Osmanlıca, neden anlaşılmaz bir dildi?
Çünkü halkın bu dili anlaması istenmiyordu. “Saray dili” nin, daha doğrusu devlet dilinin halk dilinden ayrıştırılması, son derece bilinçli bir tercihtir. Bilgisiz halk, kolay yönetilir.
Okuryazarlık oranının çok düşük olduğu bir ülkede, eğitim verilen küçük bir azınlığa gündelik konuşma dilinden farklı bir dil öğretilip bu dille yazmaları sağlandığında, hem halk “yukarıda” nelerin olup bittiğini izleyemez, hem de ayrıcalıklı bir katmana dönüşen “okumuş” insanlar halktan kopar.
Roma İmparatorluğu ile onu izleyen Ortaçağ Avrupası’ nda da benzer bir durum söz konusuydu. Halkın anlamadığı bir Latince, hem Roma İmparatorluğu’ nun hem de Ortaçağ boyunca kilisenin resmi dili oldu. Dönemin kitapları bu dilde yazıldı.
İnsanlık, yazıyı, binlerce yıl önce (MÖ 3000 yılı dolaylarında) yaratmıştı.
Ama okuryazar insanlar, iki yüzyıl öncesine kadar, ekonomik açıdan en ileri ülkelerde bile, çok küçük bir azınlık oluşturuyordu. Örneğin, 1820 yılının İngilteresi’ nde, her 15 çocuktan yalnızca biri okuma yazma öğrenebiliyordu. Fransa’ da ise her 35 çocuktan biri…
Uzun yüzyıllar önce Çin’ de geliştirilen matbaanın Johann Gutenberg tarafından “icat” edilmesinin 1450 yılını bulması, Avrupalıların teknik geriliklerinden çok, bu tür bir teknolojiye ihtiyaç duymamalarının ürünüydü. Okuyan ve yazan insanların sayısı çok azdı ve bunların artması istenmiyordu. Nitekim Çinliler de, matbaayı çok önceden geliştirmiş olmalarına karşın, ondan pek fazla yararlanmıyorlardı. Çin’ deki egemen sınıf, halkın okumasını istemiyordu.
Avrupa’ da matbaa kullanılarak hazırlanan ilk kitap İncil’ di ve Almanya’ da basılan bu kitabın dili Latince’ ydi. Kısacası, kapitalizmin ortaya çıkışından önce, insanlığın bilgi birikimi, çok küçük azınlıkların tekeli altındaydı. Tecrübelerini yazılı olarak biriktirebilen egemen sınıflar, “dünyadan haberi olmayan” , daha doğrusu rivayetlerden, efsanelerden ve din adamlarının vaazlarından başka bilgi kaynağı bulunmayan halkları idare etmek konusunda pek az zorlukla karşılaşıyordu.
Dolayısıyla insanlık tarihinin kapitalizm öncesi döneminin “karanlık” bir dönem olarak nitelendirilmesi, bugünden bakıldığında, hiç de yanlış değildir. İnsanlık, o dönemde de, üretim araçlarını geliştirdi, dünya hakkındaki bilgisini artırdı, sanatı ve edebiyatı geliştirdi, bugün bile “şaheser” olarak nitelendirilen yapılar inşa etti, vb. Ama firavunlara mezarlık etmekten başka bir işlevi bulunmayan piramitlerin, devasa tapınakların, sarayların inşasında çalışan ya da devlet yöneticilerinin, din adamlarının, filozofların çalışmadan yaşamalarını sağlayan emekçiler, yani dünya nüfusunun ezici çoğunluğu, sefalet ve cehalet içinde yaşamaya devam ediyordu.
Egemen sınıf, egemenliğini nasıl kurar ve korur?
Sınıfların ortaya çıkabilmesi için, insanların, kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri için zorunlu olanlardan daha fazla gıda, giyecek, barınak vb. üretebilmeleri gerekir. Bir insan topluluğunun varlığını sürdürebilmesi için bu topluluğun tüm üyelerinin az çok eşit düzeyde çalışması zorunluysa, sınıfsal ayrışmaların ortaya çıkması kolay değildir. Ama üretim araçlarının gelişmesiyle birlikte, bazıları çalışırken bazılarının da çalışanların sırtından geçinmesi mümkün hale gelir.
Kuşkusuz, üretimin artması, ilk aşamada, sınıfsal ayrışmayla sonuçlanmak zorunda değildir. Bir başka olasılık da, herkesin daha az çalışmasıdır.
Ancak sınıfsal ayrışma, yani insanların yönetenler ve yönetilenler biçiminde ayrışması, bunu gerçekleştiren insan topluluklarına önemli bir avantaj sağlar. Bu topluluklar, diğerlerine göre, daha gelişkin bir işbölümüne ve daha güçlü bir örgütlülüğe sahip olurlar. Özellikle de, diğer insan topluluklarının ürettiklerine el koymak için askeri bir örgütlenmeye gittikleri zaman.
Askeri bir örgütlenmeye sahip olup da yağmacılıkla yetinen toplumlar, saldırdıkları toplumların üretim güçlerini tahrip ederler. Buna karşın, işgal edilen topraklarda yaşayan insanların üretmeye devam etmelerinin sağlanması, bu toprakların düzenli gelir kaynaklarına dönüşmesi anlamına gelir. Kuşkusuz, bunun için, çok daha gelişkin bir devlet örgütlenmesine ve emekçilerin devlet tarafından konan kurallara itaat etmesi için fiziksel güç dışında ikna mekanizmalarına ihtiyaç vardır.
Kapitalizm öncesi dönemin fiziksel güç dışındaki en önemli ikna aracı dindir.
Nitekim bu dönemde devlet kurumları ile din kurumları iç içedir. Yağma ve işgal savaşlarının pek çoğu din adına yapılmıştır. Devleti yönetenler, yöneten-yönetilen ayrımının ve kendilerinin yönetici olmalarının ilahi yasalarla uyumlu olduğunu, daha doğrusu ilahi düzenin bunu gerektirdiğini ileri sürerler. Bu gelip geçici dünyada kullara düşen ilahi yasalara ve bu yasaları temsil eden devlete, krala, padişaha, çara vb. itaat etmektir. Diğer yandan, bu dünyada eşitlik, hak ve adalet aramak, bir yerden sonra gereksiz, hatta yanlıştır, Burası yalnızca bir sınav yeridir ve çektikleri acılara, yoksulluklarına, uğradıkları haksızlıklara rağmen itaat etmeyi sürdürenler, öbür dünyada ödüllendirileceklerdir.
Yalnızca iktidarda olanlar değil; iktidara gelmek isteyenler de, halkı arkalarında toplayabilmek için dine başvurmuştur. Bazen yeni dinleri yaygınlaştırarak, bazen de mevcut dinin içinde yeni mezhepler yaratarak.
Ama şu gerçek değişmemiştir: Halktan istenen ve beklenen, akıl yoluyla kavraması değil, inanmasıdır.
Bilimsel Devrim
İnsanın doğaya ve kendisine bakışını ciddi şekillerde değiştiren ve bugün Bilimsel Devrim olarak anılan büyük atılım, Ortaçağ Avrupası’ nda yaşandı.
Bilimsel Devrim öncesinde, sağduyuya ve kutsal sayılan kitaplara uygun bir şekilde, evrenin merkezinde Dünya’ nın bulunduğu ve diğer gezegenlerin ve yıldızların yanı sıra Güneş’ in de Dünya’ nın çevresinde döndüğü düşünülüyordu. Nitekim gökyüzüne bakan bir insan, Güneş’ in her gün bir noktadan doğup bir diğerinden battığını görür. Yıldızlar ve Ay hareket halindedir, Dünya ise sabit…
Diğer yandan, yine Bilimsel Devrim öncesinin yaygın inanışına göre, hareketin olması için, bir “hareket ettirici” ye ihtiyaç vardır. Tıpkı bir taşın bir noktadan bir başkasına gidebilmesi için onu fırlatan bir kuvvetin olması gerektiği gibi… Güneş’ in, Ay’ ın, diğer gezegenlerin ve yıldızların hareket halinde olmasını sağlayansa, evrene ilk hareketi vermiş olan Tanrı’ dır.
Ancak, 1500’ lü yılların ilk yarısından itibaren, Kopernik (1473-1543), Kepler (1571-1630) ve Galile (1564-1642), evrenin merkezine Güneş’ i yerleştiren modeller kurdular. Bu arada, Kepler, Dünya’ nın Güneş çevresindeki yörüngesinin ekliptik olması gerektiğini buldu ve ilk yörünge hesaplarını yaptı. Gökyüzü gözlemlerinde teleskopu kullanan Galile, yeni bir hareket yasası formüle etti: Belirli bir hızla hareket eden bir cisim, kendisini engelleyen, yönünü değiştiren ya da hızlanmasını sağlayan herhangi bir kuvvetin bulunmaması durumunda, sonsuza dek aynı doğrultuda ve aynı hızla yoluna devam eder. Buradan çıkarılabilecek basit bir sonuç; bir “ilk hareket ettirici” olarak Tanrı’ ya ihtiyacın bulunmadığıdır.
Klasik fiziğin doruk noktası, 1642-1727 yılları arasında yaşayan Newton’ un 1867 yılında yayımlanan Principia (İlkeler) adlı çalışmasıdır. Hareket yasalarını sistemli ve büyük oranda tutarlı bir bütünlüğe (fizik bilimine) kavuşturan Newton, gök cisimleri ile Dünya’ daki cisimlerin aynı hareket yasalarına tabi olduğunu gösterdi.
