Türkiye solunun tarihi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Halit Ayarcı karakterinin yaşadıklarına çok benziyor. Ünlü edebiyatçı Tanpınar’ın unutulmaz eserinin başkarakterlerinden olan Ayarcı, kendinden menkul tasnifçiliğin ve standartlar enstitüsü olmanın da güzel bir örneğidir. Türkiye solunda uzun bir dönem boyunca yapılan tartışmaların, siyasal olarak solun zeminini güçlendirmek yerine tarafların birbirine not verdiği ve “ayar çektiği” bir içerikten öteye gidemediği aşikâr. Dolayısıyla aslında not vermek dışında bir anlam taşımayan yazılar, tartışmayı yürüten tarafın siyasal hattının yeniden üretimine de katkı koyamıyor. Bu nedenle baştan bir ayrım noktası koyarak başlamak gerekiyor. Bugün solda teorinin anlamı not vermeye değil, ön açıcı olmaya ve tasnifleri güçlendirmeye yaramalıdır.
Ön açıcı olmanın bir yolunun ele alınan konu hakkında bir model kurmaktan geçtiği düşünülebilir. Bazı durumlar açısından “modelleme” yapmak ve “kavramlar” üretmek son derece yararlıdır. Ancak bazı durumlarda modeller statik içerikleri ve soyutlukları nedeniyle son derece hatalı bir akıl yürütmeyi doğurabilir. Örneğin, Batı Marksizmi’nin topluma, sınıflara, devrim ve iktidar kavramlarına ilişkin “mutlak model” arayışı, siyasal ve ideolojik olarak yeni bir düzen kurma ufku olmadığı için liberalizmle hemhâl olma durumunu tetiklemişti. Türkiye solunun da benzer bir dönemeci 12 Eylül döneminden sonra yaşadığını ve bu yaşanan sürecin sosyalizmin çözülüşüyle beraber katmerlenerek “inkâr” çizgisine doğru yuvarlandığını hatırlatmak faydalı olabilir. Bu nedenden ötürü, iyi bir teorik kavrayışın “modellenen” içerik kadar, referans noktalarının iyi belirlenerek, mevcut siyasal hattı güçlendirmesine yardımcı olması gerekli.
Aksi halde gerçekten teorinin griliği ile yaşam ağacının yeşilliği arasında kaybolup gitme ihtimali var. Öyle olmaması için, tartışmanın sağlıklı olabilmesi açısından önce teorik çizgileri belirlemek önemli.
“Bir siyasi akımın ve onu oluşturan örgütlenmenin temel konumunu belirleyen şey nedir?” sorusunun yanıtı, siyasetin temel konularından bir tanesidir. Zira her siyasal olay ve olgu, içinde bulunduğu toplumsal yapının izlerini taşır ve bu izler sınıfların aynasından geçerek siyasal akım ve örgütlenmelerle buluşur. Dolayısıyla herhangi bir siyasi akımın ve örgütlenmenin anlık veya tarihsel yapısı incelenirken, o akımın veya örgütlenmenin belli başlı köşe taşlarının farklı kertelerden geçerek incelenmesi gerekir.
Bu farklı kerteler şöyle ifade edilebilir; siyasi akımın tarihsel perspektifini belirlediği ideoloji, siyasal mücadelede hedeflerin belirlendiği program ve bu programın hayata geçmesi için gerekli olan metot. Bu üç olgu birbirini ardışık bir biçimde izleyen ayrı bölmeleri değil, iç içe geçmiş bir bütünlüğü temsil eder. Dolayısıyla bir siyasal akımın ve örgütlenmenin temel stratejisi ideoloji, program ve ittifaklar üçlüsü ile var olur.
Türkiye siyasetinde bu üçlü sacayağına dayanan herhangi bir siyasal akım veya örgütlenme bulunmamaktadır. Bu durum her siyasal akımın mutlak bir tutarlılıkla işe koyulduğu anlamına gelmemektedir. Zira bugünkü toplumsal yapı ve bu toplumsal yapıyı oluşturan üretim ilişkilerinin kendisi ciddi iç gerilimler ve yapısal çelişkilerden oluşmaktadır. Bu iç gerilimler ve çelişkiler, her türlü siyasi akımın belirli düzeylerde açmazlarını doğurmaktadır. Sınıflı toplumların son aşaması olan emperyalist-kapitalist sistemde başka türlüsü düşünülemez.
Ayrı bir parantezi de siyasi akımların iktidar olgusu ile olan ilişkisine açmak gerekli. Her siyasi akım ya da örgütlenmenin şu ya da bu biçimde ortaya koyduğu stratejiyi belirli bir güç ölçütünde hayata geçirme isteği bulunur. “Her devrimin sorunu, iktidar sorunudur” yaklaşımına benzer olarak, tüm siyasi akımların birer “iktidar sorunu” bulunmaktadır. İktidara gelip gelmemenin, o siyasi akımın ya da örgütlenmenin verili güç dengesi içerisinde edindiği sınıfsal karakterle yakından ilişkisi bulunmaktadır.
Günümüz siyasetinde her ne kadar sınıfsal etkilerin azaldığı gibi bir görünüm bulunuyor olsa da, azalan şey sınıf mücadelesinin etki düzeyi değil, işçi sınıfının siyasetteki etkisidir. Bu nedenle sermaye sınıfının baskın olduğu günümüzde, siyaseti yalnızca bir dizi güç odağının ya da “rasyonel seçmen davranışlarının” belirlediği düşünülmektedir. Bu durum gerçekliğin çarpıtılmasından başka bir şey değil.
Dolayısıyla ideoloji-program-ittifaklar üçlüsü ile oluşan strateji, sınıfsal temel ile birleşerek bir siyasi akımın ya da örgütlenmenin iktidara ulaşma yolunu belirler.
Aşamacı yaklaşımın temelleri ve teorik çerçevesi
Türkiye solunu da bu gözle değerlendirmek gerekiyor. Sol üzerine inceleme yapan tarihçiler veya araştırmacılar genel olarak siyasi çevreleri bir tür “soy kütüğü” metoduyla incelerken bir anlamda yanlış yapmaktadır. Asıl yapılması gereken şey; her siyasi çevrenin bugün de dahil olmak üzere temel stratejisinin incelenmesidir.
Bu anlamda bir inceleme yapıldığında Türkiye solunda farklı dönemlerde alınan konumların veya ayrışmaların izi de sürülebilir. Bu iz sürmenin bugünü anlamanın ve değerlendirme yapmanın da önemli bir parçasınıoluşturduğunu söylemek gerekiyor. Böyle bir iz sürüldüğünde bugün görülecek olan şey; soldaki ayrımların mutlaka yukarıda ifade edilen üçlü ile bir bağlantısı olduğudur. Dahası bu ayrım tarihsel olduğu kadar güncel konumları da belirlemektedir.
Kabaca Türkiye solunda 1960’lardan bu yana gelen tüm ayrımlar, yukarıda ifade edilen olgularla yakından ilişkilidir. 1960’lı yılların hemen öncesinde ise bu ayrımların kristalize olmamış hali bulunmaktadır. Bugüne doğru izler takip edildiğinde ilk ortaya çıkan ayrımların yeni çatallanmalara veya birleşmelere neden olmasında Türkiye’de ve Dünya’da emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı dönüşümlerin, sınıflar mücadelesinin ve tüm bunları oluşturan toplumsal ilişkilerin payı bulunuyor. Bu nedenle doğrusal, dünden bugüne tek bir öğenin baskın olduğu ayrımlardan söz edemeyiz. Farklı öğelerle birlikte değerlendirildiğinde, dünden bugüne oluşan görüntünün farklı uğraklarıyla birlikte bir anlamının çıkarılması gerekli.
