Önemli tarihsel dönemeçlere kişilikleriyle damga vurmuş olan insanların karşılaştıkları sorunların başında kendi “meşruluk”larını ortaya koyabilmek gelir. Hele hele tüm siyasi kaygılara karşın, belli bir teorik çerçeve ile hareket eden, insanlararası eşitsizliklere yol açan toplumsal koşulları ortadan kaldırma amacıyla mücadele verenler için söz konusu “meşruluk”, tarihin mantığına, önsel ideolojik tutumlara ve kendilerine karşı bir yüzleşmedir.
1917 Ekim’inde öne çıkan ve belli bir dönemecin liderlik sorumluluğunu taşıyan insanlar için de benzer bir “yüzleşme” söz konusu oldu. Üstelik oldukça çarpıcı bir biçimde. Marksizmin, kendi evrenselliğini batıdan doğuya doğru üreten bir görüntü içerisinde olması, hep bilinen ve tekrarlanan bir özellikti. Ekim Devrimi bu görüntünün üzerine geldiğinde “yüzleşme”nin ilk boyutu başlayıverdi. Bu yüzleşmenin yol açacağı kaçınılmaz boğucu etki, dönemece damga vuran Bolşevikleri de etkiledi. Gene kaçınılmaz olarak.
1917 Ekim”inde ön plana çıkanlar, kendi ön plana çıkışlarının mantığını sergilemek zorunda kaldılar. Oldukça zor bir misyonun yerine getirilişinin barındırdığı determinizmin altını çizmeliydiler. “Rastlantı değil” demek durumundaydılar. “Yılların birikimi, nesnellik” demek durumundaydılar. Ama bir yandan da bizzat bir tarih olan kendi yaşadıkları vardı. Bir öznel süreç olarak örgütlü bir ekibin hakkının verilmesi gerekiyordu. Bu “yüzleşme”de çok zorlanıldı. Yaşanılan sürecin nesnel zemini ile öznel organizmanın öyküsü “problemli” oldu. Ama öykü, rastlantılardan oluşmuyordu.
“Oysa birkaç teorisyen ve tarihçi, Ekim Devrimine hala rastlantısal bir olay gözüyle bakmaya devam ediyorlar. Çar, mutlak yetkileri konusunda o kadar diretmese ve rejime bağlı liberal muhalefetle anlaşma yoluna gitse, Rusya,, devrimden yakasını kurtarırdı diyenler de var. Bazıları da Rusya, Birinci Dünya Savaşına girmeseydi veya yenilgi kargaşalığa ve yıkıma yol açmadan, zamanında savaştan çekilseydi Bolşeviklerin eline bu fırsat geçmezdi diyorlar.” 1 Bu sözler çalışmalarının önemli bir bölümünü Stalin ve Sovyetler Birliğine saldırmaya ayırmış bulunan Troçkist Izak Deutscher’e ait. Sözünü ettiği teorisyen ve tarihçilere yanıtı ise bizzat Troçki’den alalım: “Lenin”in olaylara müdahalesi değil, Lloyd George’un onun yolunu tıkamak istemesi “rastlantıydı”. 2
Rus monarşisinin toplumda gerekli hava deliklerini açmaması, Birinci Savaş’ın seyri, bütün bunlar önemliydi. Ama tarih, “olsaydı” veya “eğer”le açıklanabilecek bir süreç değil. Üstelik, Deutscher’in haklı olarak itiraz ettiği tarihçilerin öne sürdüğü ve rastlantı denilen olgular, bizzat Bolşeviklerin varlığı ile beraber ele alınabilecek, onu dışlamayan nitelikteler.
Hiçbir tarihsel dönüşüm arkasında bıraktığı “birikim”in dışında, onunla açıklanamayan durumda olamaz. Tarihte hiçbir şey havada asılı duramaz. Sosyalist hareke,t sosyalizm, kendi tarihine böyle bakamaz. Rosa Luxemburg, Alman Sosyal Demokratlarının Birinci Savaştaki şovenist politikasını “daha önce dediğimiz gibi, bütün bunlar sosyal demokrasiye Ağustosun 4’ünde ani bir ilham sonucu geldi”3 biçiminde değerlendirirken ne kadar naif düşünüyorsa, Ekim Devrimini ve Bolşeviklerin başarısını bir dizi rastlantının ardı ardına gündeme gelmesi ile açıklamak da o denli temelsizdir. Bolşeviklerin bilinçli tercihlerini ve ulaştıkları sonuçları bu rastlantıların fonksiyonları olarak düşünmek ise, ciddi bir kavrayış eksiğini ifade eder.