Artık, doğada olup bitenleri açıklamak için Tanrı’ nın müdahalelerine (ya da Tanrı’ nın doğaya sürekli bir şekilde müdahale ettiği varsayımına) gerek kalmamıştı. Doğa, insanın kendi aklıyla bulabileceği yasalara göre hareket ediyordu.
Aynı dönemde, yalnızca fizik biliminde değil, kimya ve biyoloji gibi başka alanlarda da devrimci atılımlar yaşandı.
Ama Bilimsel Devrim’ in kalıcılaşması ve asıl önemlisi toplumsal ölçekte sonuçlar doğurabilmesi, başka koşulların olgunlaşmasının ürünüydü…
Sanayi Devrimi
İngiliz Sanayi Devrimi’ nin (1770-1830) tarihteki önemini sorgulamak isteyenler, Ortaçağ’ da gerçekleştirilen bir sanayi devriminden söz ediyorlar.
Gerçekten de, Sanayi Devrimi’ nin kökenlerini, Ortaçağ Avrupası’ ndaki teknik ilerlemelerde bulmak mümkündür. Hiçbir teknik ilerleme gökten düşmemiştir. Örneğin, İngiltere’ nin kapitalistleşme (ve emperyalist bir güce dönüşme) sürecinde çok büyük bir rol oynayan ve 1769’ da James Watt tarafından icat edildiği söylenen buhar makinesi, Thomas Newcomen’ ın 1712 yılında icat ettiği bir buharlı makine modeline dayanıyordu. Bu model de, Thomas Savery’ nin 1698’ de patentini aldığı modele…
Ama Sanayi Devrimi’ nin ayırt edici yanı, teknik buluşlardan çok, üretim sürecinde ve toplumsal yapıda yaşanan köklü dönüşümlerdir. Pamuklu dokuma makinelerinin üretim sürecine sokulması ile başlayan, görece gelişkin buharlı makinelerin kullanılması ve demiryollarının inşasıyla devam eden bu sürecin sonunda, sınai üretim tarımsal üretimi, kent nüfusu da kır nüfusunu geride bıraktı. Örneğin, İngiltere’ deki kentleşme oranı, 1750 ile 1850 yılları arasında yüzde 16’ dan yüzde 50’ ye çıkmıştı.
Sanayi Devrimi ile birlikte, insanın doğa üzerinde egemenlik kurma süreci yeni bir evreye girdi. Bilimsel Devrimle doğanın hareket yasalarının akıl yoluyla formüle eden insan, Sanayi Devrimi’ yle, bu yasalardan da yararlanarak, doğayı daha fazla denetim altına aldı. Bu, aynı zamanda, insanın doğal ve doğa dışı güçlerden duyduğu korkunun azalabileceği anlamına geliyordu…
Burjuvazinin egemenlik biçiminin farkı
Kapitalizm öncesi dönemde, insanların emeklerinin ürünlerine (ister fiziksel güç kullanımı yoluyla olsun isterse yasal düzenlemeler ya da feodal yapıların iç hukuku yoluyla) “zorla” el konuyordu.
Ekonomilerin temelinde tarımsal üretimin durduğu bu dönemde, egemen sınıflar, üretim araçlarının sürekli ve hızlı bir şekilde geliştirilmesine dönük bir çaba içinde olmadıkları gibi, bunu teşvik etme gereğini de duymuyorlardı. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için gerekli sermaye birikiminin oluşmasını sağlamış, yeni kıtaların keşfedilmesini teşvik etmiş ve bu keşiflerden yararlanmış olan tüccar sınıfı bile, üretim sürecinin kendisiyle ilgilenmiyordu.
Buna karşın, kârını artırmak için teknolojiyi sürekli olarak geliştirmesi gereken sanayi burjuvazisi, “özgür” emekçiye ihtiyaç duyar. Çünkü toprak ağasına ya da aşiret reisine bağlı olan ya da bir başkasının kölesi durumundaki emekçinin emek gücü ya hiç kullanılamaz ya da çok pahalıya mal olur. En ucuz emekçiler, üretim araçlarından yoksun bırakılmış ve yaşayabilmek için emek gücünü satmaktan başka çaresi olmayan emekçilerdir.
Diğer taraftan, sanayileşme süreci, sadece vasıfsız emek gücü ihtiyacını değil, giderek uzmanlaşan makineleri kullanma becerisine sahip, farklı işleri yapabilen, öğrenme yeteneğine (ve isteğine) sahip emekçilere duyulan ihtiyacı da artırır. Toprağa bağlı köylü ya da köle, bu niteliklere sahip değildir. “Özgür” emekçi ise, hem işsizlik korkusuyla hem de biraz olsun daha iyi yaşayabilmek için daha yüksek ücret alma çabası içinde, öğrenmeye ve becerilerini geliştirmeye çok daha açıktır.
Tüm bu nedenlerle, sanayi burjuvazisi, bir yandan feodal sınıflara karşı “emeği özgürleştirme” mücadelesi yürütürken, diğer yandan da laik eğitimin yaygınlaşmasını desteklemiştir. Sanayileşme sürecinin ilk aşamalarında kentlerdeki ücretlerin görece yüksek olması, burjuvazinin, toprağa bağlı köylülerin desteğini almasını kolaylaştırmıştır.
Fransa’ nın farkı
Kapitalistleşme sürecine ilk giren ülke olan İngiltere’ de, burjuvazinin feodal sınıflarla mücadelesi siyasal bir devrime yol açmadı. Ekonomik gücünü giderek artırırken önce iktidara ortak olan burjuvazi, feodal sınıfları, çatışmalar ve uzlaşmalarla dolu bir sürecin sonunda tasfiye etti ve iktidarını tekleştirdi.
Fransız burjuvazisi ise iktidara ortak olabilmek için, kapitalist reformlara direnen krallık, soylular ve kilise ile çok daha şiddetli bir mücadeleye girişmek zorunda kaldı. Asıl önemlisi, Fransız burjuvazisi, bu mücadeleyi kazanabilmek için, halkın desteğine ihtiyaç duydu.
1789 Fransız Devrimi’ nin temel sloganları, “eşitlik”, “özgürlük” ve “kardeşlik” ti. Bunlar, kentlerdeki yoksul emekçileri, küçük esnafı, zanaatkârları ve köylülüğü arkasında toplamak isteyen burjuvazinin, kendi çıkarlarını tüm halkın çıkarları gibi göstermesini sağlayan sloganlardı.
Fransız Devrimi ile kendi dönemlerini “Aydınlanma Çağı” olarak tanımlayan Fransız düşünürleri arasında güçlü bağlar vardı. Aslına bakılırsa, aydınlanmacı düşünürlerin önemli bir bölümü, krallık rejimini ayakta tutmanın yollarını arıyorlardı. Ama bunun için “akılcı” bir yönetimin kurulması ve halkın laik bir eğitimden geçirilmesi (aydınlatılması) gerektiğini savunuyorlardı. Tıpkı, burjuvazinin istediği gibi…
Fransız burjuvazisinin başlangıçtaki niyeti, devrimi uç noktalara taşımak değil, iktidara ortak olmaktı. Ama devrimin siyasallaştırdığı yoksul kitleleri örgütleyen daha radikal kanatlar, burjuvazinin ılımlı temsilcilerini tasfiye etmeyi başardılar. Bu sayede yükselen bir çizgi izleyen devrimin tepe noktası, eski rejimin kurum ve temsilcilerine karşı en uzlaşmaz mücadele çizgisini izleyen jakobenlerin iktidarı oldu.
Bu arada, devrim, kendisine silahlı bir direniş sergileyen kiliseye, topraklarına el koyarak, devlet yönetimini laikleştirerek ve laik eğitimi yaygınlaştırarak karşılık verdi. Halkın da bu sürece dahil edilmesi, laikliğin toplumsal tabanının genişletilmesini sağladı.
Burjuvazinin gericileşmesi
Fransız Devrimi’ nin yükselen çizgisi, yalnızca Avrupa’ nın (İngiltere dahil) diğer ülkelerindeki iktidarları değil, Fransız burjuvazisini de tedirgin etti. Burjuvazi, devrimin süreklileşmesini değil, istikrarın sağlanmasını istiyordu. Jakobenlerin iktidarı 1795 yılında devrildi ve burjuvazinin de desteğiyle, Napoleon’ un imparatorluğunu ilan etmesiyle (1804) sonuçlanacak bir ara dönem yaşandı. İmparatorluk dönemini ise, monarşinin geri dönüşü (1815) izledi. Bu arada, kilise, ayrıcalıklarının bir bölümüne yeniden kavuştu.
Monarşinin geri dönmesiyle, burjuvazi bir kez daha muhalefete itilmiş, devrimci ideallerini hatırlamak zorunda kalmıştı.
Fransa’ daki 1848 Devrimi’ ne de burjuva siyasetçiler öncülük etti. Ancak cumhuriyetin ilan edilmesini sağlayan, işçi sınıfı temsilcilerinin ayaklanma tehdidi oldu. İşçi sınıfı, tarih sahnesine ilk kez kendi başına çıkıyordu. Gerçi ileri sürülen talep burjuva cumhuriyetin ilan edilmesinden başka bir şey değildi ama bu yeni durum, sanayi burjuvazisinin feodal sınıflarla işbirliğine gitmesine yetti. Kendi devrimine ihanet eden burjuvazinin yeni önceliği, kendine güveni artan işçi sınıfı hareketinin bastırılmasıydı.