Bu uğrakları bugüne getirdiğimizde, Türkiye solundaki ayrımların odak noktası devrimci-reformist ayrışmasına tekabül ediyor. Bu ayrışmanın ikinci kümesi olan reformizmin liberal ve ulusal ideolojinin etkisi altında bulunuyor oluşu, reformist siyasetin sermaye sınıfının iç gerilimlerini sola taşıdığının birer göstergesi olarak görülmelidir.
Solda reformist siyasetin liberal ve ulusal bölmelerinin birbirinin zıttıgibi görülmesine karşın, bu zıtlık 90’lı yıllardan itibaren oluşan siyasal dönüşümle yakından ilgili. Ancak bu ayrışmaya karşın, her iki bölmenin de siyasal ve ideolojik değerlendirmelerinin yansımalarının benzeşim kümesi içeriyor oluşu şaşırtıcı görülmemeli. Bu benzeşim kümesi, liberal ve ulusal bölmelerin siyasette “aşamacı” yaklaşımları ile ilgilidir. Öte yandan, özellikle liberal solun “demokrasi programı”nı nihai hedef derekesine çekmesiyle birlikte ulusal sol bölme aşamacı yaklaşımda büyük oranda tekleşti.
Nitekim ulusal solun da tıpkı liberal sol gibi aşamacı yaklaşımının nihai hedef açısından silikleştiği iddia edilebilir. Bu doğru olmakla birlikte, bugünkü durumu anlamamız açısından yetersiz kalacaktır. Ulusal sol, tıpkı liberal muadili gibi sermayenin iç gerilimleri sonucu yeni bir noktaya doğru çekilmiş durumda. Bu yeni durumda ulusal solun, Türkiye’deki mevcut siyasal dönüşümler göz önünde bulundurulduğunda, aşamalı devrimcilikten ilham alan stratejisinin iflas ettiği ve düzenin “yedek kuvveti” noktasına itildiği tespiti yapılabilir. Bu bağlamda, liberal solun 2000’li yıllardaki dönüşümle ve uluslararası politik atmosferle paralel olarak ürettiği “düzenin meşruiyet aracı” olduğu konuma göre ulusal solun 2000’li yıllarda ürettiği konum, günümüz itibariyle kendi devrini tamamlamış gözüküyor.
Ulusal solun günümüzde iflas eden stratejisi, ideoloji-program-ittifaklar üçlüsündeki açmazlardan ve çelişkilerden kaynaklı. Bu nedenle ulusal sol, bir iktidar alternatifi olmaktan çıkmış, İkinci Cumhuriyet’in kırılma noktalarında işlev gören yedek kuvvet konumuna gelmiştir. Bu duruma yol açan nedenlerden biri ideolojik olarak ulusal solun bulanık bir referans sistemine sahip olmasıdır.
Ulusal solda anti-emperyalizmin dayanakları ve sonuçları
Öz itibariyle ulusal solun bugünkü programını oluşturan “Kemalist Devrim”i tamamlama ilkesi, aşamalı devrim teorisinden ilham almaktadır. 1930’lu yıllardan 70’li yıllara doğru uzanan bir panoramada, Türkiye kapitalizminin emperyalist sisteme eklemlenme olgusundan kaynaklı olarak ortaya çıkan açmazlar, aşamalı devrimi ciddi bir “strateji” olarak ortaya çıkardı. Emperyalizmin 90’lı yıllardan bu yana kat ettiği dönemeçte bu tez günümüzde sosyalizme varma hedefinde değil, Türkiye’de emperyalist-kapitalist sistemin etkilerinin azaltıldığı güçlü bir “milli ekonomi” kurma hedefine saplanıp kalmış durumdadır.
Bununla birlikte, dünden bugüne kadar uzanan siyasal kırılmalarda ulusal solun demokratik devrimi tamamlama perspektifi temel olarak “bağımsızlıkçı” öğelere yaslanan anti-emperyalist bir içeriğe sahip. Ulusal solun “bağımsızlıkçı”tonu ve anti-emperyalist söylemleri iki temel teze dayanmaktadır:
- Türkiye’de kapitalizm özgün bir biçimde gelişmiştir ve bu nedenle sınıfsal kompozisyonu diğer kapitalist ülkelerden ayrıksılıklar taşır.
- Emperyalist-kapitalist sistem bir bütün olarak ülkeler arası bir pozisyonda kendini yeniden üretmektedir. Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemin çevresinde kalan bir ülke olması nedeniylebütün olarak sömürülmektedir.
Bu iki akıl yürütmenin etrafında şekillenen anti-emperyalist siyasetten, ilk tespitin ve çizgisel tarih anlayışının ürünü olarak kapitalizmin olağan seyirde tamamlanması, ikinci tespitin ürünü olarak da sermaye sınıfının farklı kesimleri ile diğer sınıfların buluşturulması çıkmaktadır.
Ayrıca ikinci tespitte, emperyalizm çağının üretim ilişkilerinde temel belirleyiciliğin, sınıflar ekseninden ülkeler/milletler/bölgeler eksenine kaydığını ileri sürerek devrimin karakterinin değiştiği sonucuna da varılıyor. Böylece yalnızca sınıflar arası ittifak önerilmekle kalınmıyor, aynı zamanda devrimin ölçeği ve merkezi de tartışmaya açılmış oluyor. Bu ikinci tartışmanın farklı noktaları içermesinden ötürü bu yazıda şimdilik genel geçer bazı tespitlere yer vereceğiz.
Farklı ülkeler ve dönemler: “Özgün gelişim” yaklaşımının sınırı ne?
“Bağımsızlıkçılık” öğesi ile şekillenen siyasetin ilk dayanağı olan kapitalizmin ülke ölçeğinde özgün bir biçimde geliştiği bakış açısı, yalnızca ulusal sola ve Türkiye siyasetine içkin bir tartışma değil. Kapitalizmin emperyalist aşamaya geçtiği dönemeçte, geç kapitalistleşen ülkeler olan Rusya, Çin, İran ve Türkiye’de “geri kalmışlığın” nedenleri aydınlar arasında ciddi bir tartışmayı doğurmuştu. Bu tartışmanın en farklı versiyonu Rusya’da Narodnikler tarafından yürütüldü. Bu tartışmanın özünde Narodnikler, Rusya’da kapitalizmin toplumun köylü ekonomisindeki “ortaklaşmacı” öğelerden ötürü gelişemeyeceğini ileri sürmüş, bu nedenle Rusya’nın önündeki seçeneğin bu ekonominin geliştirilmesinde yattığını iddia etmişti.
Narodnik hareketin bu tezi uzun dönem boyunca kabul görürken, Lenin bu duruma itiraz etmiş ve Rusya’da kapitalizmin bilakis bu toplumsal yapı üzerinden şekillendiğini iddia etmişti.1 Bu önemli iddia iki temel yaklaşıma dayanmaktadır. İlk yaklaşım, kapitalizmin ve meta ekonomisinin toplumsal iş bölümü üzerinden şekillenerek kurulduğudur.2 Bu yaklaşım, Marx’ın Alman İdeolojisi’nden itibaren geliştirdiği kapitalizmin gelişim dinamiklerinin yasalarından türetilmiştir.