Ekim, son derece karmaşık süreçlerin iç içe geçtiği, zaman zaman birbirinden ayrılamaz hale geldiği ve sınıfların ön plana çıkan aktörleri bağlamında statik hiçbir özellik taşımayan bir üründür. Bu nedenle Ekim’in tarihinin “bir”den fazla görüntü vermesini olağan karşılamak gerekiyor. 1917 Ekim’i birçok dinamik ile ilgilidir. Bunlardan herhangi biri üzerinde karar kılmak mümkündür. Bir yere kadar. Eğer tarihe, tarihin yaratımına katkıda bulunmak, onun önünü açmak için eğiliyorsak, istediğimizi seçip alma özgürlüğümüzün bir sınırı bulunuyor. Burada, en önemli dinamiği yakalamak, biraz öznel bir tavır ile bize ışık tutucu halkayı ısrarla vurgulamak gerekir.
Ekim’e giden yolda geçici hükümet ve Sovyetler biçiminde ortaya çıkan “ikili iktidar” durumunun belli bir aşamasında iktidarın barışçı bir biçimde Sovyetler elinde tekleştirilmesi hedefinin konulduğu (hiç değilse Bolşevikler tarafından) bilinir. Oldukça önemli, atlanmaması gereken bir olgudur bu. Ama, söz konusu barışçı tekleşme hedefinin Ekim’e giden yolda can alıcı bölmelerden birisini oluşturduğunu söylemek mümkün müdür? Mümkün olmadığını düşünmek gerekiyor.
Örnekleri artırabiliriz.
Ekim, savaş gibi “ölümcül”bir sorun üzerindeki alternatifsiz yaklaşımları ile Bolşeviklere yazıldı. Ekim Devriminde burjuva devlet mekanizması askerlerin “barış” özlemleri ile de işlevsiz hale geldi. Bu özleme tek somut yanıt Bolşeviklerdendi. Bunun tartışılır bir yanı yok. Ama, Ekim Devrimini ve Bolşeviklerin başarısını temel olarak savaş ile açıklayabilmemiz mümkün mü? Veya, “savaş olmasaydı” türü sorular sormamı? Mümkün olmadığını düşünmek gerekiyor.
Devam edilebilir. Ekim, Batılı bir ağız kullanırsak, “tek partili bir rejim” doğurdu. Sıradan rastlantılar nedeniyle mi? Sol S-R’lar “çocukça” davranmasalardı Sovyetler Birliği’nde iki ya da çok partili bir siyasal sistem mi yerleşecekti? Tarihin mantığı nerede kaldı? Son yıllarda sosyalist ülke teorisyenlerince de tartışılan bu konunun Türkiye solunda (geleneksel sol dahil) oldukça “sağ” yorumlara yol açtığını görüyoruz. Ekim için seçilen yorum çok basit: Rusya’ya özgü koşullar çok partili bir sisteme yol vermedi… Elbette ortada özgün koşullar var. Ama bu yetiyor mu? Rus Devriminin kendi iç mantığı ve evrenselliği diye bir şey varsa, ikide bir bu “özgün Rus koşullarından” sözetmek niye? Sonra bir şey daha var. Bir tür “alternatif” olarak gösterilen bazı sosyalist ülkelerde birden fazla parti olsa bile, bir “çok partili sistemden” söz etmek olanaksızdır. Tek parti dışında bir partinin iktidara dönük herhangi bir hesap içerisinde olması mümkün değildir. Bu nedenle DAC, Polonya gibi ülkelerdeki “diğer” partilerin, bu ülkelerdeki devrim süreçlerinin taşıdığı kimi iç sorunların zamanla düzenin toplumsal tabanını geniş tutabilmek için kullanılması ile açıklamak daha doğru olur. Yani ortada tekil özgünlüklerden kaynaklanan monolitik-pluralistik sosyalizm seçenekleri yoktur.
Buna benzer bir biçimde S-R ve Menşeviklerin 25 Ekim (7 Kasım) Sovyetler Tüm Rusya 2. Kongresi’ni terk edişleri sıradan bir rastlantı olarak değerlendirilmemelidir. Olayların genel gidişi ile tutarlılık arz etmektedir. S-R’lar ve özellikle Menşevikler sınıfsal-ideolojik-siyasal çerçeveleri bağlamında Ekim Devrimi’nin dışına düşmek zorundaydılar. Bolşeviklerin bu dışa düşüşe belli bir nesnel katkıda bulundukları da söylenebilir. Bolşeviklerin kongrede çoğunluğu sağlamaları, fiili bir gücün kendi meşru otoritesini yaratması olarak düşünülmelidir.