1848 yılından sonra gerçekleşen burjuva devrimlerinin ortak özelliği, halk hareketlerine dayanmamaları ve bu nedenle de uzun süreçlere yayılmalarıdır. Fransa’ da yaşananlardan bütün ülkelerin burjuvaları ve burjuva siyasetçileri ders çıkardı: Harekete geç(iril)en bir halkın nerede duracağı belli olmaz. Hele işin içinde işçi sınıfı da varsa…
Avrupa’ nın pek çok ülkesinde patlak veren 1848 Devrimleri, burjuva aydınlanmacılığının da biçim değiştirmesine yol açtı. 1789’ da halkı siyasal mücadelenin içine çeken burjuvazi, bu yolla, aydınlanma ideolojisinin toplumsallaşmasını da sağlamıştı. Buna karşın, 1848 sonrasının uzun sürelere yayılan burjuva devrimlerinde, feodal sınıflarla ittifak kuran ve onların kapitalistleşme sürecinin doğal akışı içinde, kendiliğinden bir şekilde çözülmelerini bekleyen burjuva sınıflar, gerici kurum ve ideolojilerle toplumsal ölçekte hesaplaşmalara gitmekten de kaçındılar.
Diğer taraftan, burjuvazi, iktidarını sağlamlaştırdığı her yerde, dinsel kurumlarla ilişkilerini restore etme yoluna gitti. Sınıflı toplumlarda ezilen sınıfları düzene bağlamanın en etkili araçlarından biri olan din ideolojisine burjuvazinin de ihtiyacı vardı. Tabii bunun için, dinsel kurumların da yeni düzene uyum sağlamaları, kapitalist ilişkiler temelinde yeniden örgütlenmeleri gerekiyordu. Temel işlevleri toplumsal eşitsizlikleri mazur göstermek ve bu eşitsizliklerden yararlanmak olan dinsel kurumların bu dönüşümü yaşamak konusunda çok fazla zorlanmadıkları eklenebilir…
Bu söylenenler, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren insanlığın tarihsel ilerlemesinin son bulduğu anlamına gelmiyor. Ama artık, burjuvazi, ilerlemeyi hızlandırmaya değil, onu denetim altında tutmaya çalışan bir güçtür.
Kapitalist üretim ilişkilerinin geliştiği her yerde geçmiş dönemlere ait ilişki biçimleri ve kurumlar çözülme ve yeniden yapılanma sürecine girmiş, kentleşme hızlanmış, okuryazarlık ve temel eğitim kurumları yaygınlaşmış, nitelikli emek gücünün nüfusa ve toplam nüfusa oranı yükselmiş, iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin de yardımıyla insanların yaşadıkları ülke ve dünya hakkındaki bilgileri artmış, kadın-erkek eşitliği sağlanmasa bile kadınlar toplumsal yaşama daha fazla katılmaya başlamış ve insanlığın elindeki bilimsel ve teknik birikim zenginleşmiştir.
Buna karşın, tüm bu ilerlemelere, kapitalizmin akıl dışılıklarından beslenen ve bu akıl dışılıkları perdeleme işlevini de üstlenen gerici ideolojik ve siyasal saldırılar eşlik etmiştir.
Bu açıdan bakıldığında çarpıcı bir örnek, burjuva iktisat biliminin bilim olmaktan çıkmasıdır. Klasik burjuva iktisadının kurucuları olan Adam Smith ve özellikle de David Ricardo, tarihsel açıdan daha geri bir düzen olan feodalizmle ve feodal çıkarları savunan iktisatçılarla hesaplaşmaya çalıştıkları oranda, bilimin alanında kalabilmişlerdi. Buna karşın, izleyen dönemlerin iktisatçılarının temel amaçları, kapitalist düzenin olabilecek en iyi düzen olduğunu savunmak, sınıfsal çelişkilerine işaret ettiği için klasik iktisatçıların formüle ettiği emek-değer yasasını bir kenara itmek ve bu arada kapitalizmin bunalımlarını ekonomi dışı etkenlerle açıklamaktır.
1800’ lü yıllardan bu yana okuryazarlık dünyanın her tarafında artmış ama kapitalist ülkelerde okunanların ve yazılanların niteliği sürekli bir gerileme içinde olmuştur. En gerisinden en ilerisine tüm kapitalist ülkelerde en çok satan gazeteler en pespaye olanlarıdır. En gerisinden en ilerisine tüm kapitalist ülkelerin “çok satanlar” listeleri fal kitapları, dinsel kitaplar ve ucuz romanlarla doludur.
20. yüzyılda iletişim teknolojileri hızlı bir gelişme göstermiş ama televizyonlardan yayınlanan şey kültürsüzlük olmuştur.
Kısacası, kapitalizm, insanlığın önüne ilerleme olanağı sunan her şeyi kendisine uydurmuş, uzayın fethedildiği bir çağda insanları karanlıkta bırakmayı başarmıştır.
Kapitalizmin bunalım döneminde insanlık
Kapitalizm, 1970’ li yılların başından bu yana, uzun süreli bunalım dönemlerinden birini yaşıyor. Bundan öncekilerden farklı olarak, aradan otuzu aşkın sürenin geçmiş olmasına karşın, henüz bu bunalımın aşılacağına ilişkin herhangi bir işaret bulunmuyor.
Bunalım, bir tarafta zenginliğin, diğer tarafta ise sefaletin birikmesidir. Kapitalistler ellerindeki malları satamamaktan, üretim kapasitelerini değerlendirememekten şikâyetçidirler, emekçilerse alım güçlerin azlığından. Ama bu tür durumlarda kapitalistlerin tepkisi ücretleri artırmak değil, daha da düşürmek olur! 1970’ li yıllardan bu yana dünyanın tüm ülkelerinde olduğu gibi… Ücretlerin düşürülmesi, emekçilerin alım gücünün daha da azalması ve kapitalistlerin ellerindeki malları satmak konusunda daha büyük zorluklar çekmeleri, yani bunalımın daha da derinleşmesi sonucunu doğurur. Evet, bu bir kısır döngüdür. Kapitalizm ne kadar akıl dışı bir düzen olduğunu bunalım dönemlerinde çok daha açık bir şekilde gösterir.
Bunalım dönemlerinin bir diğer özelliği, emperyalist sömürünün yoğunlaşmasıdır. Emperyalist ülkeler, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin kaynaklarına çok daha şiddetli bir şekilde saldırırlar, direnen ülkeleri işgal ederler ve bu ülkelerin kalkınmasını, ilerlemesini olanaksız hale getirirler. Tıpkı borç batağına soktukları Türkiye’ ye yaptıkları gibi…
Kapitalizm, bugün insanlığın geleceğini her zamankinden fazla tehdit ediyor. Emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere dünyanın her yanında toplumsal kamu harcamaları kısılırken eğitim ve sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi, eğitimsiz ve sağlıksız nesillerin yetişeceği anlamına geliyor. Gerçek ücretlerin sürekli geriletilmesi, iddia edilenin aksine, işsizliği azaltmıyor. İnsanlık, 21. yüzyılın başında, yoksullaşma, işsizlik ve açlık sorunlarının daha da ağırlaşması gerçeğiyle karşı karşıya. Elimizdeki (daha doğrusu emperyalistlerin kendi tekellerine aldıkları) bilimsel ve teknolojik birikimin, dünya üzerinde yaşayan herkesin insanca yaşamasını mümkün kılacak kadar gelişkin olmasına rağmen…
Tam da böylesi bir dönemde, akıl dışı ideolojilerin ve dinci gericiliğin güç kazanması hiç de şaşırtıcı değil.
İçinde bulunduğumuz dönemin burjuva ideologları olan postmodernistler, “aydınlanma”, “ilerleme”, “bilimsellik”, “akılcılık” gibi kavramları sorguluyor ve bunların yerine her türden gericiliğin ve akıl dışı düşüncenin propagandasını yapıyorlar. ABD, emperyalist yağma girişimlerini “Haçlı Seferi” olarak nitelendirirken, sınıfsal çelişkinin üzerini her türden dinsel, kültürel ve etnik farklılıkları güçlendirerek örtmeye çalışıyor. Medya ve popüler kültür üretim sektörü, her türden felaket tellallığını destekleyerek insanların korkularını besliyor. Gericilik ve ırkçılık, emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere dünyanın her yanında güç kazanıyor.
Kısacası, 21. yüzyılın başında, insan aklına yönelik büyük, yaygın ve sistemli bir saldırıyla karşı karşıyayız.
Sosyalizm ve aydınlanma
1789 Fransız Devrimi’ nin idealleri olan eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi aydınlanmacılıkla ilişkili olarak da burjuvazi bir uzaklaşma yönelimine girmiş, öte yandan söz konusu boşluk sosyalist harekete devrolmaya başlamıştır. Ama burjuvazinin eşitlikten, özgürlükten, kardeşlikten ve aydınlanmadan anladıkları ile sosyalist eşitlikçilik, özgürlükçülük, kardeşlik savunuculuğu ve aydınlanmacılık arasında ciddi farklar vardır.
Burjuvazinin eşitlikten anladığı, yasalar önündeki biçimsel eşitliğe dayalı bir “fırsat eşitliği” dir. Gerçekte ise, kapitalizm koşullarında fırsatlar bile hiçbir zaman eşit olamaz, çünkü mülk sahibi sınıfın çocukları olarak dünyaya gelen insanlar “yarış” a bitiş noktasının hemen dibinde başlarlar.
Burjuvazinin özgürlükten anladığı, üretim araçlarından yoksun bırakılan insanların emek güçlerini diledikleri patrona satma özgürlüğüdür.