Marx’ın Engels ile birlikte Alman İdeolojisi’nde tartışmaya açtığı kapitalizmin gelişim dinamikleri, her bir ulus için değerlendirme ölçütü de geliştiriyordu. Farklı uluslarda kapitalizmin gelişimini belirleyen ölçüt, üretici güçlerin gelişim düzeyidir. Dolayısıyla bu gelişim düzeyi de iş bölümü ve iç-dış ilişkiler boyutuna bağlıdır.3 Alman İdeolojisi’nde ortaya konan bu ölçüt gerek kapitalizmin evrensel yasaları açısından, gerekse de Marksist tarih tezi açısından kritik bir rol oynar.
Gerçekten de ister kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde kapitalistleşme dinamikleri ortaya çıksın, isterse de emperyalist çağda kapitalistleşme yoluna girilsin, her ulusun gelişim dinamiklerini belirleyen temel ölçüt o ulus içindeki üretim ilişkileri düzeyinin gelişimiyle paraleldir. Bu paralellikle birlikte, her ulusun tarihinde kapitalistleşme düzeyinin ve farklılaşmasının, bugünkü toplumsal düzenin görüntüsünü belirleyen temel olgunun özünde dünya ekonomik sistemine eklemlenme süreçleri yatar. Bu nedenden ötürü kapitalizmin gelişim dinamiklerinde farklı görünümler ortaya çıkar.
Bu eklemlenme sürecindeki farklılaşmalar, dolayısıyla, özgün gelişim düşüncesini ortaya çıkarıyor. Rus Narodnikleri bu özgün gelişim düşüncesinden Rusya’da kapitalizmin gelişemeyeceğini çıkartırken, Türkiye’de kapitalist yolun “muasır medeniyeti yakalama” için tek ölçüt olduğu sonucu çıkartılmıştır. Nitekim bu düşüncenin ilk saikleriİttihatçılarda gözlemlenirken, sonuç olarak gelişim düzeyini yükseltmenin Batı tipi kapitalist öğelerin arttırılması yönünde atılacak adımlar olması düşünülmüştü.4
Bu düşüncenin 1923 sonrası devralınması ve hayata geçirilmesiyle birlikte kapitalizmin “özgün bir biçimde” geliştiği ve sınıfsal olarak farklı bir yapıda bulunduğu iddiası doğmuş oldu. Genç Cumhuriyet, ilk andan beri Türkiye’de sınıfların olmadığını iddia etmiş, bunu da elde sermaye birikiminin olmamasına bağlamıştı.5
Bu bağlamda ortaya çıkan Kadrocular 1923 Cumhuriyeti’nin yeni bir rejim inşa ederken ideoloji arayışı sırasında özgün gelişim eğrisini kendi düşüncelerinin merkezi haline dönüştürdüler. Kadrocuların bugün ulusal sol düşünceye bıraktığı mirasın başında Türkiye’nin sınıfsal yapısının özgün, burjuva sınıfının eksik geliştiği tespiti olmuştur. Her ne kadar bu düşünce doğrusal bir biçimde bugüne miras kalmamış olsa da, kapitalizmin eksik, çarpık ve tamamlanması gereken bir evreyi aşamadığı tespitini içermektedir.
Kapitalizmin tamamlanması gereken evresine ilişkin tespitleri ve stratejiyi oluşturan programı anlamak için Türkiye kapitalizmi emperyalist sisteme eklemlenme süreçleriyle birlikte ele alınmalı. Bu nedenle “özgücü” düşüncenin görünümü, dünden bugüne öz itibariyle aynı kalmak şartıyla, değişiklikler göstermiş durumda. Bu değişiklikler içinde başlıca olanı Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin kapitalizm öncesi öğelerin buhrana uğraması düşüncesidir. Bu tespite emperyalizmin Türkiye’yi mali boyunduruk altına alan kapitülasyon, serbest ticaret vb. uygulamaların eleştirisi eklemlenmektedir.
1960’lar: Özgün gelişimin değişen yüzü ve sınıf etkisi
1960’lı yılların başında Türkiye kapitalizminin geldiği evre itibariyle emperyalizmle bağların ve kapitalist yolun yörüngesi netleşirken, özgün gelişim eğrisine ilişkin düşünce de yukarıda bahsedilen şekilde farklılaştı. Artık emperyalist sistemin “bileşik ve eşitsiz gelişim” yasası doğrultusunda yapılan değerlendirmeleri Osmanlı toplumunda dahi kapitalizmin “içsel dinamiklerden” tamamen yoksun olmadığı tezini geliştiriyordu.6
Kapitalizmin Türkiye’de gelişimine ilişkin bu düşünce tarihsel ilerleme perspektifiyle düşünüldüğü için gelişim evreleri yaklaşımını içeriyordu. Avcıoğlu’nun Yön dergisinde kalkınma düşüncesiyle birleşik olarak belirttiği sosyalizm vurgusu, böyle bir gelişim düşüncesini içeriyordu. 60’lı yıllarda Türkiye kapitalizminin kristalize olması ve sınıflaşma dinamiklerinin ortaya çıkışı, gelişim evrelerini izleyen aşamacı devrimciliğin “sınıflar yok” çizgisinden “sınıf çatışması engellenerek sınıfsız toplum kurulmalı” çizgisine doğru ilerlemesi önemli bir farklılaşmadır.7
Bu çizgideki farklılaşma her ne kadar başlarda “işçi sınıfının” varlığını yadsıyan bir çizgiyi üreterek ittifaklar sorununu “zinde kuvvetler”şeklinde çözümlemeye çalışsa da, bu beklenti 15-16 Haziran ve 12 Mart ile geride kaldı. Gene de aşamalı devrimciliğin programatik çerçevesi ve devrim stratejisinde sınıfsal içerik bulanık ve geri plandaydı.
“Emperyalizmi nasıl anlamalı?” ya da ulusal solun emperyalizmi kavrayışı
Böylece ulusal solun üzerinde yükseldiği ikinci tespit olan emperyalizm çağında anti-emperyalist siyasetin yükseleceği zeminin değiştiği düşüncesine varılmaktadır. Türkiye’de anti-emperyalist siyasetin belirleyici kanallarından biri olması nedeniyle bu zemin geçmişin bulanık ve geri tespitlerini içererek bugüne varmaktadır. Bu zeminin, emperyalist Batı’nın bir bütün olarak Türkiye’nin de içinde bulunduğu geri kalmış Doğu’yu ezdiği sonucuyla bütünleşmesi doğal karşılanmalı.
Nitekim bu zeminin burjuva devriminin ve onun düşüncesinin temellerinde de bulundurulmaması şaşırtıcı sayılmamalı. Emperyalizmin ilk evresinde oluşan yarı-sömürge ülkelerde kadim toplumların varlıkları kapitalizm öncesi öğeleriyle birlikte kapitalizmi doğurabilecek potansiyellere sahipti. Ancak gerek içsel, gerekse dışsal sebeplerle bu gelişim tamamlanamamış ve bu ülkeler emperyalizmin sermaye ihraç bölgeleri haline dönüşmüştü.