Ekim’i anlamak çabasında dikkat edilmesi gereken kimi noktaları anımsatmaya devam edelim. Ekim 1917, sosyalist hareketin 1850’lerden bu yanaki gelişiminde bir türlü tam olarak gerçekleşmeyen sosyalist devrim-burjuva devrimi ayrımının sonunda fiili olarak elde edilmesidir. Bugün “dün”e, yani Ekim’e bakarken kişiliksiz tarihçi kimliği ile, sürecin net olmayan bölmelerini esas kabul etmek hastalığına karşı mücadele edilmelidir. 1917’nin tarihi, bir yerde, sosyalist devrim ile burjuva devrim arasındaki kopuş(bu işçi sınıfı hareketinin burjuvaziden mutlak kopuşu anlamına da gelir) ile eşdeğerdir. “İktidarın Sovyetler elinde tekleşmesi” hedefi, belirsizliğin korunduğu son evre oluyor. Devrimci demokratik bir iktidardan söz ediliyor. Ama Ekim’in tarihi, bunlardan çok, kopuşun kendisi ile yazılmalı. 1903’ten beri verilen mücadelenin esası da bu kopuşun gerçekleştirilmesi değil mi?
Bunları, herhangi bir olayı, burada Ekim’i kavramanın tek başına Ekim’e giden yolun her evresini kavramak anlamına gelmeyeceğini belirtmek için yazıyorum. Ve burada bir başka önemli olaya değinmek gerekiyor. Ekim, hiç kuşkusuz kitlesel bir sürecin ürünü oldu. Toplumu derinden sarstı. Bu sarsıntı edebiyatta, sinemada, tarih yazımında dile getirildi. Ama bu sefer, (bizzat çelişkilerin ürünü olan) “devrim”olayının taşıdığı çelişkiler unutuldu. Örneğin, Moskova’da devrimden hemen sonra “iyi ailelerin fertleri” bale ve operaya gitmeye devam ettiler. Bir dünya değiştirilirken danslı eğlenceler düzenlediler. 1917 Ekim’i ilk başta bazılarını rahatsız bile etmedi. Belki, fark edilmedi bile…
Bu tür olgular popülist bir söylemle anlaşılamaz. Ekim’i anlayabilmek, onu kalabalıklardan ve toz dumandan bir ölçüde ayırabilmekle mümkün. Türkiye’de solun iyi bildiği bir kitap var: Amerikan Komünist Partisi kurucularından John Reed’in “Dünyayı Sarsan On Gün”ü. Son derece güzel ve içten yazılmış bu kitapta Ekim, popüler olarak hissedilmektedir. Olayları sıcağı sıcağına yaşayan Reed için kaçınılmaz ve doğru olan da budur. Ancak, Ekim tek başına bu kitapla veya bu kitabın mantığı ile kavranabilecek bir şey değildir. Ekim, dünyayı sarsan on günün ötesindedir.
Şu sıralar piyasada yeniden gördüğümüz “Devrimler Devrimi”ni ise okumaya hiç gerek yoktur. Stalin, Kalinin, Molotov gibi liderlere karşı kompleksli bir tepkiselliği barındıran ünlü Fransız revizyonistinin kitabında Bolşevikler engin ve dalgalı bir denizde sağlam bir sandaldaki topluluk olarak gösteriliyor. Batmıyorlar ama, denizin hareketlerine gelgitlerine tabiler. Her şey önceki birikiminden kopuk rastlantılar sayesinde gerçekleşiyor. Ekim’i anlamamanın en iyi yolu, Bolşeviklerden arınmış bir yurttaşlık bilgisi kitabını okumaktır. Ellenstein’ın sunduğu da budur.
Gerilik Ve Evrensellik
Bu bölüm yine Ellestein’la açılabilir. Rusya için bu kez güzel yazıyor:
“Geri kalmış bir ülke midir, yoksa çok gelişmiş mi?”
“Avrupa mıdır, yoksa Asya mı?”