Burjuvazinin kardeşlikten anladığı, insanların evrensel kardeşliği değil, ülke çıkarları diye yutturduğu kendi sınıf çıkarlarının tüm emekçiler tarafından kutsal sayılması ve aynı emekçilerin başka ülkelerin emekçilerini düşman olarak görebilmesidir.
Burjuvazinin aydınlanmadan anladığı ise, emekçilerin kendi ihtiyaç duyduğu niteliklerle donatılmasından ve işlerini görmesini zorlaştıran dinsel kurum ve ilişkilerin, yeniden kurulmak üzere tasfiyesinden ibarettir.
Burjuva aydınlanma süreçlerinin tümünün yarım kalmış ve bunları restorasyon dönemlerinin izlemiş olması boşuna değildir. Tıpkı eski Yunanistan’ da ya da Ortaçağ Avrupası’ nda olduğu gibi emperyalist-kapitalist dünyada da, insanlığın bilgi birikiminden ve kültürel mirasından yararlananlar ve bunlara katkıda bulunanlar, çok küçük azınlıklardır. Geniş kitlelerin payına ise, sistemli bir şekilde üretilen cehalet ve kültürsüzlük düşmektedir.
Buna karşın, sosyalizm, insanlığın kendi kaderini sermaye ilişkilerinin boyunduruğundan kurtararak kendi ellerine almasını hedefler. Sosyalist aydınlanmacılık, din ve devlet işlerini ayırmaktan, dinsel kurumların insanlar üzerinde maddi-manevi baskı uygulamasını önlemekten, herkesin eşit, parasız ve bilimsel eğitim hizmetlerinden yararlanmasını sağlamaktan ve her türden metafizik inanışın yerine insanlığın bilimsel kazanımlarının geçirilmesi için mücadele etmekten daha fazlasını içerir.
Sosyalist aydınlanmacılığın temelinde, emekçilerin, her türden gericiliğe karşı harekete geçirilmesi vardır. Emekçilerin mücadelesine yaslanmayan her türden aydınlanma hareketi yarım kalmaya mahkumdur.
Türkiye’ de burjuva aydınlanma süreci
Halifeliğin kaldırılması, bazı dinsel örgütlerin yasaklanması ve bazılarının da baskı altına alınması, anayasanın İslam dinine atıfta bulunan ifadelerden arındırılması, sarığın yasaklanması, eğitim birliğinin sağlanması, eğitimin içeriğinin laikleştirilmesi, Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin konması, ilköğretimin kızlar da dahil olmak üzere tüm çocuklar için zorunlu hale getirilmesi, kadın-erkek eşitliğini gözeten yasal düzenlemelerin yapılması ve kadınlara sınırsız seçme ve seçilme haklarının Fransa gibi ülkelerden önce verilmesi…
Tüm bunlar, gerçekten de ciddi reformlardır…
Osmanlı Devleti’ ni kurtarma çabalarının ürünü olan ve önemli bir bölümü emperyalist ülkelerin dayatmalarıyla gerçekleştirilen reformları bir yana bırakırsak, Türkiye’ nin burjuva aydınlanma sürecinin asıl olarak cumhuriyetin ilk döneminde yaşandığını söyleyebiliriz.
Ancak, kapitalistleşme sürecine geç giren diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’ de de, burjuva aydınlanması bir halk hareketine dönüştürülmedi ve büyük kentlerin dışındaki etkileri sınırlı kaldı.
Diğer taraftan, cumhuriyetin ilk dönemlerinde, kentleşme oranını yükselten bir sanayileşme dinamiği de yaratılamadı. 1923-50 döneminde, şehir nüfusunun toplam nüfusa oranı değişmedi ve yüzde 25 civarında kaldı. Dolayısıyla sanayileşmenin ve kentleşmenin feodal bağları çözücü etkisi zayıf kaldı.
Burjuva aydınlanma süreçlerinin ilk elden taşıyıcısı olabilecek kesimlerin darlığı konusundaki bir başka çarpıcı örnek, yükseköğretim kurumlandır. Bu kurumlarda çalışan öğretim elemanlarının sayısı, 1940’ a kadar binin altında, 1950’ ye kadar da 2 binin altındaydı. Yine 1950 yılına gelindiğinde, o ana dek yaklaşık 40 bin mezun vermiş olan yükseköğretim kurumlarında 25 bin civarında öğrenci bulunuyordu.
Okuryazarlık oranı bile çok yavaş yükselmiştir. 1945 yılında, 7 ve daha yukarı yaştaki nüfusun yalnızca yüzde 30’ u okuryazardır (bu oran, 1960 yılında, yalnızca yüzde 40’ a yükselmiştir). 1945 yılında, kadınların yüzde 83’ ü okuma yazma bilmemektedir.
Oysa aynı dönemde, Sovyetler Birliği, büyük bir sanayileşme hamlesini gerçekleştirmenin yanı sıra, nüfusun ve bu arada kadınların büyük çoğunluğunu okur-yazar yapmış ve kadınların toplumsal yaşamda ağırlık kazanmalarını sağlamıştır.
Kemalist aydınlanmacılığın sınırları
Bir devlet/iktidar ideolojisi olarak kemalizm, hiçbir zaman tutarlı bir bütünlüğe kavuşturulmadı. Bu doğrultudaki girişimler desteklenmedi, hatta bu tür girişimlerin önü kesildi.
Çünkü cumhuriyetin kuruluşuna öncülük eden kadronun nihai hedefleri ile güncel açılımları arasında bir açı vardı ve söz konusu kadro bu açının bilincindeydi.
Örneğin, iktisadi devletçilik, kemalizm için bir amaç ya da ilke değil, liberal ekonomik düzene ulaşmak için başvurulması zorunlu olan geçici bir politikadır. Asıl amaç, özel sektörün (yani sermaye sahiplerinin) desteklenmesidir. Ama bir yandan Türkiye’ deki özel sermaye birikiminin yetersizliği, diğer yandan 1929 Dünya Bunalımı’ nın dış (kapitalist) dünya ile ilişkilerin kesilmesine yol açması, devletin iktisadi rolünün artmasını gerektirmiştir. Devletçi politikaların uygulandığı dönemde başbakanlığa sermaye çevrelerinin güvendiği bir kişinin, Celal Bayar’ ın getirilmesi, asıl amaç konusunda gerekli açıklığı sağlıyor…
Daha genel olarak bakıldığında, kemalist aydınlanma projesinin merkezinde, kapitalist gelişmenin dönüştürücü gücüne duyulan güven vardı.
Cumhuriyetin kuruluş döneminde temel hedef, kapitalist gelişmenin önündeki engelleri kaldırmaktı. Özel sermaye birikimi belirli bir ölçeğe ulaştığında, 1923 İzmir İktisat Kongresi’ nde benimsenen ve 1923-29 döneminde uygulanan liberal iktisat politikalarına dönmek mümkün olacaktı.
Ancak bu yolda, özel sermaye birikiminin yetersizliği sorununun yanında, üç ana tehdit (ya da “düşman”) söz konusuydu: Komünizm, isyancı Kürt aşiretleri ve dinci gericilik.
Kürt isyanları ve dinci gericilik, cumhuriyetin kuruluş döneminde, feodal yapıların direncini temsil ediyordu.
Kemalist önderliğin önünde iki seçenek vardı: Ya feodal ve dinci gerici direnişi kırmak için yoksul köylülük harekete geçirilecek, ya da feodal unsurlar arasındaki düşmanlıklardan yararlanılarak, isyancı unsurların üzerine gidilirken diğerleriyle uzlaşma sağlanacaktı. İkincisi tercih edildi…
Bu tercihin ardında, her şeyden önce “komünizm korkusu” vardı.
Bir yandan 1848 Devrimleri ile 1917 Ekim Devrimi’ nden çıkarılan dersler, diğer yandan Kurtuluş Savaşı döneminde Anadolu’ da (“resmi” bir komünist partinin kurulup diğerlerinin yasaklanmasını gerektirecek kadar) hatırı sayılır bir “bolşevizm” dalgasının görülmesi, kemalist önderliğin kitle hareketlerine korkuyla bakmasına yol açtı. Türkiye’ nin burjuva aydınlanmacıları, köylüleri feodal sömürüye karşı mücadeleye çağırmak yerine, Kurtuluş Savaşı döneminde toprak ağaları ve aşiret reisleriyle kurulan ittifakı korumayı tercih etti.
Burjuva aydınlanmacılığının sonu
Türkiye’ deki burjuva aydınlanma dönemi, 1940’ lı yıllara doğru, büyük oranda son buldu. Büyük kentlerde, ordu içinde ve okumuş insanlar arasında belirli bir karşılık bulan kemalist aydınlanmacılık, toplumun büyük çoğunluğu için dışsal bir olgu olarak kalmıştı.
Nitekim çok partili rejime geçildiğinde, Cumhuriyet Halk Partisi, mevcut toplumsal gerçekliğe kendisini uydurma çabasına girişti. 1947 yılının başında, okulların dışında din eğitimi verilmesi serbest bırakıldı. 1948 yılında imam-hatip kurslarının açılmasına izin verildi. Yine aynı yıl, ilkokullara din dersi kondu. 1949 yılında Ankara Üniversitesi’ ne bağlı bir ilahiyat fakültesi açıldı.
Ancak bu tür adımlar Demokrat Parti’ nin (DP) yükselişini durdurmaya yetmedi.