İran, Türkiye ve Çin gibi ülkelerde peşi sıra gelişen 1906, 1908 ve 1911 devrimlerinin temelinde bu tür “anti-emperyalist” öğeler yatmaktaydı. Bu durum müstesna sayılabilir. Bu nedenle kimi yorumcular açısından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin anti-emperyalist eğilimleri içinde taşımasının özgün olduğu iddia edilmişti.8 Bu özgünlük ilerleyen dönemlerde ülkelerin “kaderini tayin” ederken, İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgelerde ortaya çıkan ulusal hareketlerle ve bu ulusal hareketlerin sosyalizmle olan bağıntılarıyla belirli ölçülerde farklılaşır.
Bu farklılaşmanın altında yatan temel sebep, bu ülkelerde kapitalizmin şu ya da bu ölçüde güçlenen eğilimleri ve bu eğilimleri doğuran burjuva devrimlerinin gereksinimleriyle ilgilidir. Daha sonraki aşamada ulusal kurtuluş mücadelelerine sarılan sömürgelerin böyle bir eğilimden yoksun oldukları için sosyalizm ile daha güçlü bağlar kurması dikkat çekicidir.9
Ulusal kurtuluşçuluğun ilk evresinde bağımsızlık elde eden Türkiye’nin siyasal yaşantısına damga vuran “egemen bir devlet olma” dürtüsü siyasetin tüm bölmelerini etkiledi. Özellikle ilerici hareket açısından, bağımsızlık ile sosyal gelişim arasındaki bağlar kuvvetlendi. Bununla birlikte, emperyalizm çağının özelliklerine ilişkin saptamalarda farklı eğilimler de doğdu.
Bu farklılaşmanın dünya siyasetindeki akımlarla da bağı var. Sonuçta emperyalizm çağının yorumlamasında temelde iki yaklaşım, sosyal demokrasinin merkezinde durduğu yaklaşımla sosyalizmin merkezinde durduğu yaklaşım, birbirine karşıt iki düşünce olarak bugüne değin varlıklarını sürdürdüler.
Farklılaşma eğilimiyle beraber bir tanesi Lenin’in emperyalizm yorumuna daha yakın görüşle, ulusal kurtuluşçuluğun Leninizm’den de esin alan ancak kendi içinde açmazları da barındıran diğer bir görüş belirdi. İlk görüş, 1923’ten itibaren Türkiye’de burjuva iktidarının varlığını tespit ederken, kapitalizmin gelişiminin ve emperyalist sistemle olan bağlarının “sömürgeler” düzleminde ele alınmasına şiddetle karşı çıkıyordu.10
Solda bu yaklaşıma ilişkin küçük bir parantez açmak lazım. Bu görüşün doğal uzantısı olarak bir sınıf iktidarının, sosyalist bir devrimin hedeflendiği bir program belirdiği düşünülebilir. Ancak böyle bir programın sarih bir biçimde oluşması geleneksel sol içinde 1960’ların sonuna kadar bekledi. Bu küçük parantezin detaylı bir tartışmayı gerektirdiğini kabul ederek, şimdilik burada kapatmak gerekiyor.
Bağımlılık: Sonuç mu, neden mi?
İkinci yaklaşım ise emperyalizm olgusunu farklı bir düzlemde kavrıyor. Emperyalist çağın kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine göre çelişkisinin değiştiğini, çelişkinin temelinin sınıflar bölmesinden milletler/bölgeler düzlemine taşındığını iddia eder. Bu nedenle solun önündeki görevin emperyalizmle çelişen sınıfları birleştirerek “ulusal kurtuluşu tamamlama” olduğunu söyler.
Bu düşüncenin özellikle 60’lı yılların ilk yarısından itibaren Türkiye’nin gündemine gelmesi olağan sayılmalı. Birinci olarak emperyalizm olgusu o güne değin egemen sınıflar tarafından üstü örtülmeye çalışılmış ve ilerlemenin mutlaka Batılı müttefiklerle kurulacak bağlara mahkûm olduğu tezi işlenmeye çalışılmıştır. Bu tezin karşısına anti-emperyalizm öğesinin bu denli güçlü olduğu bir ülkede emperyalist çağın farklı bir özellik kazandığı teziyle çıkılması olağan karşılanmalı.
İkinci olarak ise uluslararası siyasal atmosfer bu düşüncenin daha fazla destek bulmasını sağladı. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin emperyalizmi gerilettiği 60’ların ilk yarısından itibaren, emperyalizme karşı mücadele düşüncesi giderek daha fazla taraftar topladı. Bunun olumlu yansıması dünyada sosyalizme açılan pencerenin güçlenmesidir.
Ancak gerek ilk nedenle, gerekse ikinci nedenle emperyalizmin farklı bir düzlemde kavranması gerektiği düşüncesi öne çıktı. Bu düşüncenin ideolojik gıdasını “Bağımlılık Okulu” tarafından oluşturulduğu rahatlıkla söylenebilir. Ulusal kurtuluş düşüncesinin sınıflar olgusunu kabul eden siyasal gelişmelerin ekseninde retoriğini daha çok Pekin merkezli siyasal düşünceden alması işin yalnızca popüler kısmını oluşturuyor. Gerek Türkiye’de gerekse Dünya’da emperyalist sistemin ezen uluslar/ezilen uluslar ekseninde kavranarak farklı bir devrimci dinamiğin geliştiği düşüncesinin ideolojik arka planı ve argümanları 60’lı yılların kalkınma tartışmalarında gizlidir.
60’lıyılların başında Marksizm esinli iktisatçıların Batı’da başlattığı“emperyalizm” tartışması, özellikle ulusal kurtuluş mücadelelerinin ideolojik esin kaynağı açısından önemli bir uğrağı oluşturuyor. Baran, Frank, Wallerstein ve Samir Amin gibi farklı bağımlılık okulu yazarları temelde emperyalizmin yeni bir aşamaya geçtiğini ifade ederken, bu yeni aşamanın merkez-çevre çelişmesi ile okunabileceğini iddia ediyorlardı. Özellikle Frank’in Latin Amerika bağlamında açtığı tartışma emperyalizmin merkez ve çevre için farklı özellikler gösterdiği düşüncesi üzerine bina edildi.
Bu düşüncenin Lenin’in emperyalizm teorisinde yer alan eşitsiz ve bileşik gelişim yaklaşımını ve bu yaklaşımın ürünü olarak devrimci dinamiğin “zayıf halkalarda biriktiği” sonucundan doğduğu iddia edilebilir. Ancak çok önemli bir farkla; Lenin’de belirleyici olan hala kapitalist üretim biçimidir. Emperyalizm değerlendirilmesindeki temel yaklaşımın sanayi sermayesi ile banka sermayesinin kaynaşarak mali sermayeyi oluşturması ve bunun tekeller çağını açmasıdır. Bu anlamıyla Lenin, emperyalizm olgusunu siyasal gericilik dönemi olarak nitelendirir.11
Lenin’in emperyalizmi ele alışında siyasal gericilik yaklaşımı önemli. Zira bu yaklaşımın ürünü olarak giderek artan seviyede çelişkinin birikeceğini ve devrimci dinamiğin bu zemin üzerinden türeyeceğini düşünmektedir. Burada kapitalizmden emperyalizme geçişin ne gibi etkiler yarattığı vardır. Bununla beraber Lenin tartışmayı devam ettirerek emperyalizm ve kapitalizm arasındaki bağın gözükmeksizin “karşı çıkılmasının”,“masum bir dilekten öteye gitmeyeceği”ni söyleyerek siyasal yaklaşımın nasıl olacağını belirtir.12
Buradan feyz alan bazı eleştirmenler her ne kadar Frank’in ve diğer Bağımlılık Okulu yazarlarının kapitalizme ilişkin bakışlarının Marx’ın kapitalist üretim biçimi yaklaşımıyla taban tabana zıt olduğunu iddia etse de 13“taban tabana zıt” değerlendirmesinin fazla olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ne Frank, ne de diğer “Bağımlılık Okulu” yazarları kapitalizmin ve emperyalist çağın yeni tip bir üretim ilişkisine sahip olduğuna ilişkin kategorik düşünceler içeriyorlar. Ancak bu yazarların zamanına göre “yenilikçi” yaklaşımlarının olguların bütününe değil, parçalarına odaklandığını belirtmek gerekiyor.