“Bir halklar hapishanesi midir, yoksa Batı’nın bir sömürgesi mi?”4
Bu gibi sorulara fazla katı yanıtlar vermek olanaksızdır. Çünkü genellikle, Çarlık Rusyası hem öyle, hem böyledir… Sonra ekliyor ve Ekim’i pek anlayamadığı ortaya çıkıyor:
“Puşkin, Dostoyevsky, Gogol, Leon Tolstoy, Çehov ve Gorki, Rimsky Korsakov, Borodin Glinka ve Çaykovski, ülkenin ortalama olarak düşünsel yetersizliğini bizden saklayamazlar. Birtakım güzel ağaçlar, ormanın yeteneksizliğini önlemez.”5
Saptamanın kendisi doğru ama sorun, sorunumuz, gerçekten de “niteliksiz” bir ormanda “güzel ağaçlar” olmaktır. Ormanın güzelleşmesi buna bağlıdır. Ekim’i anlatmak isteyen bir kitapta “Rusya Puşkin, Dostoyevsky gibi değerleri çıkarmasına rağmen geri bir topraktı” demek yerine, “Rusya gibi geri bir toprak, çelişkilerinin zenginliğiyle Gogol’u, Tolstoy’u… yarattı” denmeliydi. Çünkü, burada sosyo-ekonomik koşullar değil, bir siyasal ideolojik oluşumun tarihi inceleniyor. Gerilik-ilerilik kıstaslarının değiştiği bir inceleme…
Rusya uzun yıllar Moğolların, Tatarların “gezginci” yapılarının etkisini taşıdı. Bunların iktisadi dinamiklerinden etkilendi. Ama kültür söz konusu olduğunda yüzünü ağırlıklı olarak Bizans’a döndü. Bu Doğu-Batı karmaşasının yarattığı çelişkiler 17.yy ikinci yarısında dayanılmaz hale geldi. Dayanılmazlığın içinden Büyük Petro çıktı. “Gerilik”, yeniliğe yol açtı. Çar, Rusya’nın Sezar’ı Petro, marangozluk, metal işletmeciliği, duvarcılık, gemi yapımcılığı öğrendi, çevresindekilere öğretti. Bu yetmedi, tebdil-i kıyafet edip Batı’ya, teknolojik casusluk yolculuğuna çıktı. Her zaman merkezileşmeye ve bu anlamda ilerlemeye karşı çıkmış olan boyarlara karşı en can alıcı darbeyi onları küçük düşürerek vurdu: Sakallarını kesti. Bilimler Akademisini kurdu. Bizde “deli” denen Petro, bunları yaptı. Gerilik-ilerilik edebiyatının her şeyi açıklamadığı gözüktü.
Sonra üç devrimci köylü lideri ortaya çıktı. Sırasıyla Bolotnikov, Razin ve Pugaçov Rusya’da köylü mücadeleleri için birer simge oldular. Geri Rus mujiği bunları üretti. Ve kentlerde ilk soluklanmalar… Aleksandr Radişçev “Etrafıma baktım, ruhum insanlığın ızdıraplarıyla sarsıldı” diyerek bir aydın arayışını muştuladı. Napolyon savaşlarını tersine döndüren Borodino Savaşları ile beraber, Kutuzov komutasındaki Rus orduları Avrupa’ya ilerlediler. Rus subayları Fransız Devriminin henüz restorasyon gölgesi ile soğutulmamış ülkülerini alıp ülkelerine döndüler. Gerilik-ilerilik edebiyatı yetersiz kalıyor.
Dekabristler, Patraşevskiy’in 1845 yılından itibaren St. Petersburg’daki evinde yaptığı cuma toplantıları, Belinskiy…
Üç savaş, üç sıçrama… Kırım yenilgisi ve 1861 reformları, Japonya yenilgisi ve 1905 Devrimi, Birinci Dünya Savaşı yıkımı ve Ekim Devrimi. Yenilgi-gerilik, sıçrama-ilerleme bağlantıları.
Bütün bir Rus devrimci hareketi tarihi boyunca Rus devrimci topluluğu bu dalgalanmalar içerisinde birey-kitleler bağlamında bir dikotomi geliştirdi. Bu dikotomi ilerilik-gerilik edebiyatını bir kenara itti. Geriliğin ne ölçüde zenginleştirici olduğu görüldü. Güzel ağaçlar ormanın niteliksizliğini gidermeyi becerdiler.
Ama Ekim’in alnına “geri ve doğulu” bir ülkeye “özgü” olma lekesini sıçratmaktan hiç vazgeçilmedi. Bu nedenle Sovyet liderleri ve tarihçileri Ekim Devriminin gerçekleşmesine ilişkin nesnel ve öznel etkenleri inatla tekrar tekrar vurguladılar. Geriliğin ve doğululuğun nereye kadar etkili olduğunu açıklamaya çalıştılar. Ve, “zayıf halka”, “örgüt” teorilerini gerilik-ilerilik edebiyatına karşı evrensel tutamak noktaları olarak gördüler. Bizdeki Mehmet Ali Aybar gibilerinin geri baskıcı bir ülkede iktidarı ele geçirme açısından fonksiyonalist (yani burada pragmatik bir teknisyenlik) olarak değerlendirdiği Bolşevik deneyim, evrensel bir yasa üzerine doğruldu: Eşitsiz gelişme yasası. Üç siyasal sonuç ile beraber:
- İşçi-köylü ittifakı
- İşçi sınıfı içi siyasal eşitsizlik.
- Çelişkili yapısal dinamiklerin eşitsiz birikimi.