Mahmut Makal, “Bizim Köy” adlı kitabında, dönemin köylüsünü şu şekilde konuşturuyor:
“İmanım demirkıratlar! Her dediklerini yaptırıyorlar. Bu sene din dersini koydurdular mı, gelecek sene de kendileri çıkar başa. Esas öteki Müslüman yazısıyla fesi getirirler yine. Atarlar şu dinini s…min şapkasını filan…”
Çok partili rejime geçişle birlikte, o yıllara kadar açık faaliyetleri kısıtlanmış olmakla birlikte varlıklarını sürdürmüş olan tarikat ve cemaatler, siyaset sahnesine dahil oldu. 1950’ lerde DP’ yi destekleyen ve bu parti aracılığıyla meclise temsilci gönderen tarikatlar, siyasetteki ağırlıklarını bugüne kadar korudular.
Türkiye’ nin ABD yörüngesine girmesi ve Soğuk Savaş politikalarının uygulanmasında aktif bir rol alması da, dinci gerici örgütlenmelerin önünü açtı. Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruldu, imam hatip liseleri ve Kuran kursları açıldı vb.
Soğuk Savaş’ ın merkezinde, kapitalist ülkeleri “komünizm tehdidi” nden koruma çabası bulunuyordu. Ama burada, dışsal bir tehdide karşı önlem alınması değil (Sovyetler Birliği’ nin kapitalist ülkeleri işgal etmeye yönelik herhangi bir planı yoktu), sosyalizmin güç ve prestij kazandığı bir dünyada kapitalist ülkelerin iç dinamiklerinin kontrol altına alınması söz konusuydu. Dinci gerici, ırkçı ve faşist hareketlerin CIA ve NATO gibi emperyalist kurumların da desteğiyle örgütlenmesinin ardında, işçi sınıfının iktidara gelmesi olasılığını bertaraf etme kaygısı vardı.
Nitekim hem çok partili rejime geçiş hem de dinci gericilik üzerindeki baskının kaldırılması, Türkiye’ deki sınıfsal ayrışma dinamiklerinin güç kazanmasıyla doğrudan ilgiliydi. Bir devlet/iktidar ideolojisi olarak kemalizm, giderek güçlenen işçi sınıfını düzene bağlamak konusunda yetersiz kalacaktı. Toplumun büyük çoğunluğuna ve bu arada kentlere yeni göç eden insanlara seslenme gücü en yüksek olan ideoloji, din ideolojisiydi.
Çok partili düzene geçiş, sermaye devleti için, bir deneme niteliğini de taşıyordu. Demokrat Parti’ yi kuran kadroların CHP içinden çıkmış oldukları unutulmamalıdır.
Önceki denemeler (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka) başarılı olamamıştı.
Ama aradan geçen süre içinde kapitalist gelişme belirli bir olgunluğa ulaşmış, sermaye sahipleri savaş dönemi ekonomisinden de yararlanarak zenginleşmiş ve emperyalist ülkelerle ilişkiler yeniden derinleştirilmeye başlamıştı. Bu koşullar altında, dinci gericiliğin sermaye düzeninin ihtiyaçları ile tam anlamıyla uyumlulaştırılmasının mümkün olup olmadığını test etmenin zamanı da gelmişti.
Dinci gericilikle uzlaşmanın sınırı
Dinci gericiliğin yeniden bir düzen kurumu haline getirilmesi girişimi, büyük oranda başarılı oldu. Türkiye’ deki dinci gerici hareket ve örgütler, 1950’ li yıllardan bu yana, mevcut düzeni ve bu düzenin emperyalist bağımlılık ilişkilerini meşrulaştırma ve koruma görevlerini yerine getiriyorlar. “Gerektiğinde” emperyalizme karşı mücadele eden solcuları katlediyorlar (16 Şubat 1969’ daki Kanlı Pazar örneğinde olduğu gibi), “gerektiğinde” iç savaş ortamı yaratıyorlar (1978’ deki Maraş Katliamı örneğinde olduğu gibi), “gerektiğinde” devlet kurumlarını ve bu arada üniversiteleri soldan arındırma faaliyetlerine katılıyorlar (12 Eylül darbecilerinin Türk-İslam Sentezi” politikası hatırlanabilir), “gerektiğinde” Kürt hareketine karşı “sivil bir silahlı güç olarak kullanılıyorlar, vb. 1993 yılında gerçekleştirilen Sivas Katliamı, Türkiye’ deki dinci gericiliğin her şeyden önce sola ve komünizme düşmanlık temelinde örgütlendiğini bir kez daha gösterdi.
Bu “başarı” nın ardında, ciddiye alınabilir tüm dinci gerici örgütlenmelerin devletle ve sermaye ile çok güçlü bağlara sahip olmaları var.
Tüm bunlar, dinci gericiliğin belirli dönemlerde siyasi bir kriz dinamiği haline gelmesini önlemiyor. Daha doğrusu, kapitalizmin kriz dinamikleri, dinci gericiliği de düzen açısından bir sorun başlığı haline getirebiliyor.
Türkiye’ deki dinci gericiliğin toplumsal tabanı, büyük oranda, kapitalizmin yoksullaştırdığı kitlelerden oluşuyor. Kırlardaki gücünü burjuva aydınlanma sürecinde bile koruyan dinci gericilik, kentlerde de özellikle yeni göç etmiş olan yoksul emekçileri (ve okumak için kentlere gelen yoksul emekçi çocuklarını) hedef aldı. Maddi olanaklarını da devreye sokan gerici hareket, bir yandan yoksulların bir bölümüne düzene ayak uydurarak yükselme fırsatını sunarken, diğer yandan da bu fırsattan yararlanamayan daha geniş bir kesimin düzene yönelebilecek tepkilerini kontrol etme görevini üstlendi.
Aslına bakılırsa, dinci gerici örgütlenme, aynı zamanda bir sermaye örgütlenmesidir. “Din kardeşliği”, sigortasız ve sendikasız işçi çalıştırmayı kolaylaştırır. “İslami” kurallara uygun çalışma koşulları, kadınlara düşük ücretli işleri kabul ettirmeyi sağlar. Tesettür, üretim ve ticaret kollarıyla başlı başına bir iktisadi sektör yaratır. Alışveriş yaparken aynı tarikat ya da cemaate bağlı insanları ve onlara ait şirketleri tercih etme eğilimi, korunaklı bir pazarın varlığı anlamına gelir. Devlet kurumları içindeki dinci gerici kadrolaşma, devlet kaynaklarının yağmasına katılma olanağını sağlar.
Nitekim tarikat ve cemaat liderlerinin tümü Türkiye’ nin en zengin insanları arasında yer alırken, üst ve orta kademe yöneticiler de pastadan hiyerarşik konumlarına uygun paylar alırlar.
Ama bu “düzen” i koruyabilmek için, yoksulların ve gençlerin dinsel inançlarını diri tutmak, onlara hedef göstermek ve din adına kimi “kazanım” lar elde etmek gerekir. “Şeriat devleti” hedefi, uzak ve soyut olduğundan, bu ihtiyacı karşılamaya yetmez.
Ayrıca, ülke içinde solcularla, komünistlerle ve Kürt hareketiyle, ülke dışında da Ruslarla ya da Sırplarla savaştırılan genç militanlara da, boş kaldıklarında, onları oyalayacak meşgaleler bulmak gerekir. Üstüne üstlük, bunlar öyle önemli meşgaleler olmalıdır ki, iktidarda oldukları dönemlerde Filistinlilere zulmeden İsrail devletiyle ya da ABD ile işbirliği yapmalarını ikinci plana atabilsinler…
Dolayısıyla dinci gerici örgütlenmeler, kendi yarattıkları bir “taban basıncı” yla karşı karşıyadırlar. Bu örgütlerin liderleri, para kazanmaktan başka bir ulvi amaçları bulunmasa bile, tabanlarını diğer dinci gerici örgütlere kaptırmamak (ya da diğer örgütlerin tabanlarına oynamak) için, toplumsal yaşamın dinsel kurallara göre biçimlendirilmesine yönelik girişimlerde bulunmak zorundadır.
Tıpkı, dinsel inançları oya tahvil etmeye çağıran siyasetçiler gibi…
Burada, sınır çizgisinin tam olarak nerelerden geçeceği, düzen içi güçler arasındaki bir mücadele konusudur. Bu mücadele zaman zaman çatışmaya dönüşür.
Tümüyle dinsel kurallara dayalı bir rejimin kurulması, Türkiye kapitalizmi açısından, tarihsel bir yenilgi ve küme düşme anlamına gelecektir. Böylesi bir Türkiye’ nin emperyalist ülkelere nezdindeki pazarlık gücü bir hayli azalacak ve bu arada özel statülü bir AB üyeliği bile imkânsız olacaktır.
Diğer taraftan, sanayileşemeyen, kalkınamayan ve emekçilere gelecek umudu sunamayan bir düzenin dinci gericilikten vazgeçmesi düşünülemez. Bugün de, AB hayalleri dışında, yoksul kitleleri düzene bağlayan en önemli ideoloji, dinci gericiliktir.
Ancak bu iki uç, yani tümüyle dinsel kurallara dayalı bir rejimin kurulması ile dinci gericiliği kullanmaktan tümüyle vazgeçilmesi seçenekleri arasında, oldukça geniş bir alan bulunuyor.
Bu alanda zaman zaman (örneğin 1950’ lerin sonunda ya da “28 Şubat süreci” olarak kodlanan restorasyon süreci sırasında) yaşanan çatışmalar, “gerçek” çatışmalardır; çünkü bunlar, istikrarsız Türkiye kapitalizminin kriz dinamikleri tarafından üretiliyor.