Bu parçalardan bir bütün oluşturmaya en yakın yazarlardan biri Samir Amin. Dolayısıyla Amin’in yaklaşımlarının bugün ulusal solun emperyalizm algılayışındaki ezen ulus/ezilen uluslar derekesiyle eş değer olarak alınmasında ciddi bir esin kaynağı oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ancak Amin’in değerlendirmeleri ekonomik ve siyasi sonuçları itibariyle değerlendirilmelidir.
Amin’in emperyalizm kavrayışındaki temel öğe merkez ve çevre arasındaki farktan doğmaktadır. Amin’e göre merkez-çevre ilişkisi sömürge/yarı sömürge kategorilerini değil, sermayenin yayılma yönünü göstermektedir.14 Bu yaklaşıma göre sermayenin yayılma yönü farklı coğrafi bölgelere ayrılarak çevreye doğru yayılır ve merkez ile çevre arasındaki farklardan ötürü bağımlılık ilişkilerini doğurur. Bu bağımlılık ilişkisinin temelinde Ricardo’nun uluslararası ticaretteki “karşılaştırmalı üstünlükler teorisinin” Marksizmin kategorilerine işlenmesiyle bir bağlantı oluşturur.
Bu yaklaşıma göre merkezdeki ülkeler çevredeki ülkelere göre daha önce kapitalistleştikleri için hem emeğin ücretinde, hem de üretimin verimliliğinde bir üstünlüğü temsil ederler. Merkez ülkelerdeki gelişmiş sanayi çevre ülkelere aktarıldıkça oradaki düşük ücretler ve verimlilik aracılığıyla merkezin çevreyi sömürüsü artar. Bu sömürü olgusundan ötürü çevrenin iş gücü işsizlikle kıvranırken, sanayisi de büyük oranda düşük teknolojiye hapsolur. Amin’e göre uluslararası eşitsiz değişim olgusu mevcut aşamada emperyalist aşamanın sınıfsal ilişkilerini de belirler.15
Geliştirilen bu bakış açısını Brewer bir kez daha yaylım ateşine tutar. Amin’in eşitsiz değişim üzerine geliştirdiği emperyalizm kurgusunun yanlış ekonomik değerlendirmeler içerdiğini ve açık olmadığını belirten Brewer, Amin’in geliştirdiği yaklaşım doğru olsaydı “tersi sonuçlar” doğuracağını iddia eder. Brewer’a göre eşitsiz değişim ve ücret farklılaşması gerçek olsaydı çevredeki kapitalistlerin aşırı kârlar elde edeceğini, göreli fiyatların eşit dağılım göstereceğinden ücretlerin farklılaşma doğurmayacağını belirtir.16
Brewer’ın Amin için geliştirdiği eleştiri haklılık payı içeriyor. Karşılaştırmalı üstünlükler teorisinin Marksizm içi kategorilerle birleştirilmesi teorinin köklerinde belirsizlikler yaratıyor. Dahası bağımlılık ilişkisinin bu versiyonu günümüzde orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin, G.Kore, Malezya, Tayvan, Hindistan, Türkiye gibi, elindeki sermaye birikimini açıklamakta zayıf kalmakta ve Brewer’ın yaklaşımını doğrulamakta.
Ancak, bugün için bakıldığında bağımlılık ekolünün emperyalizme ilişkin geliştirdiği yaklaşımın esas zayıf noktası siyasi sonuçları itibariyledir. Amin’in geliştirdiği emperyalizm yaklaşımında devrimci atılımın emperyalizmin çevresinden başlayacağı iddia edilirken, emperyalizmden kopuşu gerçekleştiren Çin’in bu kategorideki ülkeler için ciddi bir rol model olacağınıiddia ediyordu.
Sosyalizmin çözülüşünün ardından bu iddianın geri plana düştüğü açığa çıktı. Emperyalist sistemin merkezinden çevresine doğru gidildikçe ulusal kurtuluş akımlarının devrimci barutunu tüketerek emperyalist sisteme eklemlenme örnekleri giderek arttı. Çin’de sosyalizm deneyiminin geriye düşüşü ve kapitalist gelişim çizgisinin kabul edilmesiyle başlayan sürecin, Çin’in de “bağımlı ülkeler için rol model” olduğu tezini de imkansız kıldı. Çin’in çizgisi önemli olmakla birlikte, bugün devrimci bir rol model olmaktan uzak olduğu açık. Üstelik Çin’in “kalkınma modeli” özgün olmamakla birlikte, emperyalist merkezlerin ürettiği “gelişim evreleri” yaklaşımına bugün daha uygun düşmektedir.
Dolayısıyla bağımlılık ekolünün geliştirdiği ve emperyalizmin değerlendirilmesine yarayan kategorilerin ulusal sol tarafından bugün yeniden üretilmesinin sınırları bulunuyor. Bu sınır, devrim stratejisi açısından da Bağımsızlık Okulu’ndan uzaklaşır. Samir Amin’in geliştirdiği eşitsiz gelişimin temellerine ilişkin yaklaşımın siyasal sonuçları bulanık bir sosyalist stratejiyi kendine koşut görmektedir. Ulusal solda böyle bir koşut bulunmuyor.
Programatik çerçevenin açmazları ve sonuçları
Ulusal solun anti-emperyalist siyasetinin vardığı değerlendirmeler, bu bölmenin programatik çerçevesine de yansımakta. Emperyalizm çağının eleştirisini ulusal/bölgesel farklılaşma üzerinden gerçekleştiği iddiasının ürünü olarak bir diğer öğe emperyalizm değerlendirmesinin “güç odakları” çerçevesinde şekillenmesidir. Bu yaklaşımın emperyalist merkezlerin geliştirdiği jeo-politik yaklaşımlarla uyumlu olduğunu ve Huntigton benzeri ideologların “kültürel coğrafyalar” üzerinden dünyayı okumasının yeniden üretimi olduğunu söylemek lazım.17 Avrasyacılık benzeri tezlerin ve güvenlik kuşağı önermelerinin üzerindeki yaldızlı değerlendirmeler kazındığında bunun ne anlama geldiği bir kez daha anlaşılacaktır.
Bunun sonucu olarak emperyalizm olgusunun “tarihsiz” ve “ebedi” kavranması sonucu doğmaktadır.18 Emperyalizmin kapitalizmin her döneminde bulunduğu ve kapitalizmin yayılmacılığı ile karıştırıldığı bu yaklaşım, 20.yüzyılın başında sosyal demokrasinin emperyalizm okumasındaki eksikliklerle uyumludur.