Ekim Süreci: Somut Siyaset
“Doğada veya tarihte mucizeler yoktur, ancak bütün devrimleri kapsayan biçimde her ani dönüşüm öyle zengin bir içerik sunar, çarpışan güçlerin mücadele ve ittifaklarında öyle beklenmedik ve özgün kombinasyonlar ortaya koyar ki, düz bir kafa için ortada mucizevi olarak görülecek çok şey bulunur.”6
1917 yılı gerçekten “mucizevi” olarak değerlendirilebilecek gelişmelere tanık oldu.Yaşanılan kesitin taşıdığı siyasal yoğunluk, mucizevi görüntüyü yarattı. Söz konusu siyasal yoğunluk ise temel olarak savaşın hızlandırıcı ve kapsayıcı etkisi ile açıklanabilecek bir şey. Savaş kadar toplumu sarsıcı, bünyeyi yıpratıcı ve geniş kesimleri ilgilendiren bir başka şey bulmak güçtür.
Daha önce vurguladığım gibi Ekim ve Bolşeviklerin başarısı tek başına “savaş” ile açıklanamaz. Ancak Ekim’in bazı özellikleri ve bu özgün döneme Bolşeviklerin damga vurması “savaş”ın yarattığı zemin ile açıklanabilir. “Savaş” artık “savaş” yükünü kaldırmakta güçlük çeken Rus toplumunu hemen hemen bir bütün olarak politikleştirmiştir. Üstelik, dengesiz toplum, “savaş”ın da katkısıyla başka dönemlerde tanık olunamayacak bir “hızlı çekim” sürecine girmiştir. Her gün yeni bir durum,, yeni bir siyasal güç kitlelerin ruh halinde yeni bir nitelik görülmeye başlanmıştır.
İşte burada “siyaset” yapabilen kazanmıştır. “Somut” olabilen kazanmıştır. Burada artık, herhangi bir siyasal hareket kendi “karmaşıklığını” değil, o karmaşıklık ve zenginliği kamufle eden bir “açıklık” ile varolmak durumundadır. Bu nedenle Ekim’i anlamaya çalışırken Bolşeviklerin (Lenin başta olmak üzere) 1917 Şubat’ı ile Ekim arasındaki soyutlamalarına her zaman belli bir ihtiyatla yaklaşmak, onları mutlaklaştırmamak ve bu soyutlamaların bir sonraki gelişmelerine nasıl bağlandığını, nasıl sıçratıldığını görmek gerekir. Neredeyse her gün yeni bir “politika” üretmek zorunda olunan bir dönem, tek tek günlük açılımlardan çok, sürecin genel mantığı ile kavranabilir.
Bu konuda bir nokta daha kaldı. 1917 Şubat-Ekim arası, Bolşevikler için, eğer gerçekten sıçramalar ve zikzaklar ile dolu ise, hep sözü edilen “öz” ve “evrensellik” nerede kaldı? Toplumun yaşadığı dengesizliklerin içindeki bir siyasal hareketin mirası nedir?
Sosyalist siyasetin burada önemli bir ayracı var. Gerçekten de Şubat-Ekim arasında yoğun bir biçimde sağa-sola yatışlar olmuştur. Ancak bunlar siyasal oynamalardır. Bu, yalnızca Şubat-Ekim için değil, tüm bir reel sosyalizm tarihinde de böyledir. Oysa ,örneğin yeni solcu gelenek(belki siyasal olarak varolmadığı için) sağa-sola teorik olarak yatma eğilimindedir. Bu savrulmalar içinde kendini hep tüketmiştir.
Hiç Sıçrama Yok mu?
1917 Mart ayı, Bolşevikler için son derece bunalımlı bir ay oldu. Şubat Devrimi ortaya bir ürün (daha doğrusu ürünler) çıkarmıştı. Ülkede yeni bir durum vardı, iktidar sınıfsal olarak el değiştirmişti. Buraya kadar “olağan” olan ve beklenenden sonrası ne olacaktı? On yıllardır beklenen “demokratik dönüşümler”, hatta “kapitalist gelişimin önünü tıkayan kimi ayak bağlarının ortadan kaldırılması” mı? Daha somutu bu “iktidar”a nasıl omuz verilecekti?
İlk sıçrama Nisan’da Lenin’den geldi. Burjuva devriminin esas olarak tamamlandığını ve geçici hükümetin kesinlikle desteklenmemesi gerektiğini vurguladı. Bu, oldukça cüretli bir “kılıç atma” idi. Hep Menşevik eğilimlerden kopuş ile eşanlamlı olan Bolşevik tarihte, bu kopuşun en şiddetlisinin reel olarak yaşandığı “tezler” di bunlar. Kafaları demokratik devrimde takılı kalan herkes iteleniyordu. Öyle ki, Plehanov ve Kerensky’yi “gerici” sıfatı bağlamında ayıran sadece bir “virgül” oluyordu. Tarihte çok az görülecek bir “aşı” oldu bu.