Ama bu arada, söz konusu çatışmalarda karşıt uçları temsil eden düzen içi odakların, çatışmaların kontrolden çıkmasını önlemek için özel bir çaba harcadıklarını da eklemek gerekiyor. Ne burjuva aydınlanmacılığının taraftarı görünen kesimler mücadelelerini toplumsal ölçeğe taşıma girişiminde bulunuyorlar, ne de dinci gerici örgütlenmeler kitlelerini gerçek bir seferberliğe çağırıyorlar. Çünkü iki taraf da birbirlerine muhtaç olduklarını gayet iyi biliyorlar…
28 Şubat sonrasında ne oldu?
Turgut Özal’ ın başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı dönemlerinde dinci gericiliğin önünü açmak için attığı somut adımlar, başbakanlığını Necmettin Erbakan’ ın yaptığı Refahyol hükümeti döneminde yapılanlardan çok daha ciddiydi ve kalıcı sonuçlar doğurdu. Benzer şekilde, 12 Eylül darbesinin “Türk-İslam Sentezi” ni devlet kurumlarına ve üniversitelere yerleştirme girişimi, din derslerinin zorunlu hale getirilmesi, imam hatip liselerinin ve bunların orta kısımlarının yaygınlaştırılması ve 1980’ li yılların ikinci yarısından itibaren Kürt hareketine karşı “çete” olarak anılan faşistlerin yanı sıra onlarla işbirliği yapan dinci gerici örgütlerin çıkarılması, Türkiye’ de gericiliğin toplumsal tabanının genişlemesine büyük katkılarda bulundu.
Dolayısıyla 1995 yılının Aralık ayında yapılan seçimlerden Refah Partisi’ nin birinci parti olarak çıkması, şaşırtıcı bir gelişme değildi.
Ama aynı dönemde Türkiye kapitalizminin iç siyasi dengeleri çok fazla bozulmuştu ve bu dengeler düzeltilmeden dinci gerici partinin iktidara gelmesi yeni sorunlar yaratacaktı.
Temel sorun, 1980’ li yılların ikinci ve 1990’ lı yılların ilk yarısına damga vuran Kürt hareketinin, Türkiye kapitalizminin 1989 sonrasının dünyasına ayak uydurmasını geciktirmesiydi. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’ da sosyalizmin çözülüşünün ardından, Avrupa ülkelerindeki NATO’ ya bağlı kontrgerilla örgütlenmeleri geriye çekilirken, Türkiye’ de faşist (ve militan dinci gerici) örgütler daha da güçlenmiş ve devletin kimi kademelerini kontrol eder duruma gelmişlerdi. Büyük yerli ve yabancı sermayedarlar açısından önem taşıyan devlet ihaleleri (ve bu arada özelleştirme ihaleleri) bile, faşist çetelerden sorulur olmuştu.
Kürt hareketinin yükselişinin durdurulduğu bir dönemde, hem bu sorunu nihai bir düzen içi çözüme bağlayabilmek, hem Türkiye’ nin emperyalist-kapitalist hiyerarşi içindeki yerini düzeltmeye yönelik adımlar atmak hem de dinci gericiliğin yeni dönemin gereklerine uygun bir şekilde yeniden yapılanmasını sağlamak için, bir “ara dönem” e, daha doğru bir ifadeyle bir “restorasyon dönemi” ne ihtiyaç vardı.
Bu açıdan bakıldığında AKP iktidarı, restorasyon sürecinin başarısızlığını değil, başarısını temsil etmektedir.
Aradan geçen süre içinde faşist çeteler ve Hizbullah türü dinci gerici örgütlenmeler etkisizleştirilmiş, Kürt hareketi bir kriz dinamiği olmaktan çıkarılıp büyük oranda kontrol altına alınmış ve burjuva siyasetinin merkezine Türkiye’ yi emperyalizme pazarlama faaliyeti yerleştirilmiştir.
Bu arada Refah Partisi’ nin bölünmesi ve Erbakan’ a siyaset yasağı getirilirken AKP’ nin önünün açılması, dinci gerici siyasetçileri fazlasıyla rahatlatmıştır. Bugün AKP, emperyalist-kapitalist dünya ile ilişkileri derinleştirme ve AB’ nin, ABD’ nin ve yerli sermaye çevrelerinin desteklediği ekonomik ve siyasi reformları hayata geçirme görevlerini, ciddi bir taban basıncıyla karşılaşmadan yerine getirebilmektedir.
Askerler ve dinci gericilik
Türkiye’ de dinci gericiliğin en az örgütlenebildiği ve örgütlü gücünü en az hissettirebildiği kurumun ordu olduğu doğrudur. Bunda, cumhuriyetin kuruluş döneminden itibaren subay yetiştiren okullarda verilen eğitimin önemli bir payı var. Diğer yandan, özellikle genç subaylar arasında “laik cumhuriyet” e bağlılık oranının yüksek olduğu söylenebilir.
Ama buradan, Türk ordusunun dinci gericilikle uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olduğu sonucu çıkmaz. Tam tersine, ordu, özellikle NATO’ ya girilmesinden bu yana, sola ve yakın geçmişte de Kürt hareketine karşı dinci gericiliği örgütleyen kurumdur.
En az bunun kadar önemlisi, özellikle 1960’ lı yıllardan bu yana, Türk ordusunun halkçı ve aydınlanmacı yönleri tasfiye ediliyor.
27 Mayıs darbesinin emir-komuta zinciri bozularak, alt kademeden subaylar tarafından gerçekleştirilmesinden çıkarılan en önemli ders, subaylar ile halk arasındaki bağların koparılması gerektiği olmuştu. Türkiye’ nin en büyük holdinglerinden biri haline gelen OYAK, bunu sağlamak için kuruldu. Askeri lojmanlar, orduevleri, dinlenme tesisleri ve alışveriş merkezleri, subayları ve subay ailelerini halktan tümüyle ayırdı.
Bugünse, profesyonel orduya geçiş planları yapılır ve uygulamaya konurken, ordunun tümüyle şirketleştirilmesi söz konusu. OYAK aracılığıyla özelleştirme ihalelerine katılan ve yabancı sermaye ile ortaklıklar kuran ordunun üst rütbeli komutanlarının çıkarları ile sermaye sahiplerinin çıkarları tümüyle özdeşleşmiş durumda. Dolayısıyla sermaye sahiplerinin ve emperyalistlerin desteğini alan AKP ile ordu arasında uzlaşmaz karşıtlıkların bulunduğunu düşünmek için hiçbir neden bulunmuyor.
Her şeye rağmen, tüm diğer devlet kurumları içinde olduğu gibi ordu içinde de, dinci gericiliğin toplumsal ölçekte güç kazanmasından ve emperyalizme bağımlılığın derinleşmesinden rahatsızlık duyan kesimlerin bulunduğu açık. Ayrıca, ordunun ara kademelerinin daha da daraltılmasına yol açacak olan profesyonelleşme sürecinin hiçbir tepki doğurmaması düşünülemez. Benzer şekilde, Avrupa Birliği’ nin, istediklerini daha kolay yaptırabilmek için, ordunun siyasi ağırlığının sınırlandırılmasını ve tek ve güçlü bir yürütme gücünün yaratılmasını dayatması da bazı huzursuzluklara neden oluyor.
Ancak tüm bu iç rahatsızlık ve gerilimlerin, kendi başlarına bir mücadele dinamiği yaratmaları pek olası görünmüyor, çünkü ideolojik bir boşluk söz konusu. Gericiliğe karşı mücadele edebilmek için, gericiliği besleyen, daha doğrusu tümüyle gericileşen emperyalizmle ve kapitalizmle de mücadele etmek gerekiyor. Bu da, burjuva aydınlanmacılığın (ya da kemalist aydınlanmacılığın) aşılmasını gerektiriyor.
Türban neden önemli?
1980’ li yıllardan bu yana yaşanan türban tartışmalarının seyri, dinci gericiliğin kapitalist düzen içindeki konumu hakkında gerçekten de çok şey anlatıyor.
Kendilerini laikliğin temsilcisi olarak gören ve gösteren kesimler ile dinci gericiler arasındaki mücadelede türbanın bu denli merkezi bir yer işgal etmesi, her iki tarafın da işine geliyor.
Dinsel simge olduğu gerekçesiyle “kamusal” sıfatıyla anılan bazı alanlarda türban takılmasına karşı çıkan laiklik savunucusu kesim, dinci gericilikle mücadeleyi biçimsel bir başlığa indirgerken, kadınların örtünmesinin bir “özgürlük” sorunu olduğu yutturmacasına da destek vermiş oluyor.
Zorunlu (ve belirli bir dinin belirli bir mezhebinin propagandasının yapıldığı) din dersleri devam edecek, dinsel inançları siyasi ve ticari çıkarları doğrultusunda sömüren tarikatlar ve cemaatler dağıtılmayacak, 16 yaşından küçük çocuklar için Kuran kursları düzenlenmesi yasaklanmayacak, dinci gericilerin yerli-yabancı sermaye bağlantılarının üzerine gidilmeyecek, devlet kurumlarındaki dinci gerici kadrolar tasfiye edilmeyecek, tüm bunları yapabilmek için gericiliğe karşı toplumsal ölçekte bir aydınlanma mücadelesi yürütülmeyecek ama bazı yerlerde türban takılmasına karşı çıkılacak…
Bu tür bir laiklik taraftarlığı, dinci gericiliğe meşruluk kazandırmaktan başka hiçbir işe yarayamaz ve yaramıyor. Nitekim liberallerin ve hatta liberal solcuların desteğini de alan dinci gericiler, türban tartışmaları sayesinde, baskı altında oldukları edebiyatını yapma ve “özgürlükçü” gorünme olanağını buluyorlar.