Bu nedenle de ulusal solun bugünkü aşamalı yaklaşımı programatik çerçevesinin içerisine yedirilmiş durumda. Bağımsızlıkçı eğilim ve aşamalı devrimcilik, siyasal planda ulus devlet-emperyalizm karşıtlığı üzerinden bugün şekillendiriliyor. Bu şekillenmenin görünürde emperyalizmin bir dizi saldırısına göğüs germesine karşın, tutarlı bir politik önermeler dizisi koyabildiğini söylemek güç.
O nedenle ulusal solun bugünkü politik örgütlenmesinden bir dizi aydınına kadar emperyalizme karşı mücadeleye dönük saptamalarında farklılaşma doğuyor. En sağ versiyonuyla “karşılıklı işbirliğini”, en sol versiyonlarıyla düzenin herhangi bir aktörünün dışında yeni bir örgütlenmeyi öneren yaklaşımlar, somut olgularla karşılaştıklarında aynı sonucu veriyor: emperyalizmle karşılıklı işbirliğini.19
Ölçek tartışması ve “devrimin zemini” meselesi
Sonucunda ulusal solu gerek teorik düzlemde, gerekse siyasal düzlemde ciddi bir açmaz bekliyor; emperyalizmle ilişkileri tasfiye etmeden belirli bir ölçeği savunmak mümkün değil. Ulusal sol bu sorunu ölçek sorununu tartışmaya açarakaşmaya çalışıyor. Bu ölçek tartışması ulus-devletin tasfiyesine karşı direniş ve devrimci mücadelenin ulusal birliği sağlayacak bir biçimde düzenlenmesini içermektedir.
Ulusal devleti emperyalizmin sosyalizm sonrası çağda tasfiye ettiğine ilişkin yaklaşım gerçekliğin sadece bir boyutunu oluşturuyor. Ulus-devlet mekanizmasının terk edilerek egemenlik haklarının daha üst bir kurguya teslim edilmesi ve geri toplumların bu mekanizma içinde eritilmesi yaklaşımı, sosyalizm sonrası çağın hangi mekanizma üzerinden şekillendiğini hesaba katmıyor.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından emperyalist merkezlerin başlattığı yeni yayılmacılık dalgası, ABD merkezli yeniden yapılandırmayı gündeme getirdi. Bu yeniden yapılanmanın sonucunda emperyalist merkezler sosyalizmin ardında bıraktığı bölgeleri paylaşıma açarken, buradaki pazarı da hızlıca ele geçirdiler. Sonucunda dünya ölçeğinde yeniden yapılanma gündeme gelirken, ulus-devlet mekanizmasının zayıflatılması emperyalist merkezlerde işlemedi.
Nitekim bu mekanizmanın en çok zayıflatıldığı örnek olan AB’nin esasen 90’lı yıllarda Almanya merkezli Avrupa sermayesinin ABD’ye karşı ölçek sorununu aşmak için attığı adımlardan bir tanesi olan bu adımın Türkiye sınırına kadar dayanması, egemen sınıfın ülkemizde de ulus-devlet mekanizmasını gevşetmesine neden olacak bir tartışmayı açtı.
Ancak bu mekanizmanın zayıflaması mümkün olmadı. AB’nin siyasi ve ekonomik başarısızlığı bir yanda, ulusal egemenlik mekanizmasının daha üst düzey bir tüzel kişiliğe devredilerek “ilerlemenin” mümkün olmadığı Yunanistan örneğinde açığa çıkmış oldu. Öte yandan, bu mekanizmanın AB’nin merkezi olan Almanya gibi bir ülkede küresel güçlere teslim edildiği iddiasını kabul etmek mümkün değil.20 Kendisi bu mekanizmaları güçlendiren bir ülkenin ulusal egemenliğini devretmesi mümkün olmadığı gibi, sürecin farklı işlediği yukarıdaki örnekten de anlaşılabilir.
Dolayısıyla ulusal solun emperyalizm-ulus devlet karşıtlığı şeklinde ele aldığı mekanizma sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasıyla ilişkili olduğundan, emperyalizmden tam kopuş gerçekleşmeksizin bunun önüne geçebilmek imkansız hale geliyor. Dolayısıyla bu yaklaşımın diğer bir ürünü olan solun belirgin bir ölçeğe dayanmaksızın kendisini gerçekleştiremeyeceği tezi de tersi geçerli olmadıkça mümkün değil.
Bu yaklaşımı biraz açmak gerekiyor. Yakın zamanda yayınlanan bir gazete yazısında sol ile yurt arasındaki bağ “yurt olmadan sol olmaz” derekesinde ele alınıyordu.21 Böyle bir neden-sonuç ilişkisinin her zaman doğru olması söz konusu değil.
Ölçek, yurt ve sol arasında karşılıklı bir ilişki söz konusudur. Bu ilişki tarihsel olarak şu örneklerden çıkartılabilir: Nazi işgaline karşı mücadele yürüten Doğu Avrupa halklarının, Japon emperyalizmine karşı mücadele veren Çin’in, ABD işgaline karşı mücadele veren Kore’nin ve Vietnam’ın, kukla ABD yönetimine karşı Küba’nın mücadelesinde yurt varlığının kurulması için sola ve işçi sınıfına ihtiyaç duyulmuştur.
Devrimci dinamiğin tespiti: Merkez nerede?
Ölçek sorunu ile yakından ilişkili olan bir diğer boyut ise devrimin merkezi tartışmasıdır. Gerçekten de devrimin merkezinin neresi olduğu, hangi toplumun devrimci dönüşümlere daha yakın olduğu tartışmasının sosyalizm mücadelesinin de içinde yer aldığı kamp için önemli olduğunu söylemek gerekiyor. Bu bağlamda, bu tartışmanın geçmişten bu yana bilimsel sosyalizmin saflarında önem arz ettiğini belirtmek gerekli.
Marx’ta ve Engels’te uzunca bir dönem bu konudaki tartışma merkezi önemini korurken, devrimin sürekli bir biçimde doğuya doğru ilerlediği saptaması yapılıyordu.22 Ancak buradaki tartışma asla coğrafi bir tartışma ekseninde ele alınamaz. Gerek Marx’ta ve Engels’te, gerekse daha sonra Lenin’de hâkim olan düşünce kapitalizmin gelişimi ve bu gelişimle birlikte yükselen toplumsal çelişmelerdir. Bu toplumsal çelişmelerin emperyalizm çağında “zayıf halkalardan” başlayarak çözülmesi “devrimin sıradaki merkezi neresi olacak?” sorusuna da bir yanıt teşkil edecektir.
Bu yanıtı kolaycı bir yoldan vermek mümkün değil. Dolayısıyla emperyalizm döneminde yaşanan devrimlerin incelemesini yapmak en doğrusu. Bunların içinde ilk örnek olarak Ekim Devrimi’ni almak gerekirse, devrimin neden ileri kapitalist ülkelerde değil de Rusya’da gerçekleştiği sorusunun yanıtı, Rusya’nın bir bütün olarak toplumsal formasyonunda gizlidir. Emperyalizm çağının tekelciliğinde kristalize toplumsal yapı siyasi alt üst oluşla birlikte devrimi olanaklı kılmış ve “sıradaki devrim nerede olabilir?” sorusuna da önemli sonuçlar bırakmıştır.23 Bu sonuçlar devrimin günümüzdeki adresinin ne geri toplumsal formasyonun en üst düzeyde olduğu coğrafyalarda, ne de ileri kapitalist düzeydeki ülkelerde gerçekleşeceğini gösteriyor. Devrim, ancak emperyalist-kapitalist sistemin tüm çelişkilerinin biriktiği, toplumsal bir alt üst oluşu doğurabilecek etmenlerin, öznel ve nesnel, yan yana geldiği koşullarda gerçekleşebilir.