Nisan’daki bu sıçramaya Bolşevik kadrolar içinde Kolontay ve Molotov dışında kimse sıcak bakmaya yanaşmadı. Anlamakta güçlük çektiler. Bolşevizmin sancılı ve inişli çıkışlı bir süreç olarak görülmesi gerekiyor. Daha sonra Nisan’ın ürünlerine belki en fazla sahip çıkan Stalin’de söz konusu tezleri kendisine pek yakın hissetmiyor. Onun içinde bir sıçrama gerekiyor. Sol yelpazede Lenin’in yanına, Bolşeviklerin dışından Troçki geliyor. Nedeni çok basit. Lenin’in siyasal sezgileri hep biliniyor. Ek olarak olaylara dışarıdan bakabilmenin avantajlarını kullanıyor. Trotskiy ise olaylara, diğer Bolşevik kadrolarla karşılaştırıldığında fiilen dışarıdan bakıyor. Bolşevik yöneticiler Nisan ayına meclis politikaları, diğer siyasal parti ve çizgilerle ilişkiler gibi boğucu bir güncellik içerisinde girerken, Lenin ve Trotskiy (çok farklı nedenlerden) bu boğuculuğun uzağında ön plana çıkıyorlar. Birisi devam ediyor. Trotskiy ise Ekim sürecinde Bolşeviklerle olan çakışmasından çarpıcılığa rağmen zamanla tekrar dışarıya düşüyor. Ama tekrar olacak, Nisan’daki sıçrama, güncellik içerisinde boğulmuş bir ekibe yeni bir hareket serbestliği yaratıyor. Bolşeviklerin önemli bir bölümü bu serbestliği benimseyip seviyorlar. Gerekleri yerine getiriyorlar. Bu nedenle Ekim’e bakarken güncelliğin yarattığı tekil durumlardan çok, bu tür sıçramalara, Bolşevikleri diğerlerinden farklı yapan “ayraçlar”a önem vermek gerekiyor. Nisan Tezleri, Kornilov ayaklanmasında Kerensky’nin desteklenmemesi ve sonuçta iktidarın ele geçirilmesindeki özgünlük bu türden “ayraçlar” olarak karşımıza çıkıyor. Bu “ayraçlar” bir organizma çerçevesinde öne sürülüp uygulanıyor.
Siyasi Hareket Ve Örgüt
1917 yılının alışılmamış ölçüde yoğun bir siyaset zemin ürettiğini daha önce de vurgulamıştım. Bu siyasal zenginliği yakalayıp siyaset yapabilmek için siyaseti doğumundan itibaren yaşamak isteyen, onu ön plana çıkaran bir tarihe sahip olmak gerekiyordu.
Kanımca bu anlamda ilk adım Plehanov’un “Ne Yapmalı”nın yirmi yıl önceki habercisi olarak adlandırılabilecek çalışması “Sosyalizm ve Siyasi Mücadele” olmuştur. Bu uzun makale, siyasetin ön plana çıkarılma gerekliliği üzerine kurulu. Ekim sürecinin belki de ilk halkası budur. Bir derstir. İkinci ders ise sosyalist hareketi işçi hareketinden belli ölçülerde ayırmaktır. “Ne Yapmalı” bu tezleri daha rafine bir hale getirmiş ve bir siyaset pratiği öncesi teori oluşturmuştur. Ekim’i bu anlamda en iyi ifade eden Ne Yapmalı’dır. Biraz bu kitaba değinmek gerekiyor.
“Bu tutum (dışarıdan bilinç götürme kastediliyor-C.H.-), örgütlenmiş işçilerin büyük bölümünün ‘sınıfsal işbirliğine’ doğru eğilimleri yansıtmıştır. Bu eğilim arttıkça, Marksist stratejinin temeli olan, proletaryanın devrimci özne oluşu fikrini çürütme tehlikesi yaratmıştır. Lenin’in formüle ettiği görüşün amacı, Marksist Ortodoksluğu reformist saldırılardan kurtarmak olmuş; ancak Lenin’in formülleri de kısa bir süre sonra, proletarya ve ilerleme arasındaki yakınlığı artık belirtmekten uzak olan bir görüşün parçası durumuna gelmiştir. Oysa ’emekçi aristokrasisi’ fikri, bu beraberliği yansıtmaya devam etmiştir.7
Marcuse’un işçi sınıfına yönelik tezleri biliniyor. Burada da görüldüğü gibi, sürekli olarak devrimciliğini yitiren bir “işçi sınıfı”ndan söz ediliyor. Lenin’in müdahalesi de, işçi sınıfının bu kayışını örtecek bir sınıf temsilcisi doğrultusunda oluyor. Marcuse’un yanıldığı nokta Lenin’in işçi sınıfına verdiği tarihsel önemi yakalayamadığı yerde başlıyor. Lenin hiçbir zaman işçi sınıfında bir kendinde “sosyalist öz” görmedi. Böyle bir öz görmediği için bir kayma, “devrimcilikten uzaklaşma teorisi ile” örgüt anlayışına ulaşmadı. İşçi sınıfına bilincin dışarıdan götürülmesi, işçi sınıfının kendi tarihiyle beraber olan ve ona içkin yapısal özelliklerin değerlendirilmesi sonucu ileri sürülmüş bir stratejidir. Yoksa bir zamanlar işçi sınıfında varolan, ama sonradan kaybolmaya başlayan devrimci ruhu başka bir yerde yaratmaya yönelik bir niyetin yansıması değil.