En az bunun kadar önemlisi, dinci gericiler, türban tartışmalarını sürekli canlı tutarak, kendi tabanlarının başka konulara yönelik ilgisini dağıtmaya çalışıyor. Örneğin, AKP’ nin, Afganistan ve Irak’ ı işgal eden, İsrail’ e destek olan ABD ile işbirliği yapmasından çok, falanca AKP’ li milletvekilinin türbanlı eşinin hangi resepsiyona katılıp hangisine katılamadığı konuşuluyor.
“Özgürlük” sorunu olarak sunulmaya çalışılan bir başka konu, imam hatip liselerinde okuyan öğrencilerin üniversitelerdeki bölüm seçme hakları…
İmam hatip öğrencilerinin bölüm seçme haklarının sınırlandırılması, tek tek bu okullarda okuyan öğrencilerin kişisel tarihleri açısından bakıldığında, gerçekten de bir haksızlık içermektedir. Ancak bu noktaya takılıp kalmak, meselenin özünü görememek anlamına gelecektir. Bugünün Türkiye gerçekliğinde, imam hatip liseleri, imam ve hatip yetiştiren “meslek okulları” değil, dinsel eğitim kurumlarıdır. Dinci gericiler de, imam hatip mezunlarının bölüm seçme haklarını, hem devlet içinde kadrolaşma olanaklarını artırmak hem de asıl önemlisi imam hatip liselerine daha fazla öğrencinin kaydolmasını sağlamak için istiyorlar. Çünkü üniversiteye girme olanaklarının sınırlanması, asıl amaçları imam ya da hatip olmak değil, eğitim almak isteyen gençlerin bu liselerden uzaklaşmasına yol açıyor.
Gerici kadrolaşma ve doğuracağı sonuçlar
Medya, emperyalistlerin ve sermaye sahiplerinin desteğini alan AKP’ nin değiştiğini iddia ederken, bu partinin dinci gerici yüzünü en fazla gösterdiği alanı ısrarla görmezden geliyor. AKP, devletin tüm kurumlarına kendi kadrolarını yerleştiriyor. Bu kadroların ortak özelliği ise, az sayıdaki istisna dışında, atandıkları görevlerin gerektirdiği niteliklere sahip olmamaları.
Bakanlar Kurulu’ nu bile ancak DYP ve ANAP artıklarının yardımıyla doldurabilen AKP’ nin niteliksiz kadrolarının ne tür felaketlere yol açabileceğini, hızlı tren katliamıyla. somut olarak gördük.
“Tüccar siyaseti”, AKP kadrolarının siyasete bakışını doğal şekilde yansıtan bir tanımlama. Siyasete giren yobaz tüccar devleti idare etmeye başladığında, ilk yapacağı, devlet malını ucuza kapatmanın yollarını bulmak olacak ve “babalar gibi satmak”tan söz edecektir.
Üstelik bu siyaset anlayışı, “küreselleşme” çağının gerekleriyle de son derece uyumludur. Kamunun küçültülmesi istenen bir dönemde, kamu kuruluşlarının gerici kadrolara teslim edilmesi, bu kuruluşların işlemez hale getirilmesini de sağlıyor.
Para kazanma olanağı gördükleri her yeri ele geçirmeye çalışan dinci gericilerin ilk hedef aldıkları kurumlardan birinin TÜBİTAK olması, sorunun ne kadar vahim olduğunu gösteriyor. Daha vahimi, TÜBİTAK’taki kadrolaşma girişiminin bilim ve akademi çevrelerinin ciddi bir tepkisiyle karşılaşmaması. Bu da, söz konusu çevrelerin, ticarileşme sürecine çoktan katılmış olmalarının ürünü.
Avrupa Birliği ve dinci gericilik
Anayasa taslağında “kilise”den söz ederek Hıristiyanlığı temel aldığını vurgulayan Avrupa Birliği’nin Türkiye politikası, dinsel kimliklerin desteklenmesini de içeriyor.
Türkiye’deki dinsel vakıfların her tür faaliyetinin serbest bırakılmasını ve mülk edinme haklarının kabul edilmesini dayatan AB, tüm dinsel topluluklarla ayrı ayrı ilişki kurmaya çalışıyor ve belirli inançları temsil ettiğini iddia eden kuruluşlara fon aktarıyor. AB fonlarından yararlananlar arasında Mazlum-Der türü örgütler de bulunuyor.
Avrupalı emperyalistler de, tıpkı ABD gibi, Türkiye’nin bir “ılımlı İslam ülkesi” haline getirilmesinde yarar görüyor. Buradaki “ılımlı” sıfatı, emperyalizmin işbirlikçiliğini yapmak anlamına geliyor. Bir “İslam ülkesi” olarak Türkiye’ye düşen görev, işbirlikçilik konusunda bulunduğu bölgenin halklarına “örnek” olmak ve bu yetmediğinde de emperyalistlere asker sağlamak.
“Ilımlı İslam” projesi ile farklı dinsel kimliklerin desteklenmesi arasında bir çelişki bulunmuyor. Önemli olan, emekçilerin kendilerini her şeyden önce dinsel kimlikleriyle tanımlamaları ve bunu yapabildikleri için de AB’ye minnettar olmaları.
Tabii bu arada, toplumun dinsel kimlikler ekseninde bölünmesi, merkezi iktidarın zayıflaması anlamına gelecek. Bu da Avrupalı emperyalistlerin beklentileriyle son derece uyumludur.
Kimilerinin AB’den gelmesini umdukları özgürlük, her türden gericiliğin örgütlenme özgürlüğüdür.
Dolayısıyla, AKP’nin en AB’ci parti olarak sivrilmesinde şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Dinci gericiler, tıpkı AB fonlarından yararlanan akademisyenler, sendikacılar, liberaller ya da liberal solcular gibi, AB’nin nimetlerinden yararlanmaya çoktan başlamış durumda.
Bu arada, “kamu yönetimi reformu” adı altında hayata geçirilen “yerelleştirme” sürecini bir “demokratikleşme” süreci olarak görmek de büyük bir hata olacaktır. AB emperyalizminin de desteğiyle hayata geçirilen “reform”ların özünde özelleştirmecilik ve gericiliğin güçlendirilmesi bulunmaktadır, Yerelleşme ve cemaatleşme, ulus-devlet modelinden daha ileri bir alternatif değil, Ortaçağ karanlığına doğru atılan geri adımlardır. Sol, “devletin küçültülmesi”, “bürokrasinin gücünün sınırlandırılması” türü kimilerine çekici gelen sloganların etkisini kırmaya ve bu arada bu sürecin açığa çıkarttığı ve çıkaracağı tepkileri sosyalizm eksenine çekmeye ya da en azından yaklaştırmaya çalışmak zorundadır.
Şeriat tehlikesi var mı, yok mu?
Bugünün Türkiyesi’nde, bu soru, yanlış bir sorudur.
Türkiye’nin ciddi bir dinci gericilik sorunu vardır ve bu sorun ülkemizin ilerlemesinin önündeki en önemli engellerden biridir.
Yoksul kitlelerin umutlarını dinsel inanç sömürüsü yapan partilere bağlayabilmelerinden daha büyük bir sorun olabilir mi? Tüm devlet kurumları gerici ve niteliksiz kadrolarla doldurulurken, İran ya da Suudi Arabistan’dan farklı bir ülke olduğumuz için sevinebilir miyiz? Eğitim ve bilim kurumlarındaki dinci gerici kadrolaşmanın geleceğimizi her anlamıyla kararttığı açık değil mi? Daha çok yakın bir geçmişte Sivas Katliamı’nı gerçekleştirmiş olan dinci gericilerin bugün solcular tarafından bile “özgürlük” ve “demokrasi” adına desteklenebilmeleri, insan aklına yönelik saldırıların ne kadar etkili olduğunu göstermiyor mu?
Kendi yaşam koşullarından başka hiçbir şeyi düşünmeyen orta katmanların laik kesimi, AKP iktidarının korktukları gibi olmadığı kanısında, çünkü (en azından şimdilik) büyük kentlerin merkezi semtlerinde kimse örtünmediği ya da ramazan ayında oruç tutmadığı için gericilerin saldırılarına maruz kalmıyor. Yobaz belediye başkanları, zabıta memurlarını namus bekçiliği yapmak üzere parklara gönderebilse de, bu tür olaylar tepki topladığında geri adım atılıyor
Ama büyük kentlerin kenar mahallelerine doğru gidildiğinde, manzara hızla değişiyor Bu düzenin en fazla ezdiği insanlar, dinci gericilere sığınmaktan ve çocuklarını onlara emanet etmekten başka çare bulamıyor.
Sosyalist aydınlanmacılığın toplumsal karşılığı var mı?
Olmasaydı, yaratmak zorunda kalırdık…
Ama var.
Üstelik sosyalist aydınlanmacılığın hedef kitlesi, bugün kendisini laik olarak tanımlayan kesimlerden çok daha geniştir.
Kemalizmi temsil ettiğini iddia eden toplulukların bugünkü zayıflığı bir ölçü değildir. Bu zayıflığın nedeni, genel olarak aydınlanmacılığın devrini kapatmış olması değil, burjuva aydınlanmacılığın barutunun tükenmişliğidir, Emperyalizmin ve kapitalizmin bu denli gericileştiği bir dönemde, emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığı barındırmayan bir gericilik karşıtlığının inandırıcılık sorunu yaşaması kaçınılmazdır.