Bitmeyen aşamalar, silikleşen hedefler
Bugün için ulusal sol bölmede böyle bir yaklaşım bulunmamaktadır. Dolayısıyla ulusal solun gerek eksik emperyalizm tahlili, gerekse de karşılıklı ilişkiyi yadsıyan tarih çizgisi nedeniyle programını da eksik bıraktığı tespitini yapmak haksızlık sayılmaz. Bu eksikliği kapatmak için sarılmaya çalışılan aşama silahı gerek kapitalizmin gelişim dinamiklerine olan yaklaşımda, gerekse emperyalizm tahlilinde olduğu gibi temel halkayı yakalamaktan yoksun. “Bağımsızlıkçılık” ve anti-emperyalist siyasetin bu yönden okunması programatik hattın sonsuz düzeyde bir aşamalar derekesine çekilmesine ve nihai hedefin belirsizleşmesine neden oluyor.
Bu yaklaşımın en net örneği bugün ulusal solda örgütlü bir siyasal oluşumu temsil eden çevrelerde görülebilir. 40 yıllık değişmez aşamalar teorisinin, modern devrim teorisi olarak sunulması yukarıda ifade edilen temel halka sorununun üstünün örtülmesi dışında bir işe yaramıyor. Ulusal solun, programatik çerçevesinde sonuçlanan “aşamalar teorisi” şu temel kategorilere dayanır: i) sermaye düzeninin gerçekleştiremediği toplumsal gelişimin sağlanması, ii) bu gelişimin sağlanması yoluyla toplumsal refahın ve ilerlemenin başarılması.
Bu iki temel kategori sonucunda içinde sermaye kesimlerinin de yer aldığı bir ittifaklar teorisi geliştirilir ve politik dönemeçler bunun ekseninde okunur.
Ulusal solun buradaki temel hatası Türkiye’nin içinde emperyalist-kapitalist çerçevenin ve bu çerçevenin oluşturduğu sınıf dinamiklerinin göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu teze karşılık, geçmiş devrimci atılımların ulusal savunma ve birlik üzerinden gerçekleştiği, dolayısıyla bugünkü aşamanın “demokratik devrim” çizgisinden kaynaklandığı yanıtı üretilmektedir.24
Bu yanıtın geçersizliği iktidardaki sınıfın ve onun uygulamalarının boyutunun ciddiye alınmamasından kaynaklı. Türkiye’nin bugününde iktidarda olan sınıf olarak sermaye sınıfı emperyalizmle olan bütünleşmesiyle sınıf iktidarının gereklerini yerine getirmektedir. Bu bağlamda kapitalizmin şartlarının tamamlanma evresi üzerinde bulunduğumuz topraklar açısından bitmiştir.
Bu gerçek, bugünkü aşamacı ulusal solcular tarafından reddedildiği için her yeni durumda “gerçekçi” bir ara aşama getirilmekte. Böyle bir mücadele türü aslında emperyalizm çağının ilk evresinde, tarihsel ilerleme olgusunu “ekonomist” yaklaşımlara kurban eden çizginin günümüzde yeniden üretilmiş versiyonudur. Türkiye topraklarında “ekonomizm”in, işçi sınıfının siyasal iktidar olgunluğundan yoksun olduğunu iddia eden yaklaşımın, yeniden üretilmesi ulusal sol bölmenin programatik çerçevesine sıkışmıştır.
Lenin, ekonomist çizginin devrimci siyaset içinde yeniden üretilmesine olanak tanıyan anlayışı “aşamalar teorisi”ne sıkı sıkıya bağlı kalmakla eleştirirken, kendisi devrimci siyaset için farklı bir yaklaşımı öneriyordu.25 Lenin’e göre devrimin karakterinin bir geçmişi, bugünü ve geleceği vardır. Bu bağlamda işçi sınıfının siyasal görevlerinin ve eyleminin niteliğinin bu bağlantının ürünü olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.26
Devrimci siyasetteki bu berraklık, 12 yıl sonra Ekim’in öngününde Lenin’e yeni siyasal strateji yaratmasını sağlayacak ve işçi sınıfına iktidarı amaçlayan, toplumu dönüştürme noktasında emperyalist sistemin tüm çelişkilerini bertaraf etme özelliği taşıyan bir bakış açısı kazandıracaktı. Bu bakış açısı kahincebir siyasal zekânın ürünü olarak görülmemeli. Böyle bir bakış açısını kazandıran şey; bilimsel sosyalizmin sınıfsal perspektifi, dolayısıyla toplumun temelini açığa çıkaran düşünce dünyasının ürünüdür. Ekim’in öngününde işçi sınıfının politik görevinin bitmediği tespitiyle iktidarı fethetmeyi ve sosyalist devrimi gerçekleştirmeyi siyasal stratejinin merkezine taşıyan olgu; iktidarın hangi toplumsal sınıfa ait olduğunu iliştirmekten geçmektedir. İktidarın yapısındaki böyle bir değişiklik, rahatlıkla tamamlanan aşamanın ne olduğunu açığa çıkartmıştır.27
Ekim’den 100 yıl sonra benzer bir bakış açısını kazanmak için basiretli olmak gerekmiyor. Sadece gerçeğin bilgisine sahip olmak yeterli. Dolayısıyla ulusal solun programatik çerçevesinin birinci sonucu olan kapitalizmin yerine getiremediği toplumsal değişikliklerin yersizliği açığa çıkmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin biriktirdiği bağımlılık, toplumsal gelişimin sınırlılığı, gerici bir toplumsal yaşantının kurulması, bölünme dinamiklerinin işletilmesi gibi sosyalist mücadeleye devrolmuş olguların ve bizatihi emperyalist sistemin, tüm düzeylerde reddini içermek zorundadır.
Aynı programatik çerçevenin toplumsal refahın ilerletilmesi için atılacak adımların da benzer bir çerçevede yanıtlanması gerekiyor. Geçmişte sermaye birikiminin yetersizliğinden yola çıkılarak, bu birikimin devletin öncülüğünde karma ekonominin ürünü olarak toplumsal refahın arttırılmasının nesnel bir zemini bulunuyordu. Ancak bu politikanın doğal sonucu olarak sermaye sınıfının palazlandığı ve dönüşümün buradan sağlandığı unutulmamalı.
Bu düşünce unutulduğu an ortaya çözüm önerileri belirsiz genel bir yaklaşım çıkabiliyor. Ulusal sol bölmenin dışına çıkma potansiyeli taşıyan kesimleri dahi esir eden bu yaklaşımın, üretim ilişkilerinde değişimi esas almadan nasıl yapılacağı muğlaklaşıyor. Kamunun öncülüğünde, eşit dağılımı hedefleyen bir ekonomi politikasının sermaye sınıfının bugünkü ölçeğinin bu politikayı engelleyici direncini nasıl aşacağı belirsizdir.28
Belirsiz de kalmak zorunda. Toplumsal refahın artışı ve dağılımının iyileşmesi bir sonuç olarak ortaya çıkabilir. Dolayısıyla bu sonucun elde edilebilmesi için nedene ihtiyaç bulunmaktadır. Neden; toplumsal ilişkilerin değiştirilmesi, ekonominin baştan aşağı yeni bir yöntemle örgütlenmesi ve yeni bir toplumun yaratılmasından geçmektedir. Diğer ara çözümlerin varacağı yer; sermayenin direnci karşısında düşülecek açmazdan ibarettir.
Bir farklılaşma önerisi: Sınıfsal zemin
Ulusal solun stratejisini oluşturan öğelerin dayandığı temelin bu zayıflığı güncel olarak da konumunu belirlemiş durumda. Özellikle son 15 yıllık dönüşüm sürecinin, bu sürecin yarattığı siyasal iklimin ve ihtiyaçların düzen tarafından yeniden şekillendirildiği bu dönemeçte siyasal olarak “yedek kuvvet” zeminine çekilmek gerçekten öğretici olmalıdır.
Bu öğreticiliğin son zamanlarda net bir biçimde gözlemlenmesi İkinci Cumhuriyet’in yerleşmesiyle ilintili. İkinci Cumhuriyet’in kurulduğu zeminin, sermaye sınıfı açısından değerlendirildiğinde, gerilim noktalarını farklı bir düzleme taşıdığı açık. Dolayısıyla bu düzleme taşınan zeminde ulusal solun son 15 yıllık mücadele birikiminin Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e geçişte direnç noktalarına oynamasının da sonuna gelinmiştir.
Bu nedenden ötürü tıpkı liberal solun yarattığı dezenformasyonun karşısına çıkıldığı gibi, ulusal solun iktidar hedefini saptıran etkisinin de karşısına çıkmak gerekiyor.
Bu karşı çıkışın zemini sınıfsallık üzerine kurulmak zorunda. Bu sınıfsal zeminin siyasal bağlamı anti-emperyalist, programatik çerçevesi de sosyalist yaklaşıma sahiptir. Türkiye’nin önünde duran engeller ve bu engellerin aşılma ihtiyacı, işçi sınıfının siyasetteki dengelere ağırlık koymasından geçmektedir. Bağımsızlık, toplumsal ilerleme, gericiliğin tasfiyesi gibi olgular ancak eşitlikçi bir zemine taşındığı ölçüde sağlanabilir.
Türkiye sosyalist hareketinin bu birikimi bulunuyor. Temel mesele, bu birikimin anti-emperyalist, anti-kapitalist bir hattı bağımsız bir siyasi odak haline dönüştürmekten geçmektedir.
Suyun üzerinde savrulan nilüfer yapraklarına benzememek için Türkiye işçi sınıfının ve solun önünde duran gerçeklik tam da budur.
Dipnotlar ve Kaynak
- Lenin, V.I. (1976). Rusya’da kapitalizmin gelişimi (çev: S. Erdoğdu). Ankara, Sol Yayınları, s.50.
- A.g.e. s.27.
- Marx, K. ve Engels F.(1976). Alman ideolojisi (çev: S. Belli). Ankara, Sol Yayınları, s.20.
- Ahmad, F. (2016). İttihatçılıktan Kemalizme (çev: Fatmagül Berktay). 8.baskı, İstanbul, Kaynak Yayınları, s.41.
- Aralov, S.I. (1997). Bir Sovyet Diplomatının Hatıraları (çev: Hasan Ali Ediz). Cilt:2, İstanbul, Cumhuriyet Yayınları, s.234.
- Avcıoğlu, D. (1996). Türkiye’nin Düzeni: Dün, Bugün, Yarın. Cilt:1, İstanbul, Tekin Yayınevi, s.75.
- Avcıoğlu, D. (1963). Sınıf mücadelesini kim körüklüyor? Yön dergisi, sayı:57, s.3.
- Petrosyan J. A. (2015). Sosyalist açıdan Jöntürk hareketi (çev: Mazlum Beyhan ve Ayşe Hacıhasanoğulları) İstanbul: Yordam Yayınları s.346.
- Türkiye, İran ve Çin üçlüsünden Çin’i sonuçları itibariyle farklı bir noktada ele almak gerekiyor. Çin’de demokratik devrimin başarısızlığı ve bu ülkenin emperyalist tehdit ile doğrudan muhatap olması ulusal ve sosyal kurtuluş arasındaki mesafeyi kısaltmıştı. Çin Devrimi’nin 1949’daki zaferi emperyalizm çağında demokratik devrim aşamasından sosyalist devrime geçiş açısından da önemli bir ayrımı içerir.
- Babalık, N. (2005). Türkiye Komünist Partisi’nin sönümlenmesi. İstanbul, İmge Kitabevi.
- Lenin, V.I (1979). Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması (çev: Cemal Süreya). 7.baskı, Sol Yayınları, s.92.
- A.g.e. s.112.
- Brewer, A. (1990). Marxist theories of imperialism: A criticialsurvey, 2.baskı, Londra, Routledge, s.26.
- Amin, S. (1997). Emperyalizm ve eşitsiz gelişim (çev: Semih Lim). 2.baskı, İstanbul, Kaynak Yayınları, s.150.
- A.g.e. s.147.
- Brewer, A. (1990). Marxist theories of imperialism: A criticialsurvey, 2.baskı, Londra, Routledge, s.192-194.
- Ildır, I. (2017). Reel sosyalizmin çözülüşünün ardından dünya: Yıkım, kriz, ilerleme. Marksist Manifesto, “100.yılında Ekim Devrimi Yolumuzu Aydınlatıyor!” Sempozyum özel sayısı, s.89-100.
- Erdem, T. (2006). Emperyalizm ve Türkiye. Teori dergisi, sayı:203, s.58-77.
- Perinçek, D. (2008). Türk Ordusu’nda strateji sorunu: Üç genelkurmay başkanı. İstanbul, Kaynak Yayınları, s.83.
- Elsaser, J. (2015). Ulus devletin yıkımı ve sol tavır (çev: Emre Ertem). 2.baskı, İstanbul, Kaynak Yayınları, s.28-29.
- Yalçın, S. (Ekim 2017). Türkiye yoksa sol da yok https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/soner-yalcin/turkiye-yoksa-sol-da-yok-2046957/ (erişim tarihi: 09.07.2018)
- Marx, K. ve Engels, F. (2008). Doğu Sorunu (çev: Yurdakul Fincancı). 2.baskı, Ankara, Sol Yayınları, s. 44.
- Lukacs, G. (2017). Lenin’in düşüncesi: Devrimin Güncelliği (çev: Ragıp Zarakolu). 3.baskı, s.33.
- Perinçek, D. (2006). Milli hükümet programıyla iktidara. Teori dergisi, sayı:203 s.3-38.
- Lenin, V.I. (1978). Demokratik devrimde sosyal demokrasinin iki taktiği (çev: M. Erdost) 5.baskı, Ankara, Sol Yayınları, s.27.
- A.g.e. s.82.
- Lenin, V.I. (1975). Nisan tezleri ve Ekim Devrimi (çev: M. Erdost). 2.baskı, Ankara, Sol Yayınları, s.19.
- Bu konuda en net ve güncel örnek olarak okuyuculara aşağıdaki makale önerilebilir: https://odatv.com/turkiye-ekonomide-neden-bedel-oduyor-04071857.html