“Ne Yapmalı”, devrim süreçlerinde elle tutulur bir öznenin yaratılmasını hedefler. Büyük ölçüde bu hedefin ürünü alındığı için, 1917 boyunca herkes “geçici hükümet”in peşine düşmüşken, Bolşevikler örgütlenme perspektifini neredeyse fanatik bir biçimde haykırıyorlar. Özellikle Temmuz-Ekim arası dönem bu perspektifin yalnızca matematiksel olarak bile çılgınca bir biçimde seyrettiğini görmek mümkün.
Yeri gelmişken bir konuda hatırlatma yapmakta yarar bulunuyor. Bolşevikler uzunca bir süre çekirdek bir kadro olarak kaldılar. Zaman zaman gerçekleşen büyüme dönemleri veya Menşeviklerle ayrışmanın kesintiye uğradığı zamanlar, bu çekirdek kendisini hiç likide etmedi. Bu yüzden Bolşevikler hep halka halka varoldular. İç halkanın önemi hiç küçümsenmedi. Ekim sürecine girildiğinde de Bolşevik örgüt dendiğinde partinin tamamı değil, genellikle yirmi kişi civarında seyreden parti merkez komitesi kastedildi. Belirsizlik ve kaymaların en aza indirildiği, eşitsizliklerin olabildiğince giderildiği bir çekirdek…
Azınlıklar-Çoğunluklar ve İşçi Sınıfı
Gelenek Kitap Dizisi’nde dünyada ve Türkiye’de geleneksel solun içinde bulunduğu kimi tıkanıklıklara içerden eleştiri ve açılımlar sunulmaya çalışılıyor. Ekim’e ilişkin bu çalışmada(bu anlamda) işçi sınıfına değinmek gerekiyor. Yeni solcu kimi eğilimlerin sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfı yerine başka sınıfsal katmanlara dayanan teorik sistemler geliştirdiğini biliyoruz. Özellikle 1968 öğrenci olaylarının da etkisiyle ve Latin Amerika’da bir dönem parlayan devrimci atılımın çok fazla işçi sınıfı ile ilgili olmaması sonucu bu eğilimler belli bir saygınlık bile kazanmışlardı. Geleneksel solun tepkisi ise çoğu kez olduğu gibi papaza kızıp oruç bozmak şeklinde oldu. İşçi sınıfını kollayacağım derken her türlü iradi çabadan çekinir oldu. Belki bu anlamda en az suçlayabileceklerimizden birisi olan İngiliz Woddis, “Bu seçkinci kibir ve işçi sınıfı hareketine karşı açıkça saygısızlık ve boşlama karşısında susmak güçtür”8 diye yazarken geleneksel solun belli tepkiselliği pek aşamadığını da göstermiş oluyordu. Bu tür tepkilerin ötesine geçilemedi. Ekim’e ilişkin olarak ise, bu dönemeçteki öncü işçilerin misyonları yanlış değerlendirilmeye başlandı. Ekim, işçi sınıfının “bilinç” daha doğrusu sosyalist bilinç anlamında kendisini nihayet bulduğu bir kesit olarak gösterildi. İşçi sınıfı içerisinde yalnızca bir azınlığın sosyalist bilinci içselleştirip kendi sınıflarının ötesine geçebildiği, geniş işçi ve emekçi kesimlerin Ekim’e sahip çıkıp onun için kavga etmelerinin sınıf bilincinden tarih bilincine terfi ettikleri anlamına gelmediği unutuldu.
Bu yaklaşım, daha önce de vurguladım,, işçi sınıfında yatan bir sosyalist cevher varsayımından kaynaklanıyor. İş bütün illüzyonları kazıyıp bu cevheri ortaya çıkarmakta düğümleniyor. Örneğin gene Woddis, “işçi sınıfı saflarındaki hatalar”ın varlığını kabul ettiğini söylüyor.9 Bir şeyde böyle “hata”lar varolması için, onun kendi içinde doğrular taşıması gerekiyor. Oysa, Ekim’in dayandığı çerçeve, işçi sınıfının kendi başına oldukça geri bir siyasal perspektif üretebileceği yolunda. Geleneksel solda işçi sınıfına yönelik bu tevekkülcü yaklaşımdan artık vazgeçilmelidir. Yeni solun bazı kesimlerindeki işçi sınıfına “ikameci” yaklaşımlara karşı verilecek mücadele bu kadar teslimiyetçi olmamalıdır.