Ayrıca, Türkiye’deki burjuva aydınlanmacılığı, gericilik karşıtı mücadeleyi hiçbir dönemde toplumsal ölçeğe taşımadığı için güdük kalmıştır ve bugün de bunun sıkıntısını çekmektedir.
Oysa sosyalist aydınlanmacılık, her şeyden önce, dinci gericiliğin en önemli örgütlenme alanlarını, yoksul emekçileri ve emekçi çocuklarını hedef alacaktır.
Dinci gericilik, güç kazandıkça, gerçek yüzünü çok daha açık şekillerde gösteriyor. AKP iktidarı, işbirlikçiliğiyle ve özelleştirmeciliğiyle, emekçi düşmanı kimliğini dışa vuruyor Gericiliğin işbirlikçilik ve özelleştirmecilik demek olduğunu emekçilere anlatmak için bundan daha uygun bir dönem olabilir mi?
İnanç sömürüsü yaparak aşırı düşük ücretlerle ve sigortasız olarak işçi çalıştıran “dindar” patronların gerçek yüzünü emekçilere anlatmak, o kadar da zor değil.
Tarikat ve cemaat liderlerinin, tıpkı düzenbaz hocalar ve siyasetçiler gibi, dinden imandan söz edip kasalarını doldurduklarını aslında herkes biliyor. Bu durumun doğal kabul edilmesinin tek bir nedeni var: Neredeyse kimsenin sesini çıkarmaması.
Solun önünde, çevre baskısı yüzünden örtünmek zorunda kalan genç kızlara, Kuran kurslarına gitmeye zorlanan öğrencilere, gericilerin kuşatması altındaki gençlere ulaşma ve onları bilimsel düşüncenin aydınlığıyla tanıştırma görevi duruyor,
Dinci gericiliğe karşı yürütülen mücadeleye ve özellikle de bu mücadelenin ideolojik cephesine Türkiye’nin ilerici aydınlarının, bilim insanlarının, akademisyenlerinin, öğretmenlerinin, sanatçılarının ve yazarlarının aktif bir şekilde katılmalarını sağlamak, bir diğer vazgeçilmez görevdir. Bugün, ülkenin aydınları ile emekçiler arasındaki bağları yeniden kurabilecek ve aydınların gerçekten de halkı aydınlatmalarını sağlayabilecek olan tek güç, komünist harekettir.
Her şeyi bırakıp, halkı dinci gericilik konusunda aydınlatma çabasına mı girişeceğiz?
Elbette hayır.
Ama halkı emperyalizme, özelleştirmelere ya da sömürüye karşı mücadeleye çağırırken dinci gericilik sorununun etrafından dolanmaya çalışmak, bundan çok daha büyük bir hata olacaktır.
Çünkü dinci gericilik, halkı emperyalizme, özelleştirmelere ve genel olarak sömürüye karşı mücadeleden uzak tutmak isteyen düzenin elindeki en önemli silahtır.
Ateizm propagandası mı yapacağız?
Komünistler, kapitalistlerden, dinci gericilerden ya da faşistlerden farklı olarak, gerçek düşünce ve amaçlarını gizlemezler. Ateist olduklarını, yani bir tanrının varlığına inanmadıklarını da…
Ama komünistlerin, herkesin ateist olmasını sağlamak gibi bir hedefleri yoktur, Yalnızca, insanların belirli dinlere inanmalarına yol açan toplumsal koşullar değiştiğinde, yani sömürü ilişkileri son bulduğunda, bu inancın da zayıflayacağını ve giderek ortadan kalkacağını düşünürler.
Kapitalizm koşullarında ise, komünistlerin tek bir hedefi vardır: Toplumsal eşitsizliklerin ortadan kaldırılması. Bu mücadelede, pek doğal olarak, çok farklı inançlara sahip insanlar yer alacaktır.
Bu dünyaya eşitlik ve adaleti getirmek isteyen komünistler, yine pek doğal olarak. “öbür dünya”yı temsil ettiği iddiasıyla eşitsizlikleri kabul ettirmeye çalışanlarla da mücadele eder.
Sosyalist rejimlerde dinsel inanç sahibi insanların baskı altına alındığı iddiası ise, tümüyle uydurmadır. Komünistlerin bu konuda temel ilkeleri bellidir: İnanç özgürlüğü…
Gerçek bir inanç özgürlüğünün temel koşulu, insanların belirli bir dine inanıp inanmamaya özgürce karar verebilmeleridir. Örneğin, 16yaşın altındaki gençlere ve çocuklara dinsel eğitim verilmesi, bir “özgürlük” değil, inanç özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıdır.
Sosyalist Türkiye’de dinin yeri ne olacak?
Sosyalist Türkiye’de din, tümüyle ve gerçek anlamıyla, bireysel bir konu olarak değerlendirilecek. Hiçbir kurumun, insanların dinsel inançlarına müdahale etmesine ya da onlardan yararlanmasına izin verilmeyecek.
Dolayısıyla ve örneğin, bugünküne benzer, yani belirli bir dinin belirli bir mezhebini benimseyen ve yaygınlaştırmaya çalışan bir “Diyanet İşleri Başkanlığı”, sosyalist Türkiye’de bulunmayacak. Eğitim, herhangi bir dinsel inancın dogmalarına değil, insanlığın bilimsel kazanımlarına dayanacak. Tarikat ya da cemaat benzeri, insanlar üzerinde baskı uygulayan her tür örgütlenme dağıtılacak.
Peki, camilere ne olacak?
Sosyalist Türkiye’de, yeni camilerin açılmasına, mevcut camilerin korunmasına ya da kapatılmasına halk karar verecek.
Bütçeden camilere. cemevlerine, kiliselere, havralara, ilköğretim okullarına, ortaöğretim okullarına, üniversitelere, hastanelere ya da yeni fabrikalara ne kadar pay ayrılacağı, tüm halkın katılımıyla hazırlanan planlara göre belirlenecek.
İsteyenlerin kendi camilerini, cemevlerini ya da kiliselerini kurmaları, bir başka deyişle bu tür işlerin dinsel topluluklara bırakılması ise, yanlış bir uygulamadır. Birincisi, bu tür ibadet yerlerinin nerelerde açılacağı, toplumun bütününü ilgilendirir. İkincisi ve asıl önemlisi, bu tür bir uygulama, dinsel toplulukların ticarileşmesini ve üyeleri üzerinde manevi baskı kurmasını kolaylaştırır.
Farklı dinsel toplulukların din adamı ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik dinsel eğitime de doğal olarak izin verilecektir. Ama dinsel eğitim almanın temel şartı, gerekli ve herkes için zorunlu olan ilk ve orta öğretimin tamamlanmış olmasıdır.
Kısacası, sosyalist Türkiye’de, sözcüğün gerçek anlamıyla “inanç özgürlüğü” olacak.
Sosyalist Türkiye’nin aydınlanma süreci
Aslına bakılırsa, sosyalist Türkiye’nin kuruluş sürecinde, din başlığı, gündemin üst sıralarında yer almayacak. Sosyalist aydınlanma sürecinin ekseninde, kadın-erkek tüm yurttaşların, insanlığın ve ülkemizin bilimsel ve kültürel birikiminden yararlanmalarını ve bu birikime katkıda bulunmalarını sağlama çabası duracak.
Herkesin eşit, parasız ve bilimsel eğitimden yararlanması, sosyalist aydınlanma sürecinin yalnızca bir boyutudur. Önemini küçümsemek mümkün değildir; ama yeterli olamaz.
Kadın-erkek tüm yurttaşların üretim sürecine katılmaları, sosyalist aydınlanma süreci açısından da büyük önem taşıyacak. Kapitalizm koşullarında, insanların önemli bir bölümünün (ve kadınların çoğunluğunun)işsizliğe mahkûm edilmesi, çalışan insanların büyük çoğunluğunun kendilerini fiziksel ve zihinsel olarak tüketen işler yapmaları ve yapılan işlerin önemli bir bölümünün de toplumsal çıkarlara hizmet etmemesi nedeniyle, insanların yalnızca çok küçük bir azınlığı, düşünsel üretim potansiyellerini değerlendirme olanağını bulur. Oysa sosyalizmde, fiziksel emek gücü gerektiren işler teknoloji yardımıyla en aza indirilerek paylaştırılacak ve tüm yurttaşların üretim sürecine zihinsel yaratıcılıklarını katmaları hedeflenecek.
Bundan daha önemlisi, yine tüm yurttaşların katılacağı merkezi planlama süreci, sosyalizmin insanlarını, ülkenin (ve dünyanın) sorunları, ihtiyaçları ve geleceği konularında daha fazla düşünmeye, daha fazla bilgi ve daha fazla sorumluluk almaya yöneltecek
Sosyalist Türkiye’de sanatın, sporun ve eğlencenin toplumsal faaliyetler olarak örgütlenmesi ve bu alanlarda tüketim kültürünün aşılması, sosyalist aydınlanma sürecinin vazgeçilmez bir unsuru olarak görülecek.
Kadınların toplumsal yaşama eşit bireyler olarak katılmalarının önündeki her tür engelin kaldırılması mücadelesi, yalnızca kadınlar için değil, erkekler için de aydınlatıcı olacak.
Kısacası, sosyalist Türkiye’nin insanları, kendi geleceklerini kendi ellerine alacak.