıracak olan somut düşman hedef mevcut değildir. Halen savaşın hüküm sürdüğü Kürt dinamiği bir darbe nedeni değildir. Darbe, en olağanüstü kriz idaresi yolu olarak bir kenarda beklemektedir. Ordu, devletin en güvenilir kurumu olma özelliğini korumaktadır. Üstelik kimi durumlarda, darbe olasılığının, darbenin kendisi kadar ciddi bir siyasi aktör olabileceğine dikkat edilmelidir.
32. Toparlarsak, burjuvazinin krize karşı toplumsal konsensüs ve siyasal konsolidasyon programı mantıksal olarak emekçi sınıfların mutlak yoksullaştırılması ve dış kaynak yaratılması ile iktisadi bir çözümü; sağda tek büyük partinin ve güçlü bir sosyal-demokrasinin belirleyici oldukları bir yapıyı; RP’nin geleneksel gericilik mevzilerine itilmesini; PSK’ya “majestelerinin Kürt önderliği” ve İP-SBP benzerlerine “majestelerinin KP’si” misyonlarının verilmesini; radikal İslam-MHP kırması bir faşist hareketin ortaya sürülmesini; Kürt devrimci ve Türkiye sosyalist hareketlerinin önünün tıkanmasını gerektirmektedir.
Bu programın başarısızlığı Türkiye toplumunun köklü bir alt üst oluş yaşaması demektir. Bu alt üst oluşta bizzat büyük sermaye ekonomik krizin getireceği yıkımları tadacak; dinci hareketin kontrolsüz gelişimi devlet örgütlenmesinde çatlama yaratabilecek; massedilemeyen emekçi direnci sosyalist hareketle buluşabilecektir. İslami gericiliğin bir düzen gücü olmasına karşılık krizin kontrolsüz gelişme olasılığı devrimci bir kriz yoluna böylesi düzen içi bir çatışmayla girilmesine neden olabilir. Sosyalist hareketin ise laisizm-şeriat çatışmasını sınıfsal bir tavırla gündemden düşürme görevi vardır. Bu çatışmayı kendi gündemimizin dışında görmekle yetinmemeli laik burjuvaziye ve İslami gericiliğe karşı işçi direnişlerini örgütlemeyi hedefleyen bir faaliyet programlanmalıdır. Sosyalist hareket krizi devrimcileştirme alt üst oluşun devrimci duruma evrilmesini hızlandırma yönünde müdahalesini gerçekleştirmek için sınıfı sendikal yapının tasallutundan ve ekonomizmden kurtarmak zorundadır.
34. Koalisyon hükümetinin açıkladığı paket seçim öncesi hazırlanan global bir saldırının bir parçası olarak ele alınmalıdır. Bir önemli nokta devletin bu saldırı ile Türk-İş’e bağlı büyük kamu işyerlerinde örgütlü ancak gerici üst yönetimlere sahip sendikalarla karşı karşıya gelmesidir. Bunda hem kapitalist sanayinin ve hizmetlerin altyapısal özelliklerinin hem de bir danışıklı dövüş projesinin payı vardır. Burjuvazi işçi sınıfının kendisine yöneltilen saldırı karşısındaki tepkilerini belirli bir pazarlık zeminini de tutma görevini sendikal yapının ana gövdesine teslim ederken bu yapıyı bozabilecek çizgi dışı ögelere karşı gözaltı hapis ve medya saldırısı yöntemleriyle yüklenmektedir.
93 yılı sonunda gündeme giren terörle mücadele yasasındaki yeniden düzenlemenin zımni hedefi işçi sınıfı idi. Sınıfa saldırının sınırlarını sendikal mücadele ve işçi sınıfının meşru kitlesel direnişlerine doğru genişleten bu yasa kısmen gündemden düşürülmüş olsa da yasadaki yeni düzenlemelerle benimsenen stratejik yaklaşım hükmünü korumaktadır. Bu da teslim alınmış bir sendikal mücadele alanının içine hapsedilmeye çalışılan işçi sınıfına radikalizm taşıyacak kanallara ve unsurlara şiddet uygulanmasıdır.
Bir diğer gelişme işçi hareketi içindeki uzlaşmacı sendikacılara karşı tepkilerin bireysellik ve dedikodu düzeyinden çıkmaya başlamasıdır. Mevcut sendikal yasaları birbirlerine karşı kullanmaya varan sendikal rekabet karşısında işçilerin tabanda örgütlü bir tavıra yönelmeleri sendikal yönetimlere karşı oluşan tepkilerin sınıfın birliği zeminine oturmaya başladığının işareti sayılabilir.
Kamu emekçileri hareketinin dönemsel radikalizmi zaman zaman işçi sendikalarını bile etkiler hale gelmiştir. Ancak 13 Ocak eylemleri bile kamu emekçileri hareketinin giderek Toplu İş Sözleşmesi baskısı ile belirlenmiş bir ekonomist zemine çekildiği gerçeğini örtmemelidir. Özellikle memur sendikaları yasası çıktıktan sonra TİS arayışı içindeki kamu emekçilerinin söz konusu sendikalara akmaları uzun vadede sendikalar içinde ilk kuşak radikal örgütleyicilerle geri çoğunluk arasındaki ikiliği arttıracaktır. Hareketin bileşenleri arasındaki gözle görülebilir eşitsizlik ve farklılaşmaların önümüzdeki dönem kritik sonuçları olacak ve bazı sektör ve sendikalar sürükleyici ve belirleyici bir rol oynayacaktır.
36. Sınıfın önümüzdeki süreçte ağırlıklı gündemi işten çıkarmalar ve zamlar olacaktır. Zamlar işçi sınıfının bütünü için 89 Bahar sözleşmelerinden sonra yükselen reel ücretlerin yarattığı psikolojik tavanı çökertmiştir. Bu temalar sınıfı toplumun diğer emekçi kesimlerine bir öncü sınıf olarak lanse etme ve emekçi katmanlar arası bir yakınlaşma sağlama fırsatı yaratmaktadır. Zamlar işçi sınıfının en geniş halkalarına yoksul kitlelere genelleştirilmiş mesajlar ulaştırabilme zeminini oluşturuyor. Yoksullaşmaya karşı popüler tepki kanalize olacağı bir güzergah bulamamıştır.
Sınıfın gündeminde ana tema işçi kıyımıdır. İşsizliğin yüksek olduğu kimi sektörlerde yüksek ücret-yüksek tazminat olgusunun sınıf dayanışmasını yıpratabileceği doğrudur. Ama işçi kıyımına karşı kendiliğinden başlayan fabrika işgali yürüyüş bölgesel direniş eylemleri öne çıkmakta; “sınıfa karşı sınıf” yaklaşımımız karşılık bulabilir hale gelmektedir.