Artık, Ekim üzerinde durulurken en fazla zaman ve önem ayrılması gereken konuların başında gelen “azınlık-çoğunluk” tartışmasına geçebiliriz. Ve hemen bir tez: Devrimci durum dışında, emekçi kesimler içerisinde bile bir azınlık partisi olarak, veya azınlık hareketi olarak kalmak uygundur. Daha önce birçok yazıda vurgulandı. Kapitalizmin olağan seyrettiği dönemlerde yığınlar egemen ideolojinin kuşatmasını yarabilecek araçlara sahip değillerdir. Bu, sosyalist örgütlenmenin iradi çabasıyla veya “suni dengeyi bozucu”aktivitesi değiştirilebilir bir olgu değildir.
Ancak bu tez ile de yetinmek mümkün değil. Bu tezle yetinildiğinde devrimci bunalım dönemlerinde yığınların yanlış bilinçlilikten kurtulup sosyalizmi bir bütün olarak benimseyecekleri sonucu çıkabilir. Oysa sosyalist hareket teorik çerçevesi ile değil, ideolojik ve siyasal çizgisi ile olaylara müdahale edebilir, yığınlar üzerinde otorite kurabilir. Bu otorite, çok farklı süreçlerin içiçe geçtiği, ama bu süreçlerin büyük ölçüde düzen içi alternatifler tarafından denetlenemediği bir durumda kurulabilir. Ekim’de devrimin arkasında olan on milyon asker, sosyalizme olan düşkünlüklerinden çok, çok yakıcı olarak yaşadıkları sorunlar bağlamında belli bir doğrultuda hareket ediyorlardı. Ekim’in tarihi yazılırken(çok anlaşılır ve haklı nedenlerden) bu noktanın fazla vurgulanmaması, sosyalist örgütün kapitalizmin olağan işleyiş dönemlerinden itibaren sürekli olarak sosyalizme yandaş kazanma (kadro anlamında değil; bir toplumsal taban olarak) stratejisiyle iktidar alternatifi olunabileceği sanısını uyandırmıştır. Bu stratejiyle ne olunacağını Avrupa’daki bazı partiler yeterince gösterdiler.
Sosyalist hareketin özgün bunalım dönemlerine hazırlıklı girebilmesi “ideoloji” ile “yığınların” diyalektiğinin oldukça iyi kavranması ile mümkün.10 Bu anlamda “milyonları devrime hazırlamak” pek anlamlı bir yaklaşım olmuyor. Özgün tarihsel kesitlerde hangi kesimlerin ne tür bir hareketlilik içerisine gireceği, nerelerin can alıcı noktalar olacağı, örneğin 1917 Ekim’ini Moskova, Petrograd yanında Kronstat’ın belirlemesini önceden kestirmenin ciddi güçlükleri bulunuyor. Bu nedenle “biçimsel bir çoğunluk için oturup beklenmesi naif” bulunuyor.11
Birden fazla Ekim mi var? Bu sorunun cevabı bu yazı içinde şekillendirilmeye başlandı.Evet birden fazla Ekim var. Ama, bunların eşit ağırlığa sahip olmadığını söyleme hakkı da… Kalabalıkların içerisinden bakan da, istatistik kayıtlarının arasından bakan da damga vuran liderliğin kendi meşruluğunu sağlamak için gösterdiği titizliği ve ürkekliği esas alan da, Ekim’i anlamış veya ifade etmiş olabilir. Bir de, bir “özne”nin gözleriyle bakılabileceğini hatırlatmak gerekiyordu.
Dipnotlar ve Kaynak
- Izak Deutscher; Bitmemiş Devrim, Habora Yayınları, 1969, s.12
- Trotskiy, Sürekli Devrim Çağı, Habora Yayınları, 1971,s.88
- Rosa Luxemburg, Junius Pamphlet, Merlin Press, s.23
- J.Ellenstein, Devrimler Devrimi, Başak Yay.1986, s.10
- a.g.e., s.27
- Lenin,Collected Works, Cilt 23, s.297
- Marcuse, Sovyet Marksizmi, May Yay., s.38
- Woddis, Yeni Devrim Teorilerinin Eleştirisi 3, Bilim Yay.,1977, s.27
- a.g.e., s.127.
- Metin Çulhaoğlu, “Doğruda Durmanın Felsefesi”, Sosyalist İktidar, No.3 Aralık 1979, s.37
- Lenin, Collected Works, Cilt 26, s